İçeriğe geç

MANEVÎ BAHAR MEVSİMLERİ ve ŞÜKÜR VAZİFEMİZ

Mü’min kardeşlerimize kısa da olsa bazı tavsiyelerde bulunarak, öğrendiklerimizin karşılığındaki şükür görevimizi yerine getirmeyi kendimize bir vazife kabul etmekteyiz. İnşallah bu niyetimizi gerçekleştirme imkânına sahip oluruz.

Allah Zülcelâl Hazretleri “Şükrederseniz artırırım, nankörlük ederseniz (biliniz ki) azabım çok şiddetli olur.”[1] buyurmuştur.

Bizler bilmeliyiz ki; her nimetin şükrü kendi cinsindendir.

İlmin şükrünün de kendi cinsinden olması gerekir. Bundan dolayı Allah Zülcelâl’in inayetine güvenerek bazı hususları sizlere hatırlatmanın faydalı olacağı inancındayım.

Allah Zülcelâl, nimetlerinin sayı altına alınamayacağını bizlere bildirdiği gibi[2], akıl da bunun mümkün olmadığını idrak etmektedir.

Rabbimizin bizlere lütfettiği nimetlere ve ilahî ihsanlara bakınca, bu nimetlerin görünen ve görünmeyen nimetler diye iki cins olduğunu görmekteyiz.

Görünen nimetlerin bütünü fanî olduğu için, bir gün muhakkak bütünüyle elimizden çıkıp yok olacak şeylerdir.

Rasûl-i Ekrem Efendimizin -mealen- buyurduğu gibi “Dünya nimetlerinin bütünü zayi olup, yok olup gidicidirler. Ancak cennet ehli ve onların sahip olduğu nimetler sonsuza kadar bakidir. Fani hayatın bütün darlık sıkıntıları da fani olan nimetler gibi yok olup gidicidirler. İnsanın bütün hayatı, çile ve meşakkat içerisinde devam etse bile; ölümle birlikte hepsi sona ererek yok olup gider. Ama cehennem ehlinin sıkıntı, azap ve dertleri asla yok olup gidici olmayıp ebedidir.”

Rasûl-i Ekrem Efendimizin bu hadis-i şerifiyle bizleri uyarmasına dikkatimizi yönelterek manevî nimetleri yani görünmeyen nimetleri düşünmeli ve o nimetlerden ebediyen faydalanma imkânına sahip olmak için evvela bu nimetlerin de şükrünü edâ etmeliyiz.

Bilmeliyiz ki maddî nimetlere şeref ve değer kazandıran şey manevî nimetlerdir.

Sahip olduğumuz bir bedenimiz vardır. Bu bedene maddî yönüyle bakınca, başlangıcının, devamının, sonunun ve kabirdeki halinin tiksindirici olduğunu görürüz.

Sahip olduğumuz bu maddî beden nimetine, şeref ve değer kazandıran manevî nimetlerin başında ise hayat nimetimiz gelir. Yani bedene şeref kazandıran ruhtur. Bir yavru ölü olarak dünyaya gelince derhal toprağa gömülür. Ama canlı olarak dünyaya gelirse herkes tarafından sevilir sayılır, öpülüp koklanıp varlıkların en üstün seviyesinde bir hayata sahip olur.

Maddî hayata değer veren bu manevî nimetini de düşünelim. “Acaba ruh, kendi başına insanlığa bir değer kazandırabilir mi, kazandıramaz mı?” sorusu karşısında düşünüp araştırırsak akıl nimetini buluruz. Akıl nimetinden mahrum olan bir insanın, diğer varlıklardan daha aşağı ve kötü durumda olduğunu görmekteyiz.

Acaba akıl nimeti, ruh ve bedene sadece kendi başına bir şeref bahşedebilir mi? Bu hususu da büyük bir ciddiyetle araştırmaya muhtacız. Çünkü bazı beyinsizler, aklın hiçbir varlığa muhtaç olmayıp her şeyden üstün olduğunu iddia etmektedirler. Ama bunların haline bakınca hallerinin sözleriyle çeliştiğini görmekteyiz. Bu gafillere bakınca akılları varken, kendilerini başkalarının akıllarına muhtaç hissettiklerini görmekteyiz.

Ne gariptir ki bu gafiller kendi akıllarını bir tarafa koyup, başkalarının aklıyla yaşamak için bütün güçleriyle çalışmakta ve sözleriyle çelişen bu durumla da öğünmektedirler.

Şunu bilelim ki; akıllar aslı itibarıyla eşittir. Aklın her şeyden üstün olduğunu iddia edenler, insafla biraz düşünecek olsalar kendi akıllarının kendilerine yetmediği gibi, başkalarının akıllarının da kendilerine yetmediğini kaçınılmaz bir hakikat olarak görürüler.

Tarihte kendini en akıllı görüp insanlığa da kendini akıllılar olarak kabul ettirip yeryüzünün tanrısıyım diyenler acaba akıllı mıydılar?

Evet, akıllı diye kendilerini ve toplumlarını felaket çukurlarına sürükleyenlere örnek olan Firavun, boğulacağını anladığı an aklının üstünlüğünü terk ederek “Ben de İsrailoğullarının iman ettiği Allah’a iman ettim.”[3] diye feryat ederek cehennem çukurlarına yuvarlanmıştır.

Bazıları da akıllarıyla dünyanın en zengini olmayı düşünüp planlamıştır. Bunların örneği de Kârûn’dur. O da aklıyla büyük servetler kazanmayı düşünmüş ve de büyük servetlere sahip olmuştur. Ama sonunda bütün mal, mülk ve servetiyle yere batıp cehennem çukuruna yuvarlanmıştır.[4]

Bazı akıllılar da yeryüzünde bağlar, bahçeler, köşkler ve villalar yapmayı akıllarının karşılığı olarak görmüşler ve akıllarını bu şekilde kullanmışlardır; Ad kavmi gibi. Bunlar da Allah Zülcelâl beyan buyurduğu gibi “cennet misali köşkler” yapmışlardır. Ama sonunda şiddetli bir rüzgârla dağlar ve kayalar toz haline gelip kıyamet sabahına kadar Yemen ve Şam arasındaki sahra çöllerinde kum fırtınaları ile yer değiştirerek insanlık âlemine ibret olmaktadırlar.[5]

Bazıları da akıllarıyla, sahip oldukları güç ve kuvvetlerle mazlumları, masum yavruları, insanlık hukukunu korumaya çalışanları ezip, çiğneyip yok etmekle zulümde başarılı olmayı akıllılık saymışlardır. Aklını bu şekilde kullananların sonlarının da felaket olduğunu tarih ispat etmektedir.

Günümüzde de bunlar gibi düşünenler varlıklarını devam ettirmektedir. Etrafınıza dikkat ederseniz bu zalimleri görmeniz mümkündür. Biraz ömrünüz olursa sonlarını da görmeniz inşallah mümkün olacaktır.

Hani bu zalimlerin kendi gibi zalim olan babaları, dedeleri,

Hani dünyada emsali olmayan güçlü pehlivanlar,

Hani Firavunlar, Nemrutlar, Şeddatlar ve varisleri,

Hani Mescid-i Aksa etrafındaki bütün insanları katledip ve binaları yerle bir edenler,

Hani kayaların içerisine evler yaparak gururlananlar,

Hani İrem bağları ile öğünenler…

Bütün bu hakikatleri görerek düşünmeye başlayanlar; aklın, aklı verene muhtaç olduğunu görerek vahiyden beslendikçe hem kendine hem bütün insanlığa ve bütün âlemlere faydalı olabileceğini öğrenirler.

Vahiyle irtibat halindeki aklın insanlığa ne kadar faydalı olduğunu görmek ve öğrenmek için örnek insan olan, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa’ya dikkatimizi yöneltmeliyiz.

O buyurmuştur ki: “Allah Zülcelâl, yağmuru rahmet olarak halk edip gönderdiği gibi beni de rahmet olarak göndermiştir.”

Yağmur yağar, kabiliyetli topraklar onu bağrında toplayıp muhafaza eder. Vakti gelince bitkiler, çimenler, çiçekler, ağaçlar… canlı cansız bütün nebatat o toprakta meydana gelir. Yağmur yağar, bazı kabiliyetli kayalar suları içine çeker, yıllarca, asırlarca canlıların o sudan faydalanmasına vesile olur. Bazı sert kayalar vardır. Üzerine ne kadar yağmur yağsa da ona bir fayda sağlamaz. Ne üzerinde durur ne de içerisinde durur. Yağan yağmur üzerinden akıp gider.

Bazı akıllar güzel toprak gibidir, vahyi kabul eder. Bazı akıllar ise suları muhafaza eden kayalar gibidir. İçlerindeki ilim pınarıyla insanların gerçek hayata kavuşmalarına vesile olurlar. Bazı akıl sahipleri de kendilerini beğendikleri için sert kayalardan daha sert hale gelmişlerdir. Onlar hiçbir şeyden faydalanamazlar. Onlar için Cenab-ı Hak:

“Onların kalpleri vardır ama bunlarla (gerçekleri) idrak etmezler. Gözleri vardır ama bunlarla (hak ve hakikati) görmezler. Kulakları vardır ama onlarla (hak ve hakikati) işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da sapıktırlar (aşağıdırlar). Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.”[6] buyurmuştur.

Bu hakikatler karşısında aklın ne olduğunu düşünelim, akıldan tek başına faydalanmanın mümkün olmadığını idrak ederek, aklın şükrünü eda etmenin yolunun; aklı, vahye bağlı hale getirmekle mümkün olacağını bilelim.

Vahyin penceresinden bakabilirseniz, zerrelerden küreleri ve zerreler içerisinde kâinatı seyredebilirsiniz.

İnsan sahip olduğu akıl nimeti ile Allah’ın 9 muhatabı olmuştur. Bundan dolayı akıl çok şerefli bir nimettir. Akılla beşere muhatap olmanın, Allah’a 9 muhatap olmaktan daha mühim bir şey olmadığı inancıyla yaşayan mü’minler; akıllarını vahye teslim etmekten başka bir düşünceye sahip olamazlar.

Yaratılmış olan varlıklar için en değerli olan nimetlerden biri de zaman nimetidir. Varlığının devamı için Rabbinin ihsan ettiği nimetleri saymanın mümkün olmadığını düşünen insan, zaman nimetinin kıymetini hakkıyla takdir eder.

Aslında kişi için bir nefeslik bir zaman, dünyanın en kıymetli cevherlerinden daha kıymetlidir. Meşhurdur; “Vakitler mi kıymetli yakutlar mı kıymetlidir?” sorusunun cevabında şöyle denmiştir: “Biliniz ki vakitler kıymetlidir, çünkü vakitlerle yakutlar kazanılır ama yakutlarla vakitler satın alınamaz.” Düşünerek bakarsak ömürlerin, yılların, ayların, günlerin, saatlerin ve dakikaların başlangıcı bir nefestir.

Allah Teâlâ 9 Hazretleri vakitleri maddî yönleri itibariyle de bir yaratmamıştır: Mevsimleri ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış gibi farklı yaratmıştır. Bu maddî baharların içinde onlara değer kazandıracak manevî baharlar da yaratmıştır.

Maddî bahar mevsimlerine herkes şahid olduğu için bahse ihtiyaç yoktur. Manevî baharlara gelince, geriye dönmeden bu bahar mevsimlerinin en verimli günleri olan Zilhicce Ayı içerisinde olduğumuzu sizlere hatırlatmak isterim. Bu bahar mevsiminin bahçelerinin ne kadar verimli olduğunu görmek isteyenler iğne atsak yere düşmeyecek kadar kalabalık olan Kâbe-i Muazzama’nın etrafına baksınlar. Oraya dikkatle bakanlar, bu baharın ne kadar bereketli olduğunu öğreten bir bahçe ile karşılaşırlar.

Kâbe’ye gidenler, zahmet ve meşakkatlere katlanıp bedenî ve malî ibadetleri birleştirmiştirler. Onlar kefen misali ihramlara sarılarak dünyaya sırt çevirip her şeyden ayrılmayı düşünerek Kâbe etrafında emr-i ilahî gereği vazifelerini ifa etmektedirler. Biz de ister istemez bir gün kefene sarılacağımızı unutmayarak vahyin emir ve yasaklarına sımsıkı sarılarak hem bedenî hem de malî ibadetlerimizi gerçek manada yerine getirmeye gayret etmeliyiz. 

Bedenî ibadetlere alışkanlık kazanarak devam etmekteyiz. Ama malî ibadetlerin başında gelen bayram günü kurban kesmede bazen ihmalkârlık göstermekteyiz.

Mü’minler olarak kurban kesmeyi asla küçümsememeliyiz. Çünkü kurban kesmek bir emr-i ilahîdir. Bu emre tazim yani saygı göstermek gerekir. Bilmeliyiz ki bir şey ibadetse, ona karşı tazim gerekir. İnsanları ibadete tazim göstermelerini sağlayacak olan, kalplerindeki imanlarıdır. Allah Teâlâ 9 bir şeyi ibadet olarak bildirdiyse, onu büyük görerek tazim etmek iman sahiplerinin en mühim vazifesidir. 

Günümüzde kurban kesmenin bir vahşet ve bir israf olduğunu söyleyecek kadar sapıklaşanlara, bir hayvan katliamı olduğunu düşünecek kadar hakikatlerden uzak kalanlara, yılda bir kere olsun et yiyemeyen fakirin fukaranın ihtiyaçlarını temin için yerine getirilen bir vazife olduğunu idrak edemeyerek kurban kesmeyi küçümseyenlere yazıklar olsun.

Yeryüzünde, tarihin ilk gününden bu yana Kurban Bayramı günlerinde kesilen kurbanlardan daha fazla öldürülen masum insanlar için bu bedbahtlar niçin merhamet gösterisinde bulunarak onları düşünmemişler ve yapılanlar karşısında utanmamışlardır!     

Biliniz ki; kurban ilahî bir emirdir. Kurban bazı mezheplere göre vacip bazılarına göre ise sünnet hükmündedir. Bu farklılık bazı mezheplerin sünneti vacip hükmünde değerlendirildiklerinden dolayıdır. Bundan dolayı vacip veya sünnet diye kimse kurban ibadetini küçümsememelidir.

Şöyle bir hususu da hatırlatmak isteriz:   

Zenginlerin, yani maddî yönden müreffeh bir hayat yaşamak için her istediklerini alma imkânına sahip olanların, sadece kurban kesecek imkâna sahip olanlarla bir hayvanda ortak olarak kurban kesmemeleri gerekir. Belki de fakirler için zenginlerin bir ineği tek başlarına kurban kesmeleri gerekir.

Hayat standartlarını yükseltmek için hiçbir hususta servetlerini harcamaktan kaçınmayarak diğer insanlarla bir seviyede yaşamayanların, malî ibadet vazifelerini yerine getirirken o insanların seviyesine inmesindeki sebep nedir?

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed Mustafa Efendimizin bazen 100 deve, bazen 70 deve kurban kestiği rivayet edilmektedir. Bu husus niçin zenginlerin hatırlarına hiç gelmemektedir?

Bir diğer husus ise; kurbanda niyetin ihlâslı olması şarttır. Kesilen kurbanlara asla et yeme düşüncesi karıştırılmamalıdır. Kurban yalnız ve yalnız Allah rızası için kesilir.

Kesinlikle kurbanı kestikten sonra tartarak bedelini ödeme yoluna gidilmemelidir. Bu, ihlâsla hiçbir şekilde bağdaşmaz. Bu şekilde kesilen kurbanlar, katiyen kurban hükmünde değildir.

Kurbanlarınızı, Allah 9 rızası için kesin. Zenginler için tekrar etmek istiyorum ki fakirler gibi yedi hissede bir hisse olarak kurban keserseler kendilerinde bir eziklik hissetmelidirler.

Bu nasihatlerimiz size vaktinde ulaşırsa, duamız; Allah bayramınızı bereketli kılsın.

Eğer vaktinde ulaşmazsa, duamız, Allah geçmiş bayramınızı mübarek kılsın şeklindedir.

Selam, ilahî emirlere can u gönülden bağlanarak bunlara tazim edenler üzerine olsun.


[1] İbrâhîm, 14/7.

[2] Nahl, 16/18.

[3] Yûnus, 10/90.

[4] Kasas, 28/81.

[5] Ankebût, 29/38.

[6] A‘râf, 7/179.