Malûmunuz olsun ki; cihan, bir muhabbet mektebidir. Kâinatta en açık tezahür, muhabbet cereyanlarıdır. Zerresinden küresine kadar varlıklar muhabbet ve cazibe akışlarıyla doludur. Hayat, muhabbet gayesiyle açılmış bir imtihan salonudur. Bu cihetle muhabbet, hilkatin en bol sermayesi; yaşayanların en tatlı gıdası ve pek asîl duygusudur.
İnsan, varlığın en üstün ve örnek kıymeti olduğundan, en ince ve derin muhabbetler onda gizlidir. Lâkin unutmamak lâzımdır ki; muhabbetlerin nizamında cereyan etmemesi ve onun kötüye kullanılması pek tehlikeli ve acıdır.
Hayatta en büyük felâketler, muhabbetlerin kötüye kullanılmasından doğmuştur. Gayeye doğru akmayan, meşru ve mâkul raydan çıkıp dağılan muhabbetler; perişanlıktan, nedâmetlerden başka bir netice vermez.
Muhabbetlerin nizamı Allah muhabbetine bağlanmakla meydana gelir. Her hangi bir muhabbetin ucu, Allah’a bağlanmadıkça lezzet olmaktan çıkar.
Muhabbetin saadet getirmesi; kalbi, ilâhî aşka raptetmekle mümkündür. Allah sevgisi karışmayan ürperişler; sahte ve tehlikelidir. Zira Allah’sız kalplerin bütün ümit ve emelleri erimeğe mahkûmdur. Onların, fânilik rüzgârlarıyla sararan gönülleri; hazan bahçelerine benzer, dâimî bir azap sarılığı ve ıztırap solgunluğu içinde kıvranıp dururlar.
İlâhî muhabbetin rahmet eliyle okşanmayan başlar; yetimlerin dağınık perçemlerinden daha çok hazin ve ikbalsizdir. Fâniliğin dar hududunu, ölümün âteşîn çemberini aşamayanlara muhabbet saadeti yoktur. İlâhî saltanatın aşk nağmeleri, hak tesisatı mahfuz kalmış kalplerin iman tellerinde zahir olur. Allah muhabbeti, muhabbetlerin sidret-ül müntehâsıdır. Bu muhabbet mi’racını yapamayanların, yeryüzünde sürünmekten başka vazifeleri kalmamış demektir.
Âdî muhabbetleri, gel geç emelleri, yalancı lezzetleri bırakmayanların bâkî nimetlerden nasipleri olmaz.
Allah muhabbetine ermek; maddeciliğin karanlıklarında kalan ve imansız, Kur’an’sız başlarında koyu cehennemî ıztıraplar katranlaşan mahrumlar için değil; can gözlerini iman nuruyla sürmeleyen hakîkî aydınlar içindir. Kur’an nuruna bürünemeyenlerin cehennem dumanlarında boğulmaları tabiî bir netice ve zarûrî bir âkıbettir.
Allah ve Rasûlullah muhabbeti, bütün mü’minlerin etrafında pervaneleştikleri esas nurdur. Bu nura eremeyenlerin sevgilerine inanılmaz; işlerinden bir hayır beklenmez. Kendisini, ailesini, malını, mülkünü, konu komşusunu, ahbap ve yaranını, millet ve memleketini, hattâ bütün varlıkları Allah için sevmesini bilmeyenlerin samimiyetten uzak oldukları; itimada şayan bulunmadıkları tecrübelerle sabit olan bir hakikattir.
Bundan dolayıdır ki; ciddî muhabbet olan Allah ve Rasûl muhabbetini; dinimiz iman temeli saymıştır. Mü’min olanlar, bu iman rabıtasına bağlanmadıkça aralarında saadet getirici bir muhabbet teessüs etmez.
Allah Teâlâ, âyet-i celîlede:
“O kimseler ki, iman edip ilâhî rızaya uygun, hayırlı işler yaparlar; Rahman bulunan Allah, onlar için muhabbetler ihsan buyuracaktır.” –Yâni, onları ilâhî muhabbetinde toplayacaktır- buyurmakla hakîkî muhabbetin Allah inayeti olduğu; iman ve âmâl-i sâliha gölgesi altında bulunabileceği açıklanmıştır. İşte, bu ilâhî muhabbet bakımındandır ki; gerek Rabbimize ve gerekse birbirimize karşı “hüsn-i zan” ile emrolunmuşuzdur.
Âşık maşukundan daima iyilik bekler, haberler ümit eder. Muhabbet kanununun icabı budur. Kullar da -kazara irtikâb olunmuş günahları olsa bile- Allah’tan af ve mağfiret ümit eder; günahlarının bağışlanacağına ve O’nun lûtfuyla cennetlere nâil olacağına inanır. Bu hal, Allah’ın geniş rahmetine ilticadır.
Onun için Hadîs-i Kudsî’de:
“Benim kuluma muamelem, Onun bana karşı zannına göredir.” buyurulmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîfte de, “Hüsn-i zan, güzel bir kulluk tezahürüdür” diye varid olmuştur.
Mü’minlerin aralarındaki hüsn-i zanna gelince, birbirlerini iyi görmek; her mü’min, diğer mü’min kardeşlerini kendisinden üstün tutmak; Allah’ın indinde kendisinden daha makbul olduğuna inanmaktır. Bu cihetle, yekdiğerini sevmek; istemeyerek yaptıkları kusurları -meydana çıkmadan önce- örtmeye çalışmak mü’minlik şiârıdır.
Peygamber Efendimiz, hadîs-i şerîfte, “Allah, dünyada kusurunu gizlediği kulunun kıyamet gününde de ayıplarını örtecektir.” buyurmuşlardır.
Bu hadîs-i şerîfte günahlarını gizleyen mü’minlere hüsn-i zan olunmasına işaret vardır. Yoksa her günahı alenen irtikâp eden zahir mü’minleri hoş görmek; onlara hüsn-i zan etmek dinî ve ahlâkî bir hareket ve davranış olmaz. Bilakis onlara -Allah için- buğz etmek ayn-i imandır.
Mü’minlerin birbirlerine olan sevgilerini, lisânen bildirmelerinde de birçok hayır ve bereketler vardır. Efendimiz Hazretleri, hadîs-i şerîflerinde:
“Bir kimse, diğer bir mü’min kardeşini severse: Onu sevdiğini kendisine haber versin.” buyurmuşlardır. Bu ihbar keyfiyetinde hüsn-i zanna yol, kötü zanlara sed vardır.
Bir hadîs-i şerîflerinde de:
“Ancak mü’minlerle arkadaş ol; yemeğini, muttakî, Allah adamlarından başka kimse yemesin!” buyuruyorlar.
Evet, Allah adamlarının ve ilmiyle âmil ulemânın sohbetlerinde, meclislerinde bulunmak; çok bereketli ve feyizli olur. Onların “ilmî neşeleri, rûhânî ve ahlâkî meziyetleri, takva ve salâh durumları, duaları, âhirette şefaatleri” gibi nice ganimetler kazanılır. Allah adamlarını hakîr görmek ise alçaklıktır.
Bizi, imana mazhar kılan, müslüman olmak şerefini ihsan buyuran Allah’ımıza hamd ü senalar eder, sapıkların şerrinden, hainlerin hilelerinden, müfsidlerin yoluna girmekten ona sığınırız.
Takvadan ayrılmayınız; Allah’ın rızasına koşunuz! Takva bir nur ve iç marazlarına şifadır. Daima Allah’tan afv ü mağfiret talebi üzerinde olunuz; Rasûlullahın muhabbet nuruyla gönülleriniz aydın olsun.
Ulemâ sohbetlerini, sulehâ meclislerini ganimet biliniz. Ulemâ ve sulehâ meclisleri, iki cennettir ki; içinde ilâhî aşk ile çağlayan gözler, gönüller vardır.
Sakın şeytana uymayın. Zira o, apaçık bir düşmanınızdır. Şeytan, maiyetini cehenneme çeker. Allah ise selâmet ve saadetlere davet buyurur; doğru yola yöneltir. Unutmayınız ki, son saadet muttakilerindir.[1]
[1] Bu makale Merhûm Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın “Fatih Minberinden Mü’minlere Hutbeler” (Kalem Yayınevi, 2010, İstanbul) isimli eserinden alınmıştır.