Uhuvvet: Asl-ı vâhidde müntesib olmak demektir ki uhuvvet-i hakîkiyye, uhuvvet-i dîniyye, uhuvvet-i vataniyye nâmlarıyla üç kısma ayrılır.
Uhuvvet-i hakîkiyye: Neseben kardeş demektir.
Uhuvvvet-i dîniyye: Hayât-ı ebediyyeyi mûcib olan din ve İslâmiyet’te ittihâd etmek demektir.
Uhuvvet-i vataniyye: Bir şehirli, bir memleketli olmak veya bir devlete mensûb bulunmak demektir.
Bunlardan uhuvvet-i dîniyye; uhuvvet-i hakîkiyye ile uhuvvet-i vataniyyeden a‘zam ve enfa‘dır. Zira bunun semeresi hem dünyevî hem uhrevî ve hem de ebedîdir. Öbürlerinin ise ancak dünyevî ve gayr-ı dâimîdir.
İşte bunun için Cenâb-ı Hak (اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ = Mü’minler hayât-ı ebediyye ve saâdet-i sermediyyeyi îcab eyleyen dîn-i celîl-i İslâm’a müntesiblerdir) buyurmuşlardır.
Ecille-i ulemâ-i İslâmiyyeden İmâm-ı Gazzâlî Hazretleri İhyâu’l-Ulûm nâm kitâb-ı âlîsinde diyor ki: Dîn-i celîl-i İslâm nazarında uhuvvet-i İslâmiyyenin derecât-ı selâsesi vardır:
Ednâ mertebesi: Bir kimse kardeş edindiği kimseyi hademesi menziline tenzîl edip malının fazlasından onun hâcetini kazâ etmektir.
Vasat derecesi: Kardeş ittihâz eylediği kimseyi kendi nefsi mesâbesine tenzîl edip bütün ahvâlinde onu nefsine müşârik kılmaktır.
A‘lâ mertebesi: Kardeş edinmiş olduğu kimseyi nefsine tercih edip onun hâcetini kendisinin hâcetine takdim etmektir.
İşte bu üçüncü mertebe mütehâbbînin müntehâ derecâtı ve sıddîkînin en son rütbeleridir ki bununla ittisafları cihetiyle (وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ) nazm-ı celîli ile ashâb-ı kirâm vasf ve senâ buyurulmuştur.
Uhuvvetin bu rütbesi hem malını hem nefsini kardeşi uğrunda feda etmek îcab eder. İşte bundan beyne’n-nâs deverân etmekte olan “Nefis her şeyden mukaddemdir.” nazariyyesinin doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira herkes menfaat-ı zâtiyye-i hasîsesini takip edecek olursa bi’z-zarûre menfaat-ı umûmiyye fevt edeceği gibi onun zımnında menfaat-ı şahsiyye dahi muhtel olur.
Fakat her ferd diğerlerinin menfaatini kendi menfaat-ı zâtiyyesi üzerine tercih edecek olursa bi’t-tab‘ diğerleri de onun menfaatini kendi menfaatleri üzerine tercih eyleyeceğinden menfaat-ı umûmiyye temin olunur, tevâzün kesb eyler. Bunun tahtında menfaat-ı husûsiyye dahi temin edilmiş olur.
Bir kimse sahâbe-i kirâmdan Hazret-i Ebû Hureyre’ye gelip “Ben seninle akd-i uhuvvet etmek isterim.” der. Ebû Hureyre Hazretleri “Uhuvvetin hakkı nedir biliyor musun?” diye sorar. O adam “Hayır, bana bildir.” der. Ebû Hureyre Hazretleri “Altın ve gümüş vesâir mâlik olduğun emvâle benden fazla istihkâkın olmamaktır.” buyurur. O adam “Ben daha henüz bu mertebeye vâsıl olamadım.” demesi üzerine Ebû Hureyre Hazretleri “Öyle ise sen benimle akd-i uhuvvet etmeğe layık değilsin.” buyurmuşlar.
Sahâbe-i Güzînden Ali b. Hüseyin Hazretleri bir kimseden sorar ki “Sizden birisi diğer birisinin cebine, kesesine elini sokup dilediği kadar para ahzedebilir mi?” O adam “Hayır.” diye cevap vermesi üzerine muşârun ileyh Hazretleri “Öyle ise sizin aranızda uhuvvet yoktur.” buyurmuşlardır.
Demek oluyor ki bir kavim arasında derecât-ı mezkûreden birine tesadüf olunursa aralarında uhuvvet-i hakîkiyye-i İslâmiyye in‘ikâd etmiş, vücûd bulmuş demektir. Yok eğer derecât-ı mezkûreden hiç birine tesadüf olunmuyorsa onların arasında nefsü’l-emrde uhuvvet-i hakîkiyye in‘ikâd etmemiş, asla vücûd bulmamış demektir. Yalnız aralarında cereyân eyleyen hâlet-i zâhiriyye, muhâlata-i resmiyye ve kizbden ibarettir. Bu da hem şer‘an ve hem aklen merdûd ve gayr-ı muteberdir.
Şu son zamanlarda İslâmlar arasındaki uhuvvet denilen hâlet işte hep böyle sûrî ve zâhirî bir nev‘ yalancılık ve uhuvvet kisvesi altında müdâhene, riyâ, nifak ve menfaat-ı şahsiyye takibinden başka bir şey demek değildir. Yoksa uhuvvet-i hakîkiyye olsa beyne’l-ümmet âsâr-ı nifaktan ibaret olan tefrika, teşettüt, fitne, fesad gibi hâlât zuhûra gelmezdi. Menfaat-ı şahsiyye peşinde koşulmazdı. Bilakis menfaat-ı umûmiyye temin olunur, salâh-ı ümmet ve selâmet-i memleket vücûd bulurdu. Halbuki bugün ahvâl ve harekât hep bunun aksinedir. Dîn-i celîl-i İslâm’da uhuvvet-i hakîkiyye-i dîniyye tâ asr-ı saadet-i nebeviyyede tesis olunmuştur.
Şöyle ki:
Cenâb-ı Fahr-ı âlem x Efendimiz sahâbe-i kirâm hazerâtı aralarında iki defa akd-ı muâhât icrâ buyurmuşlardır.
İlk defa Mekke-i Mükerreme’de hâssaten muhâcirîn-i kirâm hazerâtı aralarında akd-i uhuvvet icrâ etmişlerdi ki bu muâhât Hazret-i Ebûbekir ile Hazret-i Ömer, Hazret-i Talha ile Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Osman ile Hazret-i Abdurrahman b. Avf, Hazret-i Hamza ile Zeyd b. Hârise aralarında icrâ buyurulmuştu. O esnada Hazret-i Ali “Yâ Rasûlallah, ashâbın arasında akd-i uhuvvet icrâ buyurdun, hani benim kardeşim kimdir?” buyurmuş. Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber-i Zîşân Efendimiz “اَنَا اَخُوكَ”[1] buyurarak Zât-ı Pâk Risâletpenâhîleriyle Hazret-i Ali meyânında dahi akd-i uhuvvet icrâ buyurmuşlardır.
İkinci defa dahi Medîne-i Münevvere’de Muhâcirîn-i kiramdan kırk beş zevât ile Ensârdan kırk beş zevât aralarında akd-i muâhât icrâ buyurulmuştur. Bu akd-i uhuvvet Hazret-i Enes’in hânesinde veya Mescid-i Nebevî’de icrâ olunmuştu. Bu defasında muşârun ileyhim hazerâtından birisi vefat edince zevi’l-erhâmdan sonra kardeşi olan zât ona vâris olmak üzere bir kitap yazılmıştı. Fakat daha sonra bu hüküm nesh olunmuştur.
Cenâb-ı Peygamber-i Zîşân Efendimizin İslâmiyet’in ilk devrinde sahâbe-i kirâm arasında akd-i muâhât icrâ buyurması pek büyük bir siyaset idi. Zira sahâbe-i kirâm hazerâtı dîn-i celîl-i İslâm’a dehâletle aralarında râbıta-i dîniyye, uhuvvet-i İslâmiyye hâsıl olmuş idi ise de esâsen yek diğerlerine muhâlif ve mu‘ârız bulunan kabâil efrâdından bulundukları cihetle aralarında muhâlefet zuhur ederek râbıta-i dîniyyenin âsâr-ı fi‘liyyesi yakın zamanda iktâf edilmemek veya büsbütün halel ve fesada ma‘rûz kalmak ihtimalleri var idi.
İşte bunun için Cenâb-ı Peygamber-i Zîşân Efendimiz bir yandan sahâbe-i kirâm hazerâtına ahlâk-ı fâzıla-i Kur’âniyyeyi ta‘lîm edip bâtınlarını tasfiyeye ve itikatlarını tahkime himmet ederek ma‘nen, diğer yandan dahi akd-i muâhât icrâ edip zâhiren yek diğerlerine râbıta sa‘y ederek maddeten aralarında bulunan râbıta-i dîniyye ve uhuvvet-i İslâmiyyeyi son derece tekit ve tarsîn edip cümlesini bin vücûd olmuşçasına ittihâd ve ittifak ettirmiş idi. İşte bunun neticesi ve semeresi olarak sahâbe-i kirâm hazerâtı irâde-i vâhide üzere hareket, bir garaz, bir maksat, bir emele doğru müttefakan sa‘y ve gayret ederlerdi.
Gerek Asr-ı Saadet-i Nebeviyyede ve gerek Hulefâ-i Râşidîn devirlerinde vuku bulmuş olan bunca muvaffakiyyât ve muzafferiyyât-i azîmenin cümlesi işte bu uhuvvet-i İslâmiyyenin, meveddet-i hakîkiyyenin, ahlâk-ı fâzılanın netice ve semeresi idi.
Sadr-ı İslâm’da tesis olunan uhuvvet-i İslâmiyye ma‘nen ve maddeten metânet-i esâsiyesini muhâfaza ettikçe İslâmlar daima terakkî etmişler, daima muzafferiyyât ve muvaffakıyyâta nâil olmuşlardı. Fakat sonraları diyânet-i Muhammediyye, hükûmet-i İslâmiyyenin düşmanları bulunan fırak-ı dâlle ve münâfikîn taraftarlarından kuvvet ve satvet-i İslâmiyyenin temeli olan uhuvvet-i İslâmiyyeyi parçalamak için ehl-i İslâm arasına fitne ve fesat tohumları saçılarak İslâmlar arasında bir yandan itikat yorgunluğu ve fesâd-ı ahlak bozgunluğu ve diğer yandan fitne ve fesad ve tefrika ve teşettüt ve sefâhet baş göstermeğe başlamakla bi’z-zarûre uhuvvet-i İslâmiyye kesb-i za‘fa dûçâr olmuş bunun neticesi olarak İslâmların o parlak muvaffakıyyât ve muzafferiyyâtına durgunluk ârız olmuş idi.
Ehl-i İslâm arasında itikat ve ahlak bozgunluğu yükselince o nispette dahi uhuvvet-i İslâmiyye tedennî ve iştât etmiş ve daha sonraları kuvvet ve satvet-i İslâmiyyenin temeli olan uhuvvet-i İslâmiyye büsbütün zâil olduğundan kuvvet ve satvet-i İslâmiyye zıyâ‘a uğramış her taraf hükûmât-ı İslâmiyye muzmahil olarak bütün İslâmlar zillet ve hakarete dûçâr ve a‘dânın esaretine mahkum olmuşlardır.
Bundan sonra İslâmlar sadr-ı İslâm’da olduğu gibi ne bir hakîkî uhuvvet-i İslâmiyye akdine teşebbüs etmişler ve ne de öyle bir kuvvetli âdil hükümete nâil olmuşlardır.
Demek oluyor ki İslâmların hep çektikleri zillet ve esaret kendi itikatlarının kendi ahlaklarının kendi a‘mâllerinin seyyiesidir. El-hâsıl, muhabbet ve uhuvvetin pek çok fevâidi vardır hatta adalet bile muhabbet ve uhuvvetin halefidir. Onların bulunmadığı mevâzı‘da isti‘mâl olunur bir kavim arasında muhabbet ve uhuvvet olsa adaletten bile müstağni olurlar muhabbet ve uhuvvet mehâbetten efdaldir. Zira mehâbet nefret ve teferruku, muhabbet ve uhuvvet ise ülfet ve irtibatı îcab eder, binâenaleyh itaat-ı muhabbet itaat-ı irhâbdan efdaldir. Çünkü itaat-ı irhâb, sebebinin zevâliyle zâil olur artık ma‘rûzât-ı sâlifemiz ile uhuvvet-i hakîkiyye-i dîniyyenin fevâid-i maddiyyesi ve zevâliyle hâsıl olacak mazarrât-ı maddiyyesi anlaşıldıktan sonra biraz da uhuvvet-i mezkûrenin fevâid-i maneviyye ve uhreviyyesinden bahsedelim: Uhuvvet-i dîniyye, âlem-i âhirette en âlî derecâta nâiliyyeti îcâb eder. Çünkü Cenâb-ı Peygamber-i Zîşân Efendimiz buyurmuşlardır ki: “مَنْ آخَی اَخًا في اللهِ رَفَعَهُ اللهُ دَرَجَةً في الْجَنَّةِ لَا يَنَالُهَا بِشَيْءٍ مِنْ عَمَلِهِ = Bir kimse rızâ-yı İlâhî uğrunda diğer bir kimseyi kardeş edinmiş olursa Cenâb-ı Hak onu cennette sâir a‘mâlden hiçbiriyle nâil olamayacağı dereceye ref‘ eyler.”
Sahâbe-i kirâmdan İdrîs el-Havlânî Hazretleri Hazret-i Muâz’a hitâben “Rızây-ı İlâhî uğrunda seni kardeş edindim.” demesi üzerine muşârun ileyh Hazretleri buyurmuşlardır ki “Müjde ederim Peygamber-i Zîşân Efendimizden işittim, buyurmuşlardı ki ‘Ayın on dördüncü gecesi gibi yüzleri münevver nâstan bir tâife için yevm-i kıyâmette arş-ı a‘lânın etrafına kürsüler vaz‘ olunur. O gün herkes kıyametin hevl ve şiddetinden korktuğu halde onlar asla havf ve hüzünden vâkı olmazlar. İşte bunlar Cenâb-ı Hakkın evliyâlarıdır.’ O esnada sahâbe-i kirâmdan biri, ‘Yâ Rasûlallah onlar kimlerdir?’ diye suâl eyledi. Cenâb-ı Nebiyy-i Zîşân Efendimiz ‘هُمْ الْمُتَحَابُّونَ في اللهِ = Onlar ancak rızâ-yı İlâhî için yekdiğerlerini sevenlerdir.’ buyurmuşlardır.”
Binâenaleyh buraya kadar arz olunan tafsîlâttan muhabbet-i hakîkiyye ve uhuvvet-i İslâmiyye hem saadet-i dünyeviyyenin ve hem de saadet-i uhreviyyenin asıl ve esâsı olduğu müstebân olmaktadır.
LÜGATÇE
Akd-i muâhât: Kardeşlik akdi.
Beyne’n-nâs: İnsanlar arasında.
Derecât-ı mezkûre: Bahsi geçen dereceler.
Derecât-ı selâse: Üç derece
Deverân: Dolaşan, yaygın olan.
Ednâ: En aşağı, ilk.
Fırak-ı dâlle: Sapmış fırka, gruplar.
Hasîs: Kötü, değersiz, fena huy.
Havf: Korku.
Hevl: Korku.
İktâf: Hasat etmek, meyvesini toplamak.
İrhâb: Korkmak.
İştât: Doğrudan sapma.
Metânet-i esâsiye: Aslî dayanaklar.
Muhtel: Bozulmak, kaybolmak.
Mukaddem: Öncelikli.
Muzmahil: Çökmek, yıkılmak.
Müstebân: Âşikar, açıkça ortaya konmuş.
Müşârik: Ortak.
Sefâhet: Aşırı derecede zevk ve eğlenceye düşkün olma.
Sermediyye: Sonsuz, sürekli.
Tarsîn: Kuvvetlendirme, tekit etme.
Tedennî: Gerileme, bozulma.
Teşettüt: Dağılma.
Zevi’l-erhâm: Yakın akraba, mirasta pay sahibi olan akrabalar.
[1] Ben senin kardeşinim.