İçeriğe geç
Anasayfa » Muhalefet Her Zaman Masum mu?

Muhalefet Her Zaman Masum mu?

İnsanın en çok hoşlandığı şeylerin başında bilinmek gelir. Bilinmek, sevilmek, methedilmek ihtirasıyla insan bazen doğru yanlış demez konuşur. Konuştukça, sesini yükselttikçe kulakların ona çevrildiğinin farkındadır çünkü.

Şu an siz bu satırları okuyorken üç kişinin daha bu yazıyı okuduğunu düşünelim. Hiç şüphe yok ki sizin de aralarında bulunduğunuz bu dört kişinin aynı satırları okuyor olması, hepinizde aynı fikirlerin çağrışacağı manasına gelmemektedir. Bu durum, okuduğunuz yazının pek çok manaya gelebilecek tarzda kaleme alınmasından değil sizin sahip olduğunuz farklılıklar sebebiyledir. Bu da garipsenecek bir şey değildir doğrusu. Çünkü her birimiz farklı ailelerin evladı olarak bu dünyaya geldik.1 Muhtelif çevrelerde, farklı insanların tesirinde büyüdük. Farklı şeyler okuduk, çok farklı telkinlerin muhatabı olduk. Nihayetinde aynı tohumlar bırakılmasına rağmen birbirinden farklı lezzetlerde ürünler veren toprak misali, aynı telkinlerden farklı fikirler üreten insanlar haline geldik.

İnsanoğlunda böyle bir farklılığın var olmasını murad eden Rabbimiz; bu halimizin zarar değil de fayda doğurabilmesi için kullarını başıboş bırakmamış farklılıklarımızı insanlığın maddi ve manevi terakkisine vesile kılmamızı bizlere emretmiştir.

Hal böyle olmasına rağmen, hayra vesile olması gereken farklılıklarımız gelişmemizin önündeki en büyük engeller haline de gelebilmektedir. Hatta kemâle doğru giden müesseselerin parçalanıp dağılmasında, dile getirilen farklı düşüncelerin etkili olduğuna çok defa şahit olmuşuzdur.

Bu noktada sorulması gereken soru şu olsa gerektir: Hayırlı birlikteliklerin dağılmasına dahi sebep olabilecek bu farklı seslerin acaba ne kadarı masumdur?

Diğer bütün temayüllerimiz gibi tabiatımızda var olan ve bizi farklı kılan düşüncelerimiz, hareketlerimiz de haddini aştığı, yaratılış gayesi dışında kullanıldığında masumiyet sınırından çıkacak ve pişmanlık verecek neticelere yol açacaktır. Mühim olan, farklılığımızın sınırlarını tespit ederek onun kötülüğe alet olmasına sebep olacak hususlarda çok daha hassas davranmaktır.

Farklılığımızı kötüye kullanmaktan maksadımız, muhalif bir ses olarak dillendirdiğimiz düşüncelerimizin daima doğru olacağını zannetmemizdir.

Neden İllâ Muhalefet

İnsanı böylesine tehlikeli bir halet-i rûhiyeye sürükleyen; onun, doğru yanlış demeden, fayda zarar dengesini dikkate almadan farklı şeyler söylemesine sebep olan müessirlerin başında cehalet gelir. Cehalet denildiğinde umûmiyetle bilgisizliği, bilgi eksikliğini anlarız.

Hakkında bilgi sahibi olmamasına rağmen hangi konu olursa olsun kendini konuşmak mecburiyetinde hisseden insanların, pek çok defa genel kabule muhalif kalmalarının sebebi işte bilgi eksikliği dediğimiz bu cehalet sebebiyledir. Israrcı olunmaması halinde bu problemin halli mümkündür. Fakat cehaletin ikinci bir şekli daha vardır ki, ıstılahta cehl-i mürekkeb denilen bu durum, insanın, bir yanlışı doğru olarak kabul etmesidir. Muhalefet hastalığına mübtela olmuş kimselerin pek çoğunda bulunan asıl problem işte bu haldir. Bildiklerini kesinlikle doğru kabul eden ve bu konuda “acaba” ya dahi tahammülü olmayan insanların sürekli muhalif durumda bulunmaları, zikredilen parçalanmaların ve dağılmaların en önde gelen sebeplerindendir. Bu gibiler kendi cehaletlerinin farkına varmadıkça mensubu bulundukları müesseselerin yıkılmasına hizmetten (!) başka bir işe yaramayacaklardır. O sebeple bu insanları tanıyarak onları güzelce uyarmak vazifemiz olduğu gibi bu hatalarından vazgeçmedikleri takdirde onlarla ortak işlere girişmemek de, cemiyetin huzuru için dikkat etmemiz gereken diğer önemli bir vazifemizdir.

Kibir

Cehaletin önüne geçilmesiyle haksız yere yükselen muhalif seslerin hemen bitivereceğini zannetmeyelim. Çünkü cehaletin zıttı olan ilim, sinsi ve büyük bir tehlikeyi de beraberinde getirmektedir. Bu da büyüklenme hastalığı, kibir belasıdır. Kibir öyle bir hastalıktır ki insanoğlunun hemcinsleri nazarında değerli, büyük kabul edilmesine sebep ne varsa onların kazanılmasıyla daha da artar. İlmimiz ibadetimiz artar, ilmimizle ibadetimizle birlikte kibrimiz artar, malımız mülkümüz artar beraberinde kibrimiz artar, cemiyette itibarımız artar ve o nispette kibrimiz… ve sonunda kendimizi öylesine büyük kabul ederiz ki etrafımızdakilerin hepsi bizden farklı düşünsün hiç önemsemez muhalif olan söz mademki bize ait onu tartışılmaz doğru kabul ederiz. Çünkü söz büyüğündür diye inanmışızdır.

Ne zaman ki Kur’an’ın rahlesinden geçeriz, her ilim sahibinin üzerinde bir bilenin varlığını öğreniriz; Rasûlullah’ın ahlakı ile ahlaklanırız; o zaman ilmin, ibadetin, soyun sopun insana kibir değil tevazu kazandırması gerektiğini öğreniriz.

Bilinme Arzusu

Önünde diz çökmeye mecbur olduğumuz İslâm’ın edeb rahlesi bütün bunlarla birlikte bize kibrin, haksız muhalefetin sebeplerinden sadece biri olduğunu da öğretir. Onun diğer bir sebebi de toplum tarafından bilinme, tanınma ihtirasıdır. İnsanın en çok hoşlandığı şeylerin başında bilinmek gelir. Bilinmek, sevilmek, methedilmek ihtirasıyla insan bazen doğru yanlış demez konuşur. Konuştukça, sesini yükselttikçe kulakların ona çevrildiğinin farkındadır çünkü. Hele de toplumun genel kabullerinin, doğrularının aksine bir şeyler söylerse daha çabuk duyulacağından, daha çok ilgiye mazhar olacağından şüphesi yoktur insanın. O sebeple ilk başlarda acaba yanlış mıdır diyerek kırk defa düşünüp bir defa konuşmasına rağmen gördüğü iltifatlar karşısında bilinme şehvetinin mağlubu olur da keşke benden daha çok bahsedilsin arzusuyla göz göre göre yanlışın borazanlığını yapmaktan çekinmez.

Hâlbuki İslâm’ın adâbını kendine rehber kabul eden kimse, yaptıklarının kim tarafından bilinmesi gerektiğini çok iyi bilir. O bilir ki Allah’ın rızasını kazanmak için yaşanması gereken bu hayatta, yalnızca Rabbinin rızasıyla yetinmeyip başkalarının da iltifatına mazhar olmak arzusu Allah Teâlâ’nın asla razı olmayacağı bir durumdur. Hele de bu arzuya haksız ve yanlış bir şekilde ulaşılacaksa…

Hatırladığımız, hatırlatmak istediğimiz bu üç maddenin yanında haksız muhalefete sebep olabilecek daha pek çok ahlâkî zaaf akla gelebilir. Önemli olan böyle zaafların yalnızca öteki insanlarda değil bizde de var olabileceği gerçeğini kabul etmemiz ve onları tesbit ve tedavi için samimi olarak çaba sarf etmemizdir.

Sevgili Peygamberimizin öğrettiği güzel bir dua ile buyurun tedaviye başlayalım:

“Ya Rabbi! Bizlere, hakkı hak olarak görebilmeyi ve ona tabi olmayı; bâtılı da bâtıl olarak görebilmeyi ve ondan kaçınmayı nasib eyle.”

“Allah’ım fizikî yaratılışımızı güzel eylediğin gibi ahlâkımızı da güzel eyle.”

Allah muvaffak eylesin. i

1             Gerçi bir bebeğin üzerinde müessir olan şeylerin sadece anne-babayla sınırlı olduğunu hiçbirimiz iddia edemeyiz. O sebeple aynı anne babanın evladı olan iki kimseyi de yukarıdaki satırların şümulüne dahil etmemizde hiç bir beis gözükmemektedir.