Gece kendi açlığını unutup, çocuklarının midesinden gelen sesler sebebiyle uykusu kaçan, yatağın içinde habire dönüp duran baba, artık dayanamayıp kalkar ve üstünü giyer. Derdini kimseye açamayan bu adam, ev halkına sezdirmeden dışarı çıkar. Doğancılar yokuşundan Üsküdar çarşıya iner, Koca Mimar Sinan’ın yaptığı hamamın karşısında Gülfem Hatun Camii’ne varır. Cami avlusunun kuytu bir köşesinde bulunan bir buçuk iki metre uzunluğundaki taşın üzerindeki çukura elini atar ve orada bulunan paralardan o günkü ihtiyacı kadarını ayırır. Kalanını, kendisi gibi ihtiyacı olanları düşünme terbiyesi icabı, çukura geri koyar. Geçtiği yolları tekrar kat ederek ama bu sefer yüzünde tebessüm ve kalbinde meçhul sadakacıya minnet duygularıyla evine geri döner.
Yukarıda anlatılanlar birçoğumuza masal gibi geliyordur. Hatta “Hadi canım bu kadar da olmaz.” diyenlerimiz bile vardır belki de. “Değil bırakılan paraları, taşı bile söker götürürler.” dediğinizi duyar gibiyim. Maalesef her gün medyada soygun, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık haberlerini gördükçe böyle bir taşın mevcudiyetini hayal bile edemiyorsunuz değil mi? Bugün birçoğumuzun varlığından bile haberdar olmadığı bu taşlar, aslında Osmanlı toplumunda insanların birbirlerine karşı saygı ve sevgisinin derecesini ifade eden, çok yüksek ve ulvî bir anlam taşımaktaydı.
Evet, çok ilginç bir taştan bahsediyoruz. Osmanlı’da genellikle cami ve bazen de büyük meydanlar ile imaret ve kütüphane gibi sosyal hizmet veren mekânların önlerinde veya yan taraflarında bulunurdu. Bir buçuk veya iki metre yüksekliğinde granit veya granit görünümünde, üst tarafı oyulmuş silindir veya dikdörtgen sütun şeklinde olurlardı. Bu taşa “sadaka taşı” adını koymuşlardı. Özellikle yatsı namazına giden Müslümanlar, gece karanlığında o gün vermek istedikleri sadakayı o taşın oyuğuna bırakırlardı. Etraf karanlık olduğu için para bırakan kimse bilinmezdi. Aynı şekilde o gün paraya ihtiyacı olan ve fakat kimseden alma imkânı olmayan ihtiyaç içindeki bir başkası da o taşın yanından geçerken elini taşın oyuğuna sokar ve sadece ihtiyacı olduğu kadarını oradan alırdı. 17. yüzyıl İstanbul’unu anlatan bir Fransız gezgin, üzerinde para bulunan bir taşa tam bir hafta boyunca kimsenin gelmediğini yazmıştı. Bir dönem İstanbul’da 173 kadar sadaka taşının tespit edildiği belirtilmektedir. Süleymaniye Camii avlu içinde, Ayasofya Müzesi girişinde, Sultanahmet Camii`nde meydana açılan bahçe kapısın iki yanında, Üsküdar Doğancılar İmrahor Cami yanında, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii ve türbesinde, Karacaahmet’teki Miskinler Tekkesi’nin önünde bu gün hala ayakta kalan örnekleri bulunmaktadır. Sadaka taşları sadece İstanbul’da değil, Osmanlı’nın gittiği her yerde mevcuttu. Konya Gevraki Hoca Türbesinin de içinde bulunduğu Yağlıtaş Mezarlığı, Kayseri Yahyalı’daki Şeyh Yahya Türbesi, Karaman’daki İbrala Ocağı, Kastamonu’daki Nasrullah Köprüsü bunlardan sadece bir kaçıdır.
Sadaka taşları, ecdadın sadaka verirken bile nasıl bir gizliliğe riayet ettiğinin göstergesidir. Sadaka taşlarının en güzel yanı nebevî bir düstûr veren elin alan eli; alan elin de veren eli bilmemesidir. Böylece inciterek, başa kakarak, gösteriş yaparak ya da sarf ettiklerinin o maldaki muhtacın hakkı olduğunu göz ardı edip, kendisinin bir lütufta bulunduğunu zannederek, karşılığında verilen insanın izzetini ayaklar altına alarak vermeyi engellemiş olur. Gaflet ve kibirle, kendisinin sadece bir vesile olduğunu unutturmayıp, yarın belki de alan el ile veren elin yer değiştirebileceğini düşündürür insanlara sadaka taşları.
İslam’ın toplumsal yardımlaşma ruhunu iyi kavrayan atalarımız, yaptıkları hayrın içine riyâ ve kibirlenme girer, iyilik yapılan kimseler de kendilerini ezik hissederler; “günah da gizlidir, sevap da” anlayışından yola çıkarak hassas davranmışlardı. Çünkü hayatta çoğu kez ne yapıldığı kadar, onun nasıl yapıldığı da mühimdir.
Nereden nereye… Zenginin de yoksulun da asil olduğu bir medeniyetten ne hale geldik.