İçeriğe geç
Anasayfa » MEDRESE TAHSİLİNDE GAYE-I* – Cevâd (Medrese-i Süleymaniye Talebesi)

MEDRESE TAHSİLİNDE GAYE-I* – Cevâd (Medrese-i Süleymaniye Talebesi)

Neşre Hazırlayan: Abdullah Taha İmamoğlu

Zamanımızda ilmin en karanlık cihetlerini tenvire medar olacak nazariyeler vaz‘ı daire-i imkana girmiştir. Herhangi bir saha-i ilimde takip edilecek tarîki tayin etmek pek güç değildir. Çünkü bu hususta pek vâsi ve şümullü tetkikatta bulunmuş olan eslâf, feyyâz-ı irfanlarıyla en muktedir dimağlara bile rehberlik etmiş, bu hususta kütüphane-i marifeti tezyin eden âsâr-ı muhalledeyi erbâb-ı ilmin pîş-i tetebbuuna vaz‘ eylemiştir. Bu eserler kıymet-i eslâfı takdir ettirirken dimağ-ı beşeri cilalandırıyor. İşte bu suretle şahrah-ı temeddün ve teâlîde kat‘-ı merâhil eden beşeriyet-i mütekâmilenin ihtiyacât-ı rûhiyelerini tatmin edecek himemât-ı arifâne, tetkikât-ı hakîmâneleriyle erbâb-ı feyz ü kemâlâtın kalplerinde ibkâ-yı nâm etmişlerdir.

Yek nazarda görülüyor ki bütün şuubât-ı ilim erbabı bugün mensî ve metruk kalan medaris-i diniyede perveriş-yâb-ı kemâl olmuşlardır. Bu nokta-i nazardan dîn-i İslam’ın ilme verdiği paye, ulemaya bahşettiği meziyet, bu hususta tespit ettiği gaye, zamanın bu gaye üzerindeki tesirât-ı müdhişesi, hâl-i hazırda medrese tahsilinin gayesi mevzumuzu teşkil edecektir.

Dîn-i İslam, ilme kudsî bir mahiyet verdiği içindir ki diyânet ve medeniyet, istikmâl-i beşeriyet nokta-i nazarından ilmi tevsi‘ ve tenvîr eden birçok keşfiyât-ı cedîde ile neticelenmiş ve bu mesâi-i ilmiye neticesinde birçok mevzular tayin ederek birçok ilimler kesb-i istiklâl etmiştir. Bakınız dîn-i İslam bir taraftan اطلبوا العلم من المهد الى اللحد “Beşikten mezara kadar ilim taleb ediniz.”[1] ve (اطلبوا العلم ولو بالصين) “İlim Çin’de dahi olsa taleb ediniz.”[2]          طلب العلم فريضة على كل مسلم ومسلمة “İlim her müslüman erkek ve kadına farzdır.”[3] (لكل شيء طريق وطريق الجنة العلم “Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu da ilimdir.”[4] gibi tergibât ve teşvikât-ı nebeviyeleriyle vicdan-ı İslam’ın nur-ı ilim ve irfan ile tenvirini emrediyor. Müntesibînini tahsil-i ilme memur ediyor.

Bir taraftan (إنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ) “Allah’tan ancak âlim olan kulları korkar.” (Fatır, 35/28)  ve العلماء ورثة الأنبياء “Âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır.”[5] ve أقرب الناس من درجة النبوة أهل العلم “Peygamberlik derecesine en yakın insanlar ilim ehlidir.” [6] ve علماء أمتى كأنبياء بني إسرائيل “Ümmetimin alimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.[7] ve عالم ينتفع بعلمه أفضل من سبعين ألف عابد  “İlminden faydalanılan bir alim bin abidden daha hayırlıdır.”[8] gibi desâtir-i ezeliye ve kavânin-i nebevîye, diyânet nazarından ulemanın derece-i şeref ve menzilîni, kıymet ve ehemmiyetini, mertebe ve meziyetini beyan ediyor.

“Marifet iltifata tabidir. Müşterisiz meta zayidir.” kelam-ı hikmet, numune-i muktezasınca diğer taraftan da اتبعوا العلماء فإنهم سراج الدنيا و مصابيح الآخرة “Âlimlere tâbî olunuz. Çünkü onlar dünyanın ışığı, ahiretin kandilleridirler.”[9] Ve عظموا العلماء فإنكم تحتاجون إليهم في الدنيا والآخرة “Âlimlerinizi tazim ediniz. Çünkü siz onlara hem dünyada hem de ahirette muhtaçsınız.”[10] عَلَيْكَ بِمَجَالَسَةِ الْعُلَمَاءِ  وَاسْتِمَاعِ كَلامِ الْحُكَمَاءِ “Âlimlerin sohbetinde bulununuz. Hakimlerin kelamını dinleyiniz.”[11] (وقروا علماء امتي فانهم نجوم الارض) “Ümmetimin âlimlerine ağırbaşlı olunuz. Çünkü onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.” gibi ehâdîs-i nebeviye ile ehl-i ilme karşı ihtiramât-ı lâyıka, ta‘zimât-ı fâikanın lüzûmu cihetini tenmiye ve takviye ediyor.

İşte âlem-i İslam’ı değil hatta saha-i beşeriyeti tenvîr ve i‘lâ gayesine ma‘tuf olan bu cereyan kulûb-ı ümmette yer tutunca atâlet ve rehâvete veda edip ilmin âğuş-ı nûşinine atılmıştır. Birinci asr-ı hicrinin açmış olduğu vadi-i ilim, mümtaz simalar, müstesna dimağlar tarafından pek ziyade tevsi edilmiştir.

Âyât-ı ilâhiye, ehâdîs-i nebeviye ulemayı her şeyi tetkik ve tetebbûya memur ediyor.  الحكمة ضالة المؤمن أنى وجدها يأخذها “Hikmet mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır.”[12] Kelâm-ı nübüvvet-penâhîleri karşısında ulemâ-yı İslâm edyân-ı sâire ve mezâhib-i mevcûdeye ait kitapları Arapça’ya tercüme ile dîn-i İslâm aleyhine yağdırılan tufan-ı itiraz, bârân-ı ihtirasa karşı beşeriyeti ikna edebilecek berahîn-i muknia, delâil-i katîa ihzâr ve takviyesine daha ziyade kerem veriyordu.

Görülüyor ki bu yoldaki mesai tahammülsüz “izâle-i cehl u zulmet, hakikate nailiyet, tenvîr-i beşeriyet, harîm-i hakka dehâlet, nübüvvet-i fevz ü saadet”, gâye-i mübeccelesine ma‘tuf idi. Bu mefkûre o derece emîn ve metîn, muhkem ve rasîn idi ki karşısında bütün mevâni eriyor ve eziliyordu.

Tarîh-i ilimde yükselen nâdire-i fıtrat vücudlar, müstesnâ sîmâlar, erişilmez mefkûreler, hakikati ararken güzergâhındaki aldatıcı menfaatler, ihtiraslar… bütün mevâni ile mücadele ve mücâhedesinde devam ediyor. Mesâib-i dehrin tevâlîsi onu bu azminden ayıramıyordu.

[arabic-font]

رضبنا قسمة الجبار فينا – لنا علم وللاعداء مال)

(فان المال يفنى عن قريب – والعلم يبقى بلا زوال

[/arabic-font]

“Biz Cebbâr olanın taksimine razı olduk

Bizim için ilim, düşmanlarımız içi mal vardır

Zira mal yakın zamanda fena bulurken

İlim zevâl bulmaksızın bâkî kalır.”

Neşîde-i garrâsını düstûr-ı emel ittihâz ediyordu. Takip olunan gaye gibi ilmin bekâsı, dünya gibi mâlik fenâ-pezir olması emellerini mecrâ-yı tabiîsinden tebdil edemiyordu.

[arabic-font]هركه را در طلب علم و ادب ريخ رسد – عاقبت پاي مرادش بسر كنج رسد[/arabic-font]

“İlim ve edebi talep yolunda eziyet çeken kimsenin ayağı en nihayetinde bir hazineye ulaşır.” diye henüz erişilmeyen hazain-i maneviyeye doğru ilerliyordu… Sademât-ı dehrin, mesâib-i günün te’sirâtı bî-nihayesi karşısında,

[arabic-font]

“الدهر كالميزان يرفع ناقعا – ابدا وخفض زائدالمقدار”

“واذا تحى الانعاف عادل عدله – فى الوزن بين حديدة و نضار

[/arabic-font]

Zamanın mahkeme-i adlinde verilen muvâfık-ı ma‘delet hükümlerine rağmen o; yine pâyansız azmini, nihayetsiz sebâtını muhafaza ediyordu.. Meclîs-i ilm ü irfân, ona bir zamanın mülâzemetgâh-ı fezâil-nisârı olduğu onlara da

اقبل على النفس و استكمل فضائلها – فانت بالنفس لا بالجسم انسان fehvasınca istikmâl-i nefs, ızhâr-ı tevâzudan bir an bile hâlî kalmıyordu. Ba-husus muhâfaza-i diyânet uğrunda zamâne peyrev olur.

[arabic-font]

“كل الذنوب فان الله يغفرها – ان شبع المرا اخلاص و ايمان”

“فكل كسر فان الدين يجبره – ومالكسر قناة الدين جيران”

[/arabic-font]

düstûr-ı mübeccelinden bir dakika ayrılmazdı. Ve bütün kalpler bu uğurda hep birden çarpardı. Âlem-i medeniyette dîn-i mübînimiz için derin ve hakîki bir hürmet, bir muhabbet tevlîdine mazhar olmuşlardı. Ehl-i ilmin muhibb-i hakîkat olduğu kadar bütün efrâd-ı millet hatta muhit bile ilme âşık idi. Âlem-i İslâm’ın, hakk-ı beşeriyetin iftihar eylediği ricâl-i ilmiye fart-ı iştiğal ve gayret-i mütebbahiraneleriyle زكاة  العلم تعليمه او تدريسه “İlmin zekâtı onu öğretmektir.” mısdakınca neşr-i füyuzattan hiçbir dakika geri kalmıyorlardı.

İlim, zamanın lâ yu‘ad ve lâ yuhsâ atiyyeleri, selâtin ve hükümdarânın himayeleri, dindarların gayret ve muavenetleri, efrâdın iltifât-ı nevâz-şikarâneleri karşısında saha-i fazl ve kemalâtta kat‘-ı merâhile muvaffak oluyordu. Şahrâh-ı temeddün ve terakkide bütün sunuf-ı beşeri i‘tilaya sevk ediyordu. Bu zamanda ilmi bir maksat takip eden âlimler her türlü serbestiye mazhar olabiliyordu.

Görülüyor ki dîn-i İslâm’ın takdîr ve tebcîl eylediği gâyât, nâmütenâhi istikbâl kadar ebedidir. Bu gayeye vuslat için de bir ömür ancak kâfîdir. İşte böyle pek büyük bir zamanda tahammülsüz mücadeleler neticesinde elde edilebilecek bu gaye uğrunda ihtiyar edilen fedakârlıkların, beslenilen arzu ve emellerin nasîbedâr oldukları derece-i i‘tilayı takdir pek kolay değildir.

Malumdur ki bütün evâmir-i ilâhîye ve tekâlif-i şer‘iye aklın kemâline men‘uttur. Kemâl-i akl ise umûr-ı mâneviyeden olduğundan bir alâmet-i zâhire vaz‘ına arz-ı iftikar eder. Buna binaendir ki şer‘-i şerîf, “büluğ”u kemâl-i aklın alâmet-i fârikası olarak tanımış ve tanıtmıştır. İlmin bu gibi alâim-i zâhiresi bulunamadığındandır ki felâket, hâzıra-yı ilmimizle neticelenmiştir. Bir zamanlar iktidar ve irfân-ı âsâr ve müellefât ile isbat edilmiş ve bu muhalledât üzerinde ne hâkimâne esaslar, ne metînâne lisanlar, ne zarîfâne mukaddimeler bast u temhîd edilmiş. Koca bir ilim beş sahifelik bir sahaya sığacak derecede küçültülmüş, aynı mevzu ciltleri dolduracak derecede büyültülmüş.

Her asır ricâlinin kendine mahsûs bir tavır ve hali, neşve-i irfan ve kemali vardır. Bir zaman geldi ki ibrâz-ı fazl u kemâl, ihrâz-ı tefevvuk âdet hükmüne girdi.

Son zamanlarda müteaddid teşkilâta maruz kalan ve el’ân tesbit edilemeyen medrese tahsîlinin muhtelif teşkilâtta ki gayesine atf-ı nazar edelim.

Teşkilât-ı kadîmede yukarıdan beri zikrettiğimiz gayeden eser görülüyordu. Bunun içindir ki Rusya, Hindistan, Avusturya, Bulgaristan, Mısır, Afganistan, Kırım, Kazan’dan bir kütle-i beşer ilmin harîm-i feyz a feyzine akıyordu. Şüphe yok ki bu cûş u huruş, bu galeyan, zamanın bu mesleğe edindirdiği darbeyi idrak ediyordu. On on beş senelik mesâi-yi mütemâdiye; dersiâmlık, kürsü şeyhliği, imamlık, hatiplik, müftilik ile neticelendiği, idâme-i hayat, te’mîn-i maîşet nokta-i nazarından da -tabir-i marufu veçhile- ölmeyecek kadar bir menfaat-i dünyeviye elde edildiğini, çünkü medârisin füyûzâtı en yüksek derecede iki yüz kuruş maaş ile karşılandığını görüyordu…

Fıtrî kabiliyet, hulkî isti‘dad sunûf-ı beşeriyenin kâffesinde müsavidir. Yalnız bunun lâyık-ı vechile ihzâr ve tenmiye ve terbiye edilmesi lazımdır. Bu nokta-i nazardan evkâf bir zaman içinde mahdûd bir tahsîl neticesinde pek büyük menâfi-i maddiye, refah ve saadet-i dünyeviye elde etmek mümkün iken yalnız payitahtın on beş yirmi bin mevcutlu bir kâfile-i ilmiyeye mâlik olması hep bu gayenin, hakikat ve diyânet-i emniyesinin müsehhir ve câzibedâr te’sirâtı neticesidir. Evet, nûr-ı seyyid kân-ı ilminde bu fedakârlıkları hep bu gayeye ma‘tuf idi. Medâris-i diniye muhîtinde dinin eşi‘a-bâr olan nuru kadar kalplerde, vicdanlarda arzular besleniyordu.

Kütüb-i aliye-i diniyemiz bi-hakkın tetkik ediliyor, en müşkil, en muzlim cihetleri bile hallolunuyordu. Bu müddeamızı isbata ilmiyenin hal-i hâzır bakiyyetü’s-süyûf müderrisînini göstermek kifayet eder. Bunlar ahkâm-ı şer‘iye, kavâid ve esâsât-ı diniyemizin istihraç ve istinbâtı uğrunda öyle fedakârâne sa‘y ve ikdâm ederlerdi ki medreseden çıkıncaya kadar yazı yazamazlar. Hesap bilmezler… Bilmezlerdi. Fakat takip ettiği şu‘be-i ilimde bi-hakkın mütehassıs idiler. Esasen medeniyet ve terakkiyât-ı hâzıra da intisâb edilen şu‘be-i ilimde mütehassıs olmakla ilim ve marifeti takdir ve tebcil eylemektedir.

Medreselilerin “lâ yetezelzel” imanı, sarsılmaz itikadı, kırılmak bilmez azmi te’sîrât-ı hâriciyeden masûn olduğu zamanlarda idi. Bu mefkûre zamanın tahammül-fersa te’sîrâtına karşı bakınız ne suretle takviye ediliyordu.

(mâ ba‘di gelecek nüshaya)

*  Sebilü’r-Reşad [Sırat-ı Müstakim] Dergisi,  19 Şubat 1336/18 Şubat 1920, c. XVIII, sy. 459, s. 202-204.

[1] Kelâm-ı kibâr. Merhum muhaddis Abdülfettah Ebu Gudde, bu sözün hadis değil kelâm-ı kibar olduğunu ifade etmiştir.

[2] Beyhakî, ŞuabulÎmân, III/193.

[3] İbn Mâce, Mukaddime, 17.

[4] Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III/329.

[5] Ebû Davud, İbn Mâce.

[6] Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, I/5.

[7] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II/74.

[8] Hadisin benzeri için bkz. Tirmizî, İlim, 19.

[9] Deylemi, Müsnedü’l-Firdevs, I/556.

[10] Hadisin benzeri için bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II/369.

[11] Taberânî, Mucemu’l-Kebîr, VIII/199.

[12] Tirmizî, İlim, 19.