Allah ve Rasûlünü sevmenin hükmü farz-ı ayndır. İmana ve tâat u ibadete önem ve ehemmiyet kazandıran da bu sevgi ve muhabbettir. Yani tâat u ibadet bu sevgi ve muhabbetin bir meyvesidir. Sevmeden, kerhen yapılan ibadet kişiyi nasıl hedefine ulaştırır ki? Demek ki hem imanın hem de tâat u ibadetin temelinde Allah ve Rasûlünün sevgi ve muhabbeti vardır.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihat ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar.”[1]
Mü’minlerin Allah’a karşı olan tâat ve ibadetleri hep Allah’a olan sevgi ve muhabbetin bir neticesidir. Çünkü seven sevdiğinin bir dediğini iki etmez. Hemen yerine getirir. Mü’minler birbirlerine karşı sevecen, uyumlu, yumuşak huylu, mütevazı, yardımseverdirler. Hep birlikte bir vücut gibidirler. Ancak bu birlik ve beraberliklerini dağıtmak, dinden ve kimliklerinden uzaklaştırmak, onları birbirine düşürmek için fitne ve fesat tohumlarını ekmek isteyen Allah ve Peygamber düşmanlarına karşı güçlü, haşin, vakur ve onurludurlar. Onlar, Müslümanım, demekten ve İslam’ı kâmil manada yaşamaktan asla ve asla çekinmezler. İslam’ı yaşama noktasında aleyhlerinde söylenen ve söylenecek olanlardan hiç mi hiç endişe etmezler. Kınayanların kınamasına aldırış etmezler. Hiç korkmadan, İslam’ı açık bir dille açıklamaya devam ederler. İslam’ın tüm insanlığa yayılması için malları ve canları ile cihad ederler.
“İnsanlar arasında Allah’tan başkasını Ona ortak koşanlar ve onları Allah’ı sever gibi sevenler vardır. Mü’minlerin Allah’a (karşı olan) sevgisi ise daha kuvvetli daha şiddetlidir.”[2]
Yani sizin Allah’a karşı olan sevginiz, onların putlarına (kendi liderlerine, kendi yöneticilerine) olan sevgisinden daha şiddetli daha kuvvetlidir, diyor Hazret-i Allah (c.c). Eğer mü’minin Allah’a karşı olan sevgisi daha kuvvetli, daha güçlü, daha şiddetli değil ise o zaman bu âyetin hükmüne göre, imanımızdan şüphe etmemiz gerekecektir ya da imanımızın zafiyetini kabullenme zarûreti hâsıl olacaktır. Bu âyetin hükmüne istinaden bazı âlimlerimiz birinin bir kimseyi Allah’ı sever gibi sevmesinin küfür alâmeti olduğunu demişlerdir.
Tabiatta sevgi hâkimdir, diye bir söz vardır. Bu söz doğrudur. Mesela, çocuğumuzu sevdiğimiz için bağrımıza basıyoruz. Annemiz babamız bakıma muhtaç hale geldiğinde onları sevdiğimizden, onlara hizmet için her türlü zahmete seve seve katlanırız. Eşlerimize olan sevgimiz, dostlarımıza karşı olan sevgimiz bizi bir araya getiriyor. Birbirimizin işini gördürüyor, ne güzel! Peki, bu ve benzeri sevdiklerimizi yaratan kim? Allah. Sevmek için sevgiyi yaratan kim? Yine Allah. Sevdiren kim? Yine Allah. O halde bir mü’minin, Allah’ı her şeyden daha çok, daha şiddetli sevmesi gerekmez mi? Bütün sevgiler Allah’adır. Bütün övgüler medh ve senalar Allah’adır. Hamdın her çeşidi Allah’adır. Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.
Allah’ın dostluğu sadece tâat u ibadet ile kazanılamaz. Asıl dostluk, Allah’ın haram ve yasaklarından hicret etmekle mümkündür. Çünkü Allah’ın kulunu sevmiş olması, kulun da Allah’ı sevmesine sebeptir. Yani Allah, kulunu sevmedikçe kul Allah’ı sevmiş sayılmaz. Bizim Allah’ı sevmemizden ziyade Allah’ın bizi sevmiş olması önemlidir. Allah Teâla şöyle buyuruyor: “Allah onları seviyor onlar da Allah’ı severler.”[3]
Allah, kulunu sevdiği zaman onu dost edinir ve onu düşmanlarına (nefsine, şeytanına, insan şeytanlarına, nefsânî ve şehevânî arzularına) karşı korur. Ona yardım eder. Onu müptezel duruma düşürmez. Onu nefsânî ve şeytânî istek ve arzuları ile baş başa bırakmaz. Nitekim Allah Teâla şöyle buyurur:“Allah sizin düşmanlarınızı en iyi bilendir. Allah (size) dost ve yardımcı olarak kâfidir.”[4]
Kur’ân’ın ifadesi ile Allah Teâlâ’nın sevgili kulları şunlardır:
- “Allah, muttakî (mütedeyyin) olan (kullarını) sever.” Bu husus Kur’ân-ı Kerim’de üç yerde zikredilir.
2- “Allah, muhsin olan (kullarını) sever.” Bu da dört yerde zikredilir.
- “Allah, sabreden kullarını sever.”
- “Allah, çokça tevbe edenleri pak ve tertemiz olan kullarını da sever.”
- “Allah, mütevekkil (tevekkül eden) kullarını sever.”
- “Allah, adil (davranan) kullarını sever.” Bu da üç yerde zikredilir.
- “Şüphesiz ki Allah, kendi yolunda birbirine kenetlenmiş, bir bina gibi saf bağlayarak (düşmana karşı) savaşan kullarını sever.”
Konu ile alâkalı olarak Efendimiz (s.a.v)’den rivayet edilen bazı hadis-i şerifleri de nakletmek istiyorum:
“Allah, herhangi bir kulunu sevdiği zaman o kuluna herhangi bir günah zarar vermez. Günahtan tevbe eden bir kimse de günahı olmayan bir kimse gibidir.” Efendimiz bu hadis-i şerifi îrat ettikten sonra şu mealdeki âyet-i celîleyi okudu: “Muhakkak ki Allah çokça tevbe edenleri sever.” Yani Allah, bir kulunu sevince ölmezden önce o kuluna tevbeyi nasip eder. O da şartlarına uygun ve samimi bir tevbe yapınca günahları ona zarar vermez ve o günahı işlememiş gibi olur veya Allah sevdiği kulunu günah işlememe noktasında korur ve muhafaza eder demektir.
“Allah, bir kulu severse ona bela verir, eğer kul bu belaya karşı sabrederse (bu defa) onu seçer. Eğer o kul buna razı olursa (bu defa da) o kulunu ihtiyar eder (tercih eder).”
“Allah, bir kulunu severse o kulun nefsinden (kendisinden) ona bir vaiz kılar (verir). Onun kalbine, onu kötülüklerden alıkoyacak bir kuvvet koyar ki o kuvvet ona iyiliği emreder kötülükten de onu alıkoyar.”
“Allah, bir kulunu sevdiğinde onu ibtila (imtihan) eder. (Ona dert ve sıkıntılar verir.) Binaenaleyh onu aşırı bir derecede sevdiğinde bu defa onu iktina eder. “İktina nedir?” diye sorulduğunda, “Ne aile efradı bırakır ne de mal ve servet.” diye cevap verildi.”
“Allah, bir kulu için hayır murat ederse ona nefsinin ayıplarını (ve kusurlarını) gösterir.”[5]
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesi ile, Allah’ın sevmediği kimseler de şunlardır:
- “Allah, zalim olan kimseleri sevmez.” Bu âyet-i celîle, Kur’ân-ı Kerim’de yedi yerde geçmektedir.
- “Allah, haddi (hududu) aşanları sevmez.” Bu âyet-i celile üç yerde geçmektedir.
- “Allah, kâfirleri (kâfire gönül veren kâfir âşıklarını da) sevmez.” Bu âyet-i celile de iki yerde geçmektedir.
- “Şüphesiz ki Allah, kibirlenen ve övünen insanları sevmez.” Bu âyetin zikri iki yerdedir.
- “Şüphesiz ki Allah; hain, günahkâr olan kimseleri sevmez.”
- “Şüphesiz ki Allah, müfsitleri (yeryüzünde bozgunculuk yapanları) sevmez.”
- “Şüphesiz ki Allah, müsrifleri (israf edenleri) sevmez.”
- “Şüphesiz ki Allah, hainleri (her türlü hıyanet içinde olanları) sevmez.”
- “Şüphesiz ki Allah şımaranları (şımaran ve böbürlenen kimseleri) sevmez.”
Sevgi ve muhabbetin mahalli kalptir. Dil ile sadece ifade edilir. Kalpte var olan bu sevgi ve muhabbetin, hayatın her alanını kaplaması, bedenin bütün uzuvlarında müşahede edilmesi gerekir. Bunun gereğinin bir göstergesi olarak Allah Teâlâ, “Rasûlüm de ki: “Eğer (siz) Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[6] buyurur.
Allah’ı sevmek bir iddia işi değildir. İlâhî bir mesaja bağlılığın bizatihi kendisidir. O mesaj da Allah Rasûlünün yoluna tâbi olmak, o yolu izlemek, o yolun kölesi ve hizmetkârı olmaktır. Cüneyd-i Bağdâdî’nin dediği gibi:
“Bütün yollar Hakk’a vasıl olma noktasında kapalıdır (Çıkmaz yollar, felakete sürükleyen yollardır). Hakk’a, rızâ-i Bârî’ye, muhabbetullaha açık olan, izlenmesi ve uyulması zaruri olan yol müstesna. O yol Efendimiz (s.a.v)’in yoludur. O yol, sırât-ı müstakimdir. O yol, hablu’l-metîndir (Kopma bilmeyen bir iptir). O yol, ‘urvetü’l-vüskâdır (Kopma bilmeyen, sapa sağlam bir kulptur).”
O yol, yaşayan bir Kur’ân olan Efendimiz (s.a.v)’in yoludur. O yol, en emin yoldur.
Kulun, Allah’ı sevmesinin bir başka alâmeti de ölümü dost edinmesi ve ölümden sonraki hayat için yoğun bir çalışmaya girmiş olmasıdır. Çünkü ölüm, Allah’a mülâki olmanın, kavuşabilmenin anahtarı, müşahedeye girişin kapısıdır. Buhârî ve Müslim’de nakledilen bir hadis-i şerifte, Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Her kim ki Allah’a mülâki olmayı (kavuşmayı) severse Allah da onun mülâkatını sever.”
Tirmîzî’nin rivayetine göre bir adam, Efendimiz (s.a.v)’e, “Seni seviyorum.” Deyince Efendimiz (s.a.v), ona, “Fakirlik ve yoksulluğa hazır ol.” dedi. Adam, “Allah’ı seviyorum.” deyince de Efendimiz (s.a.v), ona, “Bela ve musibetlere hazır ol.” dedi.
Demek ki Allah’ı sevmenin bir bedeli de bela ve musibetlerdir. Allah’ı çok sevmenin bir alameti de Kur’ân-ı Kerim’i sevmektir. Kur’ân’ı sevmek, Ona karşı olan görevimizi icra etmekle mümkündür. Bu da Kur’ân-ı Kerim’i okumak, Onun manasına aşina olmak, manasını anlamaya gayret etmek, ferdî, ailevî ve toplumsal hayatımızı Ona göre düzenlemek, Onunla âmil olmak, başkalarının da Kur’ânî ve İslâmî bir hayatı yaşamalarını dert edinmekle olur.
Allah’ı ve Kur’ân’ı sevmenin alâmeti ise Allah Rasûlünü sevmektir. Allah Rasûlünü sevmek de şu âyetlerin hükmüne uymakla mümkündür:
“Allah Rasûlü size neyi verdi ise (neyi emretti ise) onu alın. Size neyi de yasakladı ise ondan kaçının. Allah’tan korkun, şüphesiz ki Allah’ın cezası pek çetin olandır.”[7]
“Rasûlüm de ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah ğafûrdur, rahîmdir.”[8]
“Muhakkak ki Allah Rasûlünde sizin için, Allah’ın rahmetini ve ahiretin nimetini arzulayanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnek, bir numune vardır.”[9]
Onun edebi ile edeplenmek; Ona karşı tazim, hürmet ve saygıda kusur etmemek Onun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini de sevmemekle olur.
Efendimiz (s.a.v)’i sevmenin alameti nedir? Onun sünnetini, izlediği yolu sevmek ve seve seve Onun bu nurlu yoluna revân olmaktır.
Efendimiz (s.a.v)’in sünnetini sevmenin alameti nedir? Ahiret hayatını sevmektir ve ahiret hayatının kapısı olan ölümü de sevmektir.
Ahiret hayatını sevmenin alameti nedir? Dünyayı sevmemektir. Dünyaya gönül vermemektir. Dünyayı gaye edinmek değil, gayeler üstü gayeye ulaşabilmek için dünyayı vasıta (araç) olarak kullanmaktır.
Rasûlullah (s.a.v)’ın sevgisi medhe layıktır. Zira Allah sevgisinin aynısıdır. Evliyâullâhı, âlimleri, Allah’ın muttâkî olan kullarını sevmek de böyledir. Çünkü mahbubun (sevgilinin), mahbûbu yine mahbûbdur. Mahbûbun elçisi dahi sevilir. Bütün bu sevgiler, Allah sevgisinde birleşir. Çünkü sevginin kaynağı Allah sevgisidir. Hz. Ali (r.a) der ki: “Rasûlullah (s.a.v)’a sünnetini (yolunu) sorduğumda şöyle buyurdular: “Marifet, benim sermayemdir. Akıl, dinimin esasıdır (aslıdır). Sevgi (muhabbet), temelimdir. Aşk, şevk, merkebimdir (bineğimdir). Zikrullâh (Allah’ın zikri), enîsimdir (ünsiyetimdir). Güvenmek, hazinemdir. Mahzun olmak, arkadaşımdır. İlim, silahımdır. Sabır, abamdır. Rıza, ganimetimdir. Acizlik, medâr-ı iftihârımdır. Zühd-zâhidlik, zanaatımdır (mesleğimdir). Yakîn (hakka’l-yakîn), gıdamdır. Doğruluk, şefaatçimdir. Tâat u ibadet, sevgimdir. Cihad, ahlâkımdır. Gözümün nuru (aydınlığım), namazdır.”[10]
Bir kısım Allah dostlarının muhabbetle ilgili sözleri şöyledir:
Cüneyd-i Bağdâdî diyor ki: “Yunus (a.s), iki gözü kör oluncaya kadar ağladı. Sırtı kamburlaşıncaya kadar ibadet etti. Kötürüm oluncaya kadar namaz kıldı ve şöyle buyurdu: “Ey Rabbim! Senin izzet ve celaline yemin ederim ki şayet benim ile Senin aranda ateşten bir deniz olsaydı sana olan iştiyakımdan dolayı denize dalacaktım.””
İshak b. Sa‘d b. Ebî Vakkâs (r.a)’tan rivayet ediliyor: “Babam bana dedi ki: “Abdullah b. Cahş, Uhud Savaşı gününde bana şöyle dedi: “Biz, Allah’a dua etmeyelim mi?” Böylece bir kenara çekildik. Abdullah b. Cahş şu duayı yaptı: “Ya Rabbi! Israrla senden istiyorum ki yarın düşmanla karşılaştığımda bana gücü, kuvveti şiddetli, öfkesi de şiddetli olan bir kişiyi rastlat ki Senin yolunda onunla çarpışayım. O da benimle çarpışsın. Sonra beni alıp burnumu ve kulağımı kessin, karnımı yarsın. Yarın mahşerde, Senin huzuruna vardığımda, “Ey Abdullah! Senin burnunu ve kulağını kim kesti?” diye soracaksın. Ben de diyeceğim ki: “Ey Rabbim! Senin ve Rasûlünün yolunda oldu.” Sen o zaman “Doğru söyledin.” diyeceksin.” (Vakkâs (r.a) devam eder) Ben, Uhud gününün akşamına doğru Abdullah’ı gördüm. Burnu ve kulağı kesilmiş olduğu halde ipe takılmıştı.” İşte muhabbetullâh, işte muhabbet-i Rasûlillâh…
Süfyân-ı Sevrî (k.s), “Muhabbet, Rasûlullah (s.a.v)’a tâbi olmaktır.” der.
Seriyyu’s-Sakatî (k.s) şöyle der: “Allah’ı seven yaşar, dünyaya meyleden şaşar, ahmak adam sabah ve akşam bir hiç uğruna koşar, akıllı o kimsedir ki durmadan hep kendi ayıplarını eşer.”
Yahya b. Muaz (k.s), “Muhabbetten hardal tanesi kadarı, muhabbetsiz yetmiş senelik ibadetten daha sevimli geliyor bana.” der.
Zennûn-i Mısrî (k.s), Allah’a şöyle yalvarıyor: “Ya Rabbi! Benim canımı alacağın zaman beni ölüm meleğine teslim etme. Canımı bizzat sen al. Ya Rabbi! Beni cehenneme atacaksan cehennemde baş sorumlu melek olan “Mâlik’e” teslim etme. Kendin beni cehenneme at ya Rabbi! Şayet beni cennetine koyacaksan baş sorumlu melek olan “Rıdvân’a” da beni teslim etme. Beni cennetine kendin koy ya Rabbi!”
Ya Rabbi! Sevdiklerini bize sevdir. Sevdiklerinle bizleri buluştur. Sevdiklerinle bizleri yaşat. Sevdiklerinle bizleri haşret ve sevdiklerinle bizleri Firdevs cennetinde buluştur. Âmin…
[1] Mâide, 5/54.
[2] Bakara, 2/165.
[3] Âl-i İmrân, 3/54.
[4] Nisâ, 4/45.
[5] Deylemî, Hz. Enes’ten rivayet etmiştir.
[6] Âl-i İmrân, 3/31.
[7] Haşr, 59/7.
[8] Âl-i İmrân, 3/31.
[9] Ahzâb, 33/21.
[10] Kâdı İyaz, Hz. Ali’den rivayet etmiştir.