İçeriğe geç
Anasayfa » MAHMUT TOPTAŞ HOCAEFENDİ İLE KUR’ÂN-I KERÎM ÜZERİNE… (Mülâkat)

MAHMUT TOPTAŞ HOCAEFENDİ İLE KUR’ÂN-I KERÎM ÜZERİNE… (Mülâkat)

– Muhterem Hocam Kur’an-ı Kerim’in kitaplardaki tarifi, tariften hareketle hususiyetleri nelerdir?

Akaid kitaplarımızda, usul kitaplarımızda Kur’an-ı Kerim tarif edilirken Allah (c.c) tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v)’e indirilen nazım ve manadır diye geçer. Tarif bu. Nazım orada lafız ve manadır diyen de var. Nazım ve manadır diyen de var. Zaten ikisi de aynı şeyi ifade eder. Nazım kelimesi lafızların, sözlerin inci dizer gibi dizilmiş halde düzenlenmesine denilir.

Kur’an-ı Kerim’in Allah (c.c) tarafından kelimelerinin dizildiğini ve o kelimelere de yine Allah (c.c) tarafından mana yüklendiğini ifade etmek için bu tarifi yapmışlar. O tarif çeşitli ilim adamları tarafından değil, milyonlarcası tarafından kabul edilmiş bir tariftir. Niye kabul edilmiş, adamın büyüklüğünden değil, çünkü lafız ve mananın Allah’a ait olduğuna dair Kur’an’dan ayetler var. Geçmiş ulemamızın bazı tarifleri Kur’an ve Sünnetten alınarak yapılmış tariflerdir. Yani “Bu söz Allah’a aittir”, “Bu Kur’an Allah tarafından indirilmektedir” gibi ayeti kerimeler o sözün Allah’a ait olduğunu, aracının Cebrail olduğunu ve sevgili Peygamberimize indirildiğini Kur’an’ın çeşitli ayetleri bize haber verdiğinden, değerli âlimlerimiz de bize Kur’an’ın ayetlerini özetlemişler, Allah’tan Cebrail vasıtasıyla Muhammed aleyhisselam’a indirilen söz ve manadır demişler.

Özellikle on beş, yirmi yıldır Türkiye’de devam eden bir şey var, bu Arap âleminde daha eski zamanlara dayanır. Mısır ve Pakistan’ın İngiliz işgali sırasında karşılarına İslam dini dikiliyor. İtirazlar oradan geliyor. Ne yapalım ne edelim, Peygamberi devreden çıkaralım. Nasıl yapıyorlar: Kur’an bize yeter diyorlar. Bu söz de yeni değil, bu sözü ilk defa Hariciler Hz. Ali’ye söylemişler. Hz. Ali de yetmez dememiş. Bizim günümüzde Kur’an’ı savunan bazı arkadaşlar da yanlış yapıyor. Biri diyor ki Kur’an bize yetmez, diğeri de diyor ki Kur’an bize yeter. Aslında, Kur’an bize yeter! Hz. Ali Hariciler’e şöyle bir cevap vermiş: “Öyle bir söz söylüyorsunuz ki dışı hak, içi hile.” Kendisiyle batıl kastedilen doğru söz.

Nasıl batılı kastediyor: Peygamberi devreden çıkartıyor. Peygamber devreden çıkınca işi kolaylaşacak. Kur’an’a ben böyle mana veriyorum, namaz dua manasına gelir der; yolda giderken abdestsiz abdestsiz, dua ederek Allah’a kulluk görevini yerine getiririm, gibi anlayışlarla bu işi devreden çıkarabilir.

Bir de Kur’an’ın Allah’la irtibatını kesmek isteyenler var. Bunu eskiden de çok az söyleyenler olmuş, şimdi de Türkiye’de de söyleyenler var, Kur’an Cebrail’in sözüdür diyorlar. Buna da delil olarak Tekvir suresindeki bir ayet-i kerimeyi delil getiriyorlar: “Bu değerli bir elçinin sözüdür.” Peki, ama Kur’an’da iki tane ayet var bu konuda. Bir de el-Hakka suresinde var. O da aynı. Orada kastedilen de Muhammed aleyhisselam. O zaman Kur’an’da çelişki mi var, bir tarafta Cebrail’in sözü diğer tarafta Muhammed aleyhisselam’ın sözü var diyecek. Kur’an’da çok kez tekrarlanır: İndiren Allah (c.c)’dır. Ama Cebrail’in sözü derken Cebrail’in dilinden döküldüğü manasındadır. El-Hakka suresinde de Muhammed aleyhisselam’ın dilinden dökülüyor. Yoksa söz ve mana Allah (c.c)’a aittir. Ama sözler Arabın sözü. Doğru, zaten Kur’an bunu ifade ediyor, Arapça olarak indirdik diyor. Kastedilen insanlık, gönderilen Muhammed aleyhisselam, bildiği dil Arapça. Öyleyse Arap dili üzerine indiriliyor fakat kelimelerin dizilimi Allah’a aittir. Kelimelerin yüklendiği mana Allah’a ait. Cahiliye döneminde o kelimeleri Ebu Cehil kullanıyordu. İmru’l Kays o kelimeyi kullanıyordu, mana biliniyordu ama hani tuğla taşları şurada burada durursa tuğladır ama taş taştır. Ama Mimar Sinan’ın eline geçecek olursa Selimiye oluyor veya Süleymaniye oluyor, orada duracak olursa moloz taş olarak duruyor. Kelimeler de Allah (c.c) kelamı olarak dizilimi sağlanmış, içine mana Rabbim tarafından yüklenmiştir. Tabi Kur’an-ı Kerim’i indiren Allah (c.c) tabiatı da yaratan Allah (c.c).

Çocuklarımıza öğretirken Rabbimizin isimlerini nasıl öğretiyoruz. Sıfatlarını hayat, ilim, semi’, basar, irade, kudret, kelam ve tekvini yan yana söylüyoruz. Kelam kitaplar ile tecelli etmiş, tekvin de Rabbimin Halik ismiyle tecelli etmiş. “Kün!” Tekvin’le zaten “Kün” kelimesi aynı kökten. “Ol” demiş, kâinat ta oluşuvermiş. Peki, kâinatta mesela en çok kullandığımız su, suyun keşfi bitmiş mi. Araştırmalar devam ediyor suyun üzerinde daha. Peki, sahabe sudan ne anlıyordu. Sahabe suyla abdest alırdı, banyosunu yapardı, devesini sulardı, hurmasını sulardı. Suyla bu kadar yararlanılır diyordu ama günümüzde elektrik üretiyor insanoğlu sudan. Kur’an ayetlerinin içerisine de Rabbim, mânâyı, her çağın insanının ihtiyacını koymuş oraya. Her çağın adamı kendi ihtiyacını arıyor oradan. Hani Lokman (a.s) kendi döneminin hastalıklarının ilacını nerden bulurdu. Tabiattan, yani otlardan, madenlerden, sulardan, çeşitli şeylerden ilaç buluyordu. Peki, İbn-i Sina nerden buluyordu, günümüz eczacıları nereden buluyor, yine aynı tabiattan. Tabiat değişmiyor ama aynı tabiattan insanoğlu kendi ihtiyacını alıyor. Biz bunu tamamıyla keşfettik, bu bitmiştir, bunda daha araştırılacak bir taraf kalmamıştır demiyor ilim adamı. Karınca hakkında şu kadar doktora tezi yapılmıştır ama daha araştırmalar devam ediyor.

Aynen Allah (c.c)’ın Kur’an’daki sureleri, sureleri meydana getiren ayetleri, ayetleri meydana getiren kelimeleri de tabiattaki o binlerce mahlûk gibi kendinde her dönemin ihtiyacı olan mânâyı, ilacı bulundurmaktadır. Kur’an’ın tefsiri, tabiatın keşfi de kıyamete kadar böylece devam edecek bir Kitab-ı Kerimdir.

Peygamber Efendimiz (a.s.)’i devre dışı bırakmak isteyene Kur’an müsaade etmiyor. Niye? Peygamber sizin örneğiniz diyor. Allah’a ve Rasûlüne itaat edin diyor değil mi. Allah’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin. Allah’a itaati anladık: Kur’an’daki emir ve yasaklar. Rasûl’e itaat nasıl olacak, O’nun sünneti ile olacak. Sözleri, davranışları ve onayları bizim için delil kabul edilecek. Sonra başka bir Ayet-i Kerime’de “Allah’ın ve Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram saymayanlar” diyor kâfirler için. Allah’ın haram kıldıkları nerede? Kur’an-ı Kerimdedir. Peki, Peygamberin haram kıldıkları? O da Kur’an-ı Kerim’dedir. O zaman niye uzatıyor Allah (c.c) cümleyi. Kur’an’dadır deyiverseydi anlayıp geçecektik biz onu. “Haram veya helal kılma yetkisi yalnız Allah’adır” sözü doğrudur. Ama bu yetkiyi Rabbim Rasûlü’ne vermiştir, peygamberlerine de vermiştir, diğerlerine vermemiştir. Yani mezhep imamlarımız da haramı helal, helali haram kılamazlar. Onlar bize bildirirler, yani ben Kur’an’ı okudum şunu anladım, hadisi okudum bunu anladım derler. Onun için biz Kur’an-ı Kerimimizi iyi bilmiş olsak bu tür sözleri söyleyenlere yine Kur’an’la cevap vermek suretiyle onların planlarını boşa çıkarmış oluruz.

– Kur’an-ı Kerim’in doğru anlaşılmasında nasıl bir usul takip edilmesi gerekiyor? Herkes anlayabilir mi, yani ne kadar anlayabilir?

Şimdi herkes anlayabilir aslında. Herkes kendi kapasitesi kadar anlar. Nineniz hiç anlamadığı halde okur değil mi? Anlamasa okur mu? İsterseniz deneyin. İngilizce bir kitap verin, okuma yazması a, b, c’yi biliyorsa nineniz-dedeniz diyelim. Dede benim hatırım için şunu bir oku deyin. İngilizce bir kitap hani usulüne göre okumaz ama yarım yamalak okuyabilir; ama tam okuyamaz, hatırın için yarım sayfa okur sonra ben bunu okumam der. Ama Kur’an-ı Kerim’i haftada bir hatim eden var, ayda bir hatim eden var. Bu insanlar bir şey anlıyorlar, manada anlamasa bile. Uzaktan deniz manzarasını gören insan ne anlar. Bir şey anlamaz ama bütün vücudunda bir değişim meydana gelir, gözlerinde bir değişim meydana gelir, olumlu değişim meydana gelir. Uzaktan gülü gören adam kokusunu almadı, uzaktan gördü. Gül insanı güldürüyor. Kokuyu yanına varınca alacak, eline alınca anlayacak. Aynen Kur’an-ı Kerim de öyle. Okuyanlar doymuyor.

Türk halkı anlamadan okur, ilim adamlarımız hariç. İngiliz halkı diyelim, İranlılar diyelim, yani Arap olmayanlar anlamadan okurlar. Bunu manayı anlamasınlar anlamında söylemiyorum. Asıl, mananın anlaşılması için indirilmiş. Rabbim, anlasınlar diye indirmiş. Kur’an okuyan bir adama anlamıyorsan niye okuyorsun diye vazgeçirmek yerine, şu okuduğun Allah kelamını bir de anlasan diyerek tefsire yöneltmek, doğru olan odur. Bir şeyi eksik yapıyorsan, bırak, bunun yerine eksiğini tamamla demek daha iyidir. Onun için, daha güzel anlamak için, Allah kelamının yeryüzünde insanların tamamının söylediği sözlerden daha güzel ve doğru olduğuna yürekten inanması gerekiyor. Bizim sorunumuz burada. Adam bir konuyu araştırırken bakalım filan ne demiş diye bakıyor bu doğru değildir. Yani bakalım ben on tane adamı okudum bir on birinci adamı okuyayım anlamında bir Kur’an’a bakış var. Bir başkası da “Kur’an da böyle diyor” deyip, ayet numarasını veriyor, sure numarasını veriyor, “Kur’an böyle diyor” diyor.

Osmanlının son zamanlarında Beyoğ-lu’nda camiler var. Müslümanlar, hristiyanlar beraber yaşıyorlar. Öğle vakti olmuş, imam yok. Ezan okuyacak biri yok. Şarkıcı biri varmış Ermenilerden, sesi de güzelmiş. Komşuluk hakkı da varmış ya, kuzum çık da şu ezanı bir okuyuver, hep şarkı söyleyecek değilsin ya. Hacının hatırını kırmamış, çıkmış minareye “Allahu Ekber”i söylüyor. “Eşhedü en la ilahe illallah”ı söylemiş, “Eşhedü enne Muhammedun Rasulullah” dedikten sonra, “derler” diyor. Türkçe olarak “Müslümanlar derler” diyor. Yani bizim bilimsel havalarda İslamcı âlimler aynı şeyleri yapıyorlar. Doktoralarında, tezlerinde, makalelerinde  “Kur’an’da böyle diyor” diyorlar. Sahip çıkmıyor, ben de yüzde yüz buna katılıyorum, doğru olan budur demiyor. Allah (c.c) bize ‘’Müminler her sözü duyarlar, en güzeline uyarlar’’ buyurmuş. Peki, “en güzeli” surenin devamında: ‘’En güzel sözü de Allah indirmiştir.’’ Yeri geliyor insanlar da güzel sözler söylüyorlar. Yunanlının da, Japonun da, Hintlinin de güzel sözleri vardır. Ama o insanı da, onun aklını da, onun dilini de, onun kalemini, onun elini de yaratan Cenab-ı Allah’ın sözü bütün sözlerin önündedir.

Onun için Hucurat Suresi’nde Rabbim “Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmeyin ve geçirmeyin” buyurmaktadır. Geçenlerde birisi “Kuran’ın tarihselliğine Kur’an şahit” diyor. Yani Peygamberin zamanında onlar söylendi geçti, bugün bizi ilgilendirmiyor diyor, bu ayeti delil gösteriyor. Peygamberin önüne geçmeyin diyor adam, peki ama ayette Allah’ın da önüne geçmeyin diyor. O zaman yarış mı yapıyorlardı Ashab-ı kiram Allah’ın önüne geçeceğiz diye. Kur’an o kadar güzel ki, o kadar güzel ki… Adam kafayı takmış, Peygamberin önüne geçmeyin, geçirmeyin diyor. Bu tarihsel, nasıl geçeceğiz diyor. Ayetin devamında Allah’ın da önüne geçmeyin diyor. Allah’ın ve Peygamberin önüne geçmeyin demek Allah bir konuda bir şey söylemişse bitti, onun dediği doğrudur, onun söylediği sözün üstüne laf etmeyiz, ettirmeyiz de. Ederseler de o laf bizim kulağımıza gitmez. Peygamberin sözü de bize sahih senetle gelmişse bitti; Avrupa kriteri de olsa, hangi söz olursa olsun o söz de bizim kulağımıza gitmez. Allah’ın sözü, sonra da Peygamberin sözü bizim için ölçüdür.

Allah’ın sözüyle Peygamberin sözü çatışırsa? Bir kere çatışmaz. Birincisi bu soru var, bir soru daha var, peki Kur’an ayetiyle bilim çatışacak olursa? Çatışmaz. Niye Kur’an Allah’ın kelamıdır tabiat ta Allah’ın “Kün” emriyle olmuştur. İkisinin de sahibi Allah olduğuna göre çatışmaz. Ama çatışıyor diyor. O zaman sorun nerede? O zaman Kur’an’ı anlatanda yanlışlık var. Mesela buna bir örnek vereceğim çok değerli bir tefsir, ismini vermek istemiyorum çünkü yayılırsa tefsiri okuyan azalabilir. Diyor ki yağmur gökyüzünden gelir bulutlardan gelmez. Günümüzde bazı tabiat bilimcileri böyle diyor, inanmayın gâvur olursunuz anlamında söz ediyor. Şimdi bu değerli müfessirimizin yani binlerce sayfayı yazmış doğru şeyler yazmış o konuda bilgisinin eksikliğidir. Yani Kur’an öyle demiyor, o öyle algılıyor.  Sema deyince Kur’an’ın indiği yeri anlamış. O anda bir gaflet olmuş orada tefsiri yanlış anlama var.

Bilim adamı yanılamaz mı peki? Bilim adamlarının yanlışlarını yazan binlerce kitap yazmışlardır. Yani Kur’an’la gerçek bilim çatışmaz, sahih Sünnet’le Kur’an ayeti çatışmaz. Ama insanoğlunun aklı çatışır görebilir onu. Mesela bu konuda bir örnek var Buhari’de: Sevgili Peygamberimiz bir gün demiş ki “Hesaba çekilen azabı tadar” Hz. Aişe de demiş ki; bu sözün Kur’an’a ters. Nereye ters demiş Hz. Peygamber. O da  “Amel defteri sağdan verilenler hafif bir hesap görürler sonra mutlu olarak cennete giderler” Bu ayette azap yok diyor. Efendimiz de diyor ki karşılıklı çekişme durumuna girmiş. Adam diyor ki ben suç işlemedim. Mahşer yerinde itirazlar olacak bu defter başkasının defteri diyecek. Allah diyor ki biz onların ellerini ayaklarını konuştururuz diyor. “Elleri konuşur ayakları da şahitlik yapacak orada.” bu seferde itirazı kesilecek, karşılıklı münakaşaya girilmişse o hesapta o azabı tadacak.

Yani çatışma gibi görülen yer, aslında çatışma yok, anlayanın aklı kavrayamamış. Hz. Aişe orada anlayamamış. Peygamber Efendimiz anlatınca tamam demiş kabul etmiş. Onun için sahih Sünnetle Kur’an-ı Kerim birbiriyle çatışmazlar, tabiat bilimiyle Kur’an haberleri birbiriyle çatışmazlar.

Onun için, güzel anlamak için herkesin fasih Arapça bilecek zamanı olmaz. O zaman ne yapılır, her milletin ihtiyacını karşılayacak kadar ilim adamı yetiştirme farz-ı kifayedir denilmiş. Bu ilim adamları da samimiyetle Allah kelamının önüne hiç bir söz geçirmeden, Peygamberin önüne hiç bir kimsenin sözünü geçirmeden yetişmiş olacaklar. Beyinlerini bütün bilgilerden arındırarak Kur’an okuyacaklar. Çünkü mesela bu yaşıma kadar geldim, çevremde, köyümde okuduğum kitaplarda faydalı çok şeyler edindim ama çok yanlış şeyler de edindim. Ayırt edecek bir ölçüm de yok elimde. Ölçüm Kur’an-ı Kerim. O zaman okuyoruz diyoruz ki bütün bilgilerime şüpheyle bakıyorum, Kur’an’ın dedikleri doğrudur. Ölçüm budur.

Zaten Kur’an-ı Kerim’in terazi olarak indirildiğini bütün kitaplar Tevrat’ın, İncil’in, Zebur’un ve diğer sahifelerin de ‘‘İnsanlar adalet üzerinde ayakta dursunlar diye kitap ve nizamı indirdiğini’’ yani peygamberlerle birlikte teraziyi indirdiğini ifade ediyor Allah (c.c). Mesela inanç konusunda “Allah kaçtır” diye sorsan Türk halkına “Birdir” diyor, Amerikan halkına soracak olursan “üçtür” diyor, Çin halkına soracak olursan “hiçtir” diyor. Peki, bunu da bir karara bağlamamız gerekiyor deyip, oylamaya gidersek Çin’de hiç diyenler kazanır. Demokrasi yoluyla doğruyu bulmaya çalışırsak Amerika’da üç diyenler kazanacak. Bir sandalyenin bile kilosunu tespit sırasında oylamaya gitmiyoruz değil mi. Teraziye müracaat ediyoruz. Teraziye bakıyoruz Kur’an-ı Kerim’e o da “kul huvallahu ehad” diyor, “ve ilahukum ilahun vahid” diyor, sizin Rabbiniz tektir diyor. Terazinin dediği doğrudur. Sandalyenin kilosunu belirlemek için yedi milyar insan teraziye gider ama oylamaya gitmez. Allah (c.c), doğruları tartışılmaz Kur’an’ın birçok yerinde ben bu konuda sizi tartışmıyorum diyor. Ayet-i Kerime’de Rabbimiz “Aramızda tartışma yoktur, Allah vardır birdir.” buyuruyor. O kadar. Ben Peygamberin Allah’ına, Kitabı’na uyarım diyor Şura suresinde. Rabbimiz bize böyle dememizi öğretiyor.

– Hocam az önce belirttiğiniz bazı ilim adamlarının bu konuşmaları neden kaynaklanıyor? Niçin bir sahiplenmeme söz konusu. Ashab-ı Kiram’ın Kur’an-ı Kerim’e ittibaı, onu örnek almasıyla, Sünnet’i örnek almasıyla, bugün biz müslümanların hali arasındaki fark dünyevileşme yahut başka bir şey mi?

Şimdi bu Batı her sahamıza girmiş. Adamın evinde gördüğü, tuttuğu, baktığı Batı tarafından düzene koyulmuş. Okulumuzu o düzene koymuş, şu zamandaki uygulamada. Dedik ya Tefsir’den Arapça’dan, Hadis’ten doktora yapacak, İngilizce’den sınava tabi tutuyorlar. Bu kadar hâkim üzerimizde. Yani köle gibi kullanıyorlar, diyorlar ki İngilizce’yi bilmezsen sen Tefsir’de doktora yapamazsın, profesör olamazsın diyor. Yahu ben Kur’an üzerine profesör olacağım diyor. Olamazsın diyor adam, İngilizce, efendilerinin dilini öğrenecek. Bu kadar teslim alındıktan sonra, köle efendisinin yanında Kur’an’dan bahsedemez. Bu konuda Kur’an’da böyle diyor dese azarlayacak, ekmeğini kesecek, adamın korkusu bu endişesi bu.

Bu tür Kur’an’ı ikinci plana atanlar, Batı’nın kuralları bize yeterlidir diyenler Kuran’ı ikinci plana atalım kelimesini kullanmıyorlar ama batının değerlerini reddedemeyiz diyorlar. Avrupa birliğinin normları falan diyor, ona bir de Kur’an-ı Kerim’den delil bulmaya kalkıyor, böylece göze giriyor, göze girince ona imkânlar sunuluveriyor. O da dışarıdan böyle diyelim, efendilerimizin ekmeğini yiyelim, diyor öbür taraftan da Allah’a imanımız var bizim diyorlar. Hani Mekkeli müşrikler mallarını ayırırken “Bu putlarımıza aittir şu da Allah’a aittir” diyorlar. Yani Mekkeli müşrikler Allah’a inanmayan insanlar değiller. Ayet-i Kerime’de buyrulmuş ya “Onlara sorarsan gökle yeri kim yarattı? Allah yarattı derler” Ama Allah yeri göğü yarattı yönetimi bize bıraktı diyor adamlar. Ona da Lat, Menat gibi büyüklerimizin dediklerini uygularız devam ettiririz, biz atalarımızı ne üzerine bulduysak onu yerine getiririz diyorlar. Aynı şekilde bunlar da bizim şu anda kültür yapıcılarımızın dediğini yaparız onların yolundan gideriz, müslümanız da canım, Kur’an’a da iman ederiz havasındalar… İki tarafı da kandırma yani, Allah’ı da kandırma, çağdaş putlarını da kandırma yoluna gidiyor insanımız. Ama ikisine de yaranamaz.

Rabbim garanti veriyor “Onların dinine girmediğin sürece onlar senden razı olmaz” diyor Rabbimiz. Aslında Dışişleri Bakanlığı giriş kapısına bu ayet-i kerimeyi yazmak gerekiyor çok güzel bir hattatımız tarafından. Altına da Türkçesini. Yalnız solcu hariciyecilerimiz, sağcı hariciyecilerimiz, liberal hariciyecilerimiz, her türden hariciyecimiz seksen yıldır yaranamadıklarını görüyorlar.  O kadar ki her dediğini yerine getiriyoruz abi demelerine rağmen yok diyor hala siz bizim dediğimiz gibi yaşamıyorsunuz inandığımız gibi inanmıyorsunuz diyorlar. İnanışı tercih ediyorlar. Kıbrıs harbinde ambargo uyguladılar bize. Ermenistan bir avuç insan, onu tercih ediyorlar. AB’de Türkiye ile ikisi yan yana geldiğinde hristiyan olanı tercih ediyor adam.

Onun için Ayet-i Kerime yaşam ile tefsir ediliyor, aslında birçok Ayet-i Kerime yaşanarak tefsir ediliyor. Öylesine bir ezilmişiz ki ezikliğimizi gideremiyoruz. Hâlbuki Kur’an-ı Kerim bizi psikolojik olarak da tedavi eder. Ayet-i Kerime’de der ya “İman ediyorsanız, yüce olan sizsiniz” Peki kâfirler için ne diyor. Onlar da hayvandan da daha aşağıdadırlar diyor Burada onu aşağılamak için kullanmıyoruz bu kelimeyi. Bu değerli insanoğlu, Hz. Âdem’in torunu; inançsızlıkla değerini yetirmiş, hayvandan aşağı düşmüş. Nasıl ki kuyuya düşen koyunu itfaiye aracıyla çıkarıyoruz, insan olarak merhametimizden yapıyoruz. Bir yere kısılmış kalmış kediyi merhametimiz nedeniyle oradan kurtarıyoruz. Müslümanlar malları ve canlarıyla cihad ederler diyor ya ayet-i kerimede. İşte bu düşmüş adamı inkârlık vadisinden, çukurundan malını verip kurtarıyor, o yolda canını da veriyor. Bu adam cehenneme gidiyor, ben bunun önünü kapayayım diyor, o da geliyor vuruyor bunu. Bir insanı kurtarmak için, bir toplumu kurtarmak için malından ve canından geçiyor müslümanlarımız.

– Hocam Kur’an ehlinin fazileti hakkında neler söylebiliriz?

Onu yine sevgili Peygamberimiz (s.a.v) söylemiş: “En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğreteninizdir.” Bir kere mü’minler en hayırlı olanlardır. Beyyine süresinde “Yaradılmışların en hayırlısı mü’min insanlardır.” buyurulmuş. Peki, en kötü insanlar? Yahudiler, hristiyanlar ve topyekûn kâfirler, müşrikler. Hepsi yeryüzünün en şerlileri en zararlıları diyor ve ayrım yapmıyor. Bazıları diyor ki çok iyi hristiyanlar var, Yahudiler var. Yahu bu adam kendi canını cehenneme atıyor, o nazenin yavrusunu kıyamadığı yavrusunu, kuş sütüyle beslediği yavrusunu cehenneme atıyor. Bu adama iyi denilir mi. Bu adama dahi, bak bu yavrunun da senin canının da yanmasını istemiyoruz diyoruz. Mü’minlerin iyiliği buradan geliyor. Gel; seni yaradana, beni yaradana iman et ve onun kurallarına göre hareket et; Allahın yarattığı birilerini önüne alarak, onun değerlerini, onun kriterlerini Allahın emir ve yasaklarının önüne geçirme, canını yakma, çocuğunu yakma diyor, Müslüman. Mü’minlerin hepsi en hayırlı insanlardır.

Yeryüzünde, buna da dikkat çekmem lazım, şu an bizim hastalıklarımızdan bir tanesi de kendi mezhebinde olmayan, kendi gibi düşünmeyen müslümanların aleyhinde veryansın ediyor. Türkiye’de, İran’da, Turan’da, Malezya’da, Afganistan’da, Amerika’da, İngiltere’de, Afrika’da rengi simsiyah olmuş, kıpkırmızı olmuş, sapsarı olmuş, ne olursa olsun… Allah’ın kitabına iman etmişse, Allah’ın kitabında bildirilen iman esaslarına biat etmişse bir adam, o adamın tıraş olduğunda dökülen saçının teli inkârcı milyonlarca kâfirden daha değerlidir. Bir kere bunu bileceğiz, ayrım yapacağız burada gönül terazimizde. Bir kere terazinin bir tarafına en hatalı müslüman otursa, diğer tarafına da Allah’ın dinine harp ilan etmiş milyonlarca insan konulsa, müslüman ağır basmalıdır gönül terazimizde. Amelî olarak yanlışları da düzeltmek yine birbirimizin görevidir. İki elin kirli olsa ne yapar, iki el birbirini yıkar. Yani ben burada temizleyelim onları derken, biz temiziz anlamında değil. Benim yanlışlarım çok bol miktarda var. Hatta bir arkadaş dedi ki yahu gazetede yazılarını okuyorum hiç daha müslüman grubun aleyhinde yazı yazmadın diyor biri. Dedim ki yazacağım. Bir gün yazdım onu da makalede. Bir gün yazacağım şimdilik tespit ediyorum peki ne zaman yazacaksın dediğinde kâfirin işi bittiğinde yazacağım dedim. Onu da yazmaya başladığımda kâfirin işi bittiği zaman önce kendi hatalarımdan başlayacağım. Onu da bitiremeden ben bu dünyadan giderim, kendi hatalarımı yazmadan.

Hani, ayet-i kerimede “Bir binayı tutan tuğlalar gibi…” buyurmuş Rabbimiz.  Birbirimizi de tutacağız. Tek başına duran tuğla çocukların oyuncağı olur parçalanır, dört tuğla birbirini tutar değil mi. Üstünde bir tuğla, altında bir tuğla, sağında bir tuğla, solunda bir tuğla, altında tuğlayı tutarken aslında kendi tutuluyor tuğlalar. Edebiyatta benzeyen ve benzetilen arasındaki ilişkileri öğretirler ya, aslında biz başkasını tutarken kendimizi ayakta tutuveriyoruz.

– Hocam bizim de bugün ilahiyat camiasında gördüğümüz bazı şeyler var, bazı hocalarımızdan da görüyoruz. Mesela “1400 senedir Kur’an-ı Kerim yanlış anlaşıldı.”, “Pavlus nasıl İncil’i tahrif ettiyse, ulemanın bazısı da İslam’ı böyle tarif etmiştir.” böyle aşırı sözler duyuyoruz. Ulema yanlış anlamıştır diyorlar.

Yanlış anlamamıştır demek de doğru değil.

– Din mecrasından kaydırılmıştır manasında, kastî olarak bu gibi sözler duyuyoruz. Bunlara ne gibi cevaplar verebiliriz?

Şimdi doğusu, batısı, müslümanı, hristiyanı, oryantalistleri, şarkiyatçıları hepsi şunda ittifak etmişlerdir ki Kur’an bozulmamıştır. Lafız ve mânâ değiştirilmeden gelmiş. Bunda bir kere ittifak var yani. Hem İslam âlimleri zaten onu söylüyorlar.

Bir de Kur’an’da acaba bir eksik bulur muyuz diye yüzyıllarca değil, uzun yıllarca oryantalistlere görev vermişler. Adamlar demiş ki, hattatların yazım hataları dışında değişiklik yok. Bu garantimiz var. Anlamaya gelince; benim tefsirimi bir adam otursa, okusa şu kadar yanlış çıkarabilir. Her tefsirden çıkabilir ama ben şuna gayret ediyorum: Akaide ters düşmesin diyorum, Ehl-i Sünnet’e ters düşmesin. O benim ölçüm oldu. Ben de yeni şey söylüyorum da yeni söylediklerim akaide ve Ehl-i Sünnet’e ters düşmemesi ölçü olmazsa, bu sözü söyleyene gel sana inanıyorum deseniz, o size anlatsa diğer âlimin yüz hatası vardır diyelim ki tefsirde, bunun yüz bin hatası çıkacaktır. Onun için mantıksız bir sözdür o.

Sahabenin ittifakı vardır bazı konularda. Evet, mesela namaz kılınız diyor, buradan kastedilen o belirli hareketlerdir. Burada hiç ihtilaf yoktur. O zaman doğru anlaşılmış mı, anlaşılmış. Nasıl kılınacağı peygamberin görülmüş, o da demiş ki benim kıldığım gibi kılın. Aslında yorumdur, Peygamberimizin tefsiridir. Yani namazı tefsir ediyor benim Peygamberim. Kalkıyor kılıyor ve diyor ki böyle kılacaksınız bundan sonra beni nasıl kılarken gördüyseniz. Haccını yapıyor “Haccınızı benden böyle aldınız böyle devam ettireceksiniz’’ diyor, haccın tefsiridir şimdi o. Sahabenin orada gördüklerinde ihtilaf yok Bize kadar da gelmiş nasip olmuş dört mezhebimiz ki daha fazlaydı, bize kadar dördü gelmiş. Yani bizim Zahid Kevserî der ya, İmam Azam Ebu Hanife Kûfe’de yaşarken üç bin tane onun ayarında müctehid imam vardı. Bunlar özde ayrı değiller. Efendimiz (a.s)’in aynı hareketi bir kaç şekilde yaptığı ayrı ayrı onlara rivayet olarak gelmiş. En pratik örnek olarak diyelim: Malikiler ellerini salarak kılarlar, Hanefiler ellerini bağlayarak kılarlar. Peki, Peygamber Efendimiz kılmış mı iki şekilde, kılmış. Onun için Hanefiler vacip dememişler, farz dememişler. Niye? Diğerinin de olduğunu görmüşler ama bu senet daha kuvvetli demişler buna bağlanmışlar. Kabe’de ne yapıyoruz salıp kılanla yan yana namazımızı kılıyoruz, kıldıktan sonra da kucaklaşıyoruz. Demek ki ayrılık yok. Yani Şafi kardeşimle yan yana namazımı kılıyorum o her yatışta el hareketiyle de tekbirini getiriyor ben de tekbir kelime olarak söylüyorum ama namazı kıldıktan sonra musafaha yapıyoruz kucaklaşıyoruz yani.

Zaten o kapıyı açamazlar da. Tutmaz da. Peki, ne yapacağız bu kelimeyi nasıl anlayacağız. Bunun ben canlı örneğini de anlatayım. Bir gün biri geldi yayınevine, elinde meal var. Sever beni ben de onu severim. Şundan dolayı severim, 30-40 yıldır tanırım gayreti iyidir. “Hoca, sana da ihtiyacımız kalmadı, İmam Ebu Hanife’ye de kalmadı, İmam Şafi’ye de kalmadı. Bundan sonra Kur’anımızı okuruz, ona göre hareket ederiz.” dedi. Biz mezhep tanımayız diyor. Dedim ki senin mezhebin var. Yok dedi. Vallahi var dedim. Yemin etti o da, yok dedi benim mezhebim. Peki, Kur’an apaçık indirilmiş diyor ayet-i kerime’de, ben sana niye muhtaç olayım, niye İmam Hanife’ye muhtaç olayım. Pekâlâ dedim, Mushaf’ı açtım. Bak ayet bu. Oku da bir mana ver. Kur’an apaçık inmiş diyorsun ya, oku da bir mânâ ver dedim. Ben Arapça bilmem dedi. Ben sana ne dedim, senin mezhebin var: Meal, elindeki adamın meali, sen bu adamın mezhebindesin. İkimizin arasındaki fark şu: İmam Ebu Hanife Kur’an-ı Kerim’i okumuş, bana, şunu şöyle yaparken bunu böyle yapacaksın diyor, sen de bu arkadaş Kur’an-ı Kerimi okumuş, kenarına da yazmış sen de bunu seçmişsin. Onun anladığını anlıyorsun sen dedim. Aklına yattı ama. Doğru, ben 30 yıldır bunun mücadelesini verdim, bana bunu söyleyen olmadı. Çok münakaşalar yaptık sabah namazlarına kadar diyor bu konuda. Sen bu arkadaşın görüşünün üzerine mezhebini kuracaksın ama senin de mezhepte imamın bu adam. Peki, ne yapacaksın? Arapça’yı öğreneceksin, yeterli değil. Yine de Arapça’yı öğrendiğinde o kelimenin o manaya geldiğini öğrenmek için ilk dönem yazılmış lügatlere bakacaksın Kur’anda geçen. Halil bin Ahmed’in, Cevheri’nin Sıhah’ına, Lisanu’l Arab’a bakacaksın. Onlar da ya Şafiidir, ya Hanefidir, ya da Malikidir. Peki, bunlar Maliki oldukları için mi o manayı verir, hayır. Kur’an-ı Kerim’deki o kelimede o mana var. Uygulamada ise nasılsa onu nakletmiş bizim mezhep imamlarımız diye cevap vermiştim.

Onun için o sözü söyleyenler tutturamazlar. Şöyle tutturamazlar. Türkiye’de diyelim ki, müslüman değil ama dilcidir, iyi bir dil bilgisi vardır bir insanın ama bu adam o mantığı kabul etmez. Hani Roma Hukuku miladi 4. asırda yazılmış. O gününün dilini konuşan mı var şimdi, hayır. Peki, Roma Hukuku okutuluyor mu, okutuluyor. Kim onu tercüme etmiş, filan adam. Biri çıkıp diyecek ki ne bileyim ben bunun doğru olduğunu. Buyur sen yap diyecekler adama bu sefer. Yani o yol, yol değil. Tutmaz bir yol o.

Nasıl ki Kur’an-ı Kerim’imiz tek harfine kadar lafız olarak korunmuş, bir harf veya ilave eksiltmeyi kimse başaramamış. Bir kasıt var eksiltmeye veya değiştirmeye fakat başarılı olunamamış. Aynı şekilde Rabbim biz Kuranı Kerim’i koruduk derken yalnız lafzını değil manasını da koruma garantisi var orada. Yani onlar Rabbimi göz ardı ediyorlar. Kur’an’ın manası tahrif edilmiş diyenler Rabbimi göz ardı ediyorlar, O’nun gücünü hesaba katmıyorlar. Yalnız lafzını korumuyor Rabbim, Kur’anını koruyor. Kur’an ne idi başta tarif ettik, lafız ve manadan ibarettir dedik. İkisini de Rabbim koruyor. Ne ile koruyor? İnsanla koruyor. Kıyamete kadar bu dini koruyacak insanları Rabbim getirecektir. Biz ne yapalım, onun içine girenlerden olmak için gayret gösterelim.

– Muhterem Hocam, bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Mülâkat: Ahmet ER