İçeriğe geç
Anasayfa » Metinlerarası Etkileşimlerde Münâzara İlmi

Metinlerarası Etkileşimlerde Münâzara İlmi

Münazara, genellikle sözlü ilmî tartışma olarak anlaşılır. Bunun nedeni modern dönemde bu tarz sözlü aktiviteye münâzara adının verilmesi olabilir. Ne var ki İslâmî ilimler geleneğine bakıldığında; münâzara ilmindeki kavramların, sözlü münâzaraların yanında metinler arası tartışmalarda, karşılıklı eleştiri ve reddiyelerde etkili şekilde kullanıldığı göze çarpar. Bu husus özellikle hâşiyelerde gözlemlenmektedir. Ben bu yazıda, münâzara ilminin özellikle Osmanlı döneminde teliflerde artışın yaşandığı 17. yüzyıldaki işlevinin ne olabileceğine dair fikirlerimi sunacağım. Öncelikle, münâzara ilminin mâhiyetini burada tekrar etmek yerine ekteki bilgi kartını bırakalım.

Münâzara İlminin Mebâdi-i Aşera Bilgi Kartı
1- İsim: Münazara, âdâbu’l-bahs
2- Tanım: Bir tartışmada, muhataplara yöneltilen itiraz veya cevapların mantıkî olarak doğru olup olmadığını bilmemize yarayan ilim.
3- Amaç: İlmi tartışmalarda doğrunun ortaya çıkartılması.
4- Konu: İlmi tartışmadaki muhatapların itiraz ve cevapları.
5- İlimler taksiminde yeri: Aklî ilim ve amelî ilim.
6- Yardım aldığı ilimler: Mantık, kelam/metafizik, fıkıh usulü, nahiv.
7- Kurucu: Adudiddin el-Îcî ve Şemseddin Semerkandî
8- Tahsil etmenin dini hükmü: Müstehap.
9- Önemi: Mantık kadar hayati olmasa da, mantığın pratikteki tezahürü olduğu için ona tebean önemlidir.
10- Temel problemleri: Bir iddiada bulunan kişinin önermelerinin, zikrettiği sonucu verip vermeyeceğini; bir nesneyi tanımlayan kişinin tanımının geçerli bir tanım olup olmadığını; belli şeyleri sınıflandırmaya tabi tutan kişinin bu sınıflandırmasında merkeze aldığı bölme noktasının doğru olup olmadığını incelemek.

Literatüre bakıldığında,  münâzara ilmine dair yazılmış eserlerin tamamına yakınının Osmanlı coğrafyasında kaleme alındığı görülmektedir. Tarih olarak ise bu eserlerin kâhir ekseriyetinin 1700’lü yıllardan sonra gerek telif gerekse istinsah olarak yoğun şekilde üretildiği görülmektedir. Osmanlı medreselerinin müfredat yapısı gereği, tez-antitez-sentez yaklaşımının öğrencilerin formasyonunda belirleyici olduğu bilinen bir husustur. Bu eğitim tarzının diyalektik yapısının böyle bir ihtiyaca neden olduğunu söyleyebilmekle beraber daha önceki asırlarda bu tarz bir münâzara literatürünün oluşmaması sorusu sorulabilir. Bu nedenle bu ilgi artışı için başka nedenler aramak gerekmektedir.

Özellikle mantık, kelâm ve felsefe literatürü içerik düzeyinde incelendiğinde, münâzara ilminde ele alınan temel unsurların, şerh ve hâşiyelerde görünür hale geldiklerini görülür. Örneğin, Cürcânî’nin Hâşiye alâ Şerhi’l-Metâli adlı eserine hâşiye yazmış olan İzmitî’nin eserini ele alalım. Gerek çağdaş gerekse eski müelliflerin itiraz ve eleştirilerini sık sık cevap veren İzmitî münâzara ilminde geçen tahrîru’l-murâd, sened, men, tahrîru’l-müdde‘â gibi pek çok kavramı adlarını vermeden pratik olarak kullanmaktadır: “Burada müellifin muradı tenbihtir, itiraz değil.”; “Yöneltilen bu itiraz, müellif şunu kastetseydi geçerli olurdu.”; “Bu itiraz şu gerekçeden dolayı geçersizdir.”; “Burada muhaşşilerin yanlış anlamasının sebebi şudur.” şeklinde neredeyse münâzara ilminde kullanılan tüm temel kavramlar örnekleriyle uygulanmıştır. Gerekçelendirme, kıyas formuna getirme, hatanın kaynağını izah etme, meramı izah etme, alıntıya kaynak getirme gibi metinlerarası etkileşimde ortaya çıkan tüm durumların münâzara ilminde tek tek kavram düzeyinde ele alınıp tanımlanması, şerh-hâşiye literatürü ile münâzara literatürü arasındaki irtibat ihtimalini daha da güçlendirmektedir.

Şüphesiz, tartışmalarda kimin haklı kimin haksız olduğunu belirleyen ilkeler tayin etmek, bu tayini önceleyen bir tartışma ve etkileşimin olmasını gerektirir. Dolayısıyla, 17. yüzyıldaki bu ilke belirleyen eserlerin ilgi odağı haline gelmesi bizlere yoğun metinlerarası ilişkilerin mevcudiyetini göstermektedir. Buradan şunu çıkarmak zor değildir: Münâzara ilmi, asırlar boyunca literatürü oluşan diyalektik bir metinlerarası ilişkiler ağı sonucunda ihtiyaca binaen oluşmuş, asırlar içerisinde tekâmül etmiş bir ilimdir. Biraz daha ileri gidersek, münâzara ilminin gerçek işlevi, şerh ve hâşiye literatürünün diyalektik ve etkileşimli ilişkisi göz önüne alındığında hakkıyla anlaşılabilir.

Bununla beraber şu durum da inkâr edilemez: İslam kültüründe sultanların himayesinde gerçekleştirilen ilmi tartışmalar Osmanlı’da da örnek alınmıştır ve bu durum da elbette münâzara konularının oluşmasına katkıda bulunmuştur. Bu tartışmalardaki tarafların görüşlerinin meşruiyet ve geçerliliği için bir ilke belirleme ihtiyacı da doğal hissedilmiştir. Hatta sultanların huzurundaki pek çok sözlü tartışma risalelere dökülmüş, tartışma sonrası bile etkileşimler sürmüş ve bir dizi literatür oluşmuştur (Hüsün-kubuh, Tehâfüt, yön tartışmaları gibi.)

Şunun da altını çizmek gerekir ki, argümanların mantıkî geçerliliğinin kıstaslarını belirleyen bir ilim olması dolayısıyla uygulamalı mantık olarak da adlandırılabilecek olan münâzara ilminin temel konularına bakıldığında,  mantık disiplininin adeta pratiğe dökülmüş hâli olduğu ortaya çıkmaktır: Tanım (tarif), bölme (taksim) ve önermelerde (tasdik) münâzara.

Münâzara ilminin muhtemel işlevlerine dair yukarıda sayılan hususlara ek olarak farklı işlevler de elbette mevcuttur ve birbirinden farklı âlimler münâzara ilmini değişik amaçlara vesile olarak görmüştür. Örneğin Dâvud el-Karsî’nin Şerhu’l-Velediyyeti’l-Cedîde’deki sözlerine bakılırsa, münâzara ilmi taklitten tahkike çıkmaya bir araçtır. Alana dair içerik bazında çok az çalışma yapıldığında dolayı, bu farklı işlevlere yönelik ancak temel çıkarımlar yapabilmekteyiz. Bununla beraber yapılacak temel metin okumaları bile münâzara ilminin farklı eserlerin içerisine nüfuz etmiş kavramlarını görmemize neden olmakta ve potansiyel işlevlerini keşfetmemize neden olmaktadır.