İçeriğe geç
Anasayfa » MÜNAFIK DEĞİLSEM GÜNAH İŞLEYEBİLİR MİYİM?

MÜNAFIK DEĞİLSEM GÜNAH İŞLEYEBİLİR MİYİM?

İnsanoğlunun, yalnız başına bir hayat geçiremeyeceği hepimizce bilinen bir hakikat. Zira ismini bile ünsiyet[1] kelimesinden alan insan, tabiatı itibariyle ictimâî/sosyal bir varlıktır. Böyle olduğundan dolayı da ömrü, cemiyetin sayısız tesir ve telkinleri altında geçer.

Bir insan olarak hepimizin muhatap olduğu bu telkinlerin üzerimizdeki etkisi onları kabulümüz nispetinde olacaktır. Eğer ihtiyaç hissediyor ve kalbimizi bu telkinlere açıyorsak onları rahatlıkla kabul edecek ve kendimizi, bu telkinlerin menşei olan fikriyata/kimliğe ait hissetmeye başlayarak, bir kurallar manzumesi içinde bulacağız. Bu kimliğin icabı olan prensiplere göre yaşamaya başlayacak, en azından böyle yaşamaya gayret edeceğiz. Bu gayrette aidiyet hissettiğimiz kimliğin insanlar nezdindeki itibarı, bizi istediğimiz hedefe ulaştırma hususundaki tecrübe edilmiş başarısı ve bu kimliğin mensubu olan diğer insanlarla birlikteliğimiz bizi motive edecek ve hedefimize hızla ilerlememize sebep olacaktır.

Eğitim kurumlarında, başarılı talebelerin bir üst kura yükseltilerek onlara daha iyi bir sınıfa ait oldukları hissinin yaşattırılması, bazı sportif faaliyetlerdeki kuşak geleneği ve nihayetinde manevî terbiye sahasında lâyıkı olan kimselerin zikir derslerinin yükseltilme usûlü bu müspet ilerlemeyi hızlandıracak unsurlar olarak düşünülebilir.

Aidiyet duygusunun insanı motive etmedeki, yönlendirmedeki bu fonksiyonunu iyi bilen şeytan ve yâranı, muhatapları olan kişinin Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı vasıflarla bir arada zikredilmesinden asla hoşnut olmayacaktır. Bu sebeple o kişiyle, Rabbimizin güzel kabul ettiği her şey arasına perdeler çekmeye çalışacaktır. Bu perdeleri aşmak, kendini o güzel vasıflara ait hissetmek isteyen nicelerine de varmak istedikleri makamları ulaşılmaz ve hayatı yaşanmaz kılacak denli zahmetli gösterecektir.

Çevrenizdeki herhangi bir insana “müttakî bir kul” hakkındaki düşüncelerini sorduğunuzda alacağınız cevaplar meramımızı anlatmaya kâfidir. Aldığınız cevaplar karşısında müttakî bir kulun neredeyse bir hayal mahsulü, günümüzde yaşaması asla mümkün olmayan biri olduğu kanaatine varacaksınızdır.[2] İşte bu şeytanın çok güzel bir oyunudur.

Şeytanın insanı kandırma hususunda en büyük tuzaklarından biri olan aidiyet duygusunun sûistimal edilmesi daima teyakkuzda olmayı gerektiren önemli bir tehlikedir. Bu tehlike karşısında kendimiz uyanık olduğumuz gibi etrafımızdaki insanların da bizim hatalarımız sebebiyle yanlışa sürüklenmemelerine gayret etmeliyiz. Şeytanın tuzağına düşerek İslam’ın nice güzelliklerinden mahrum kalan insanlara biz de tuz biber olmamalı –mesela muttakî bir kul olabilmek için- gayretli olan kardeşlerimize destek olmalı, ümid vermeliyiz. Böyle yapmamız halinde onların daha da gayrete geleceğini, -takva ehli olmanın icaplarını yerine getirmek için- daha da titiz davranacaklarını göreceğiz.

Böyle yapmadığımız takdirde neler olacaktır?

Ömrünün bir kısmını bizimle birlikte geçirmiş, ailesinin tesiri, çevresinin gayretiyle hasbelkader dini vazifelerini yerine getiren bir arkadaşımızın bazı yanlışlıklar yaptığını ve yaptığı bu hatalar sebebiyle Rabbimizin razı olmadığı bir zümreye nispet edildiğini farz edelim. Bu kişi -nefis sahibi her insan gibi- bu hali kabullenmeye meyyal biri olsun. Temel prensibimizde yine bir değişiklik olmayacak ve bu insan da ait olduğu kimliğin icabını yerine getirmeye başlayacaktır. Yetiştiği muhite göre belki ilk günler biraz çekinerek ama daha sonra rahatlıkla o kimliğin icaplarını yerine getirecektir. Bu sırada kendisine yöneltilen şiddetli tenkitleri belki de -nisbet edildiği kimliğinin icabı- büyük bir nimet olarak kabul edecek ve kendine yeni muhitler arayacaktır. Yani şeytanın attığı tohum insanların sulamasıyla yeşerecek ve meyve verecektir.

Müsbet ya da menfî, tarafını belli edenler için hayat bu istikamette devam edip gidiyor. Ya arada kalanlar… Hangi kimliğe mensub olduğunu kestiremeyen, inandığı gibi yaşayamayan fakat yaşadığı gibi de inanmak istemeyenler… bu arkadaşlarımızın hali ne olacak. Hep bir huzursuzluk, moral bozukluğu ve neticesinde “Amaaan canım, her şey olacağına varacak zaten.” rahatlığı (!) mı? Eğer cevap evetse -maalesef ama- yine şeytanı mutlu ediyoruz demektir.

Bu ıstırapla yaşayan arkadaşlarımıza -belki de onlardan biri olan kendimize- bir bakıverelim. Hemen pek çoğunda şu ortak noktanın bulunduğuna şahit olacağız: Allah Teâlâ’nın razı olmayacağı bir hale bürünmek endişesi. Kusursuz bir hayata sahip olamasalar da bu kaygılarında gerçekten samimi olan nice insanlar var civarımızda. Şeytan da bu samimiyetin farkında. Bu sebeple arada kalan bu insanlara farklı bir yüzle yaklaşır ve onlara endişelerini artıracak bir takım telkinlerde bulunmaktansa, eksikleriyle de olsa iyi bir mü’min oldukları yönünde telkinlerde bulunur.

Bu telkinlerin etkisini azalttığı, arada kalma hissinin şiddetlendiği dönemlerde az buçuk bir şeyler duymuş, dinlemiş olan müslüman zihni şu endişe verici soruyla baş başa kalır:

“Acaba münafık mı oluyorum?”

Münafıklık bir müslüman için gerçekten de endişe duyulacak çok tehlikeli bir kimliktir. Zira haklarında onlarca âyet ve müstakil bir sûre bulunan münafıklar cehennemin en alt tabakasına atılacak kimselerdir. O sebeple “Acaba?” sorusunun arada kalmış bu insanı meşgul etmedeki sıklığı, farkına varamadığı bir hastalığın habercisi olan ağrı ve sızıların artması gibi insanı doktora gitmeye mecbur eder. Bu ağrılar kendini hissettirdikçe “acaba” sorularına cevabın artık kendisi tarafından verilemeyeceğini anlayan insan da işin ehlini aramaya başlar. Gayet tabidir ki şeytan bu durumdan memnun olmayacaktır. Çünkü o, nispeten de olsa ağına takılan bir kişinin kaybına tahammül edemez. Çırpınmaya devam etse de avının kendi ağında kalmasını ister. Zira bilmektedir ki bir şekilde ağına düşen kimsenin İslam’la olan irtibatını kesmek ağına düşmeyenlere göre çok daha kolay olacaktır. O sebeple bu gibilere münafıklığın aslında kâfirler için söz konusu olduğunu kendisininse öyle ya da böyle mü’min bir kimse olduğunu ve herkesin hata yapabileceğini hatta onun, çevresine göre neredeyse sütten çıkmış ak kaşık olduğunu fısıldar. Gayesi, imandan çıkmadığı takdirde fiilen her türlü kötülüğü yapabileceği düşüncesini onda hâkim kılmaktır.[3] Şeytanın bu fısıltısı hedefine ulaşmak isteyen bir avcının muhatabını oyalama taktiğinden ibarettir. Böylece av, içerisinde bulunduğu halin farkına varmadan bilmediği bir ana kadar oyalanıp duracaktır.

Hayatına bu şekilde devam eden nice insanların varlığı inkâr edilemez. Bu gibi kimseler o kıvama gelirler ki ancak münafıklardan beklenebilecek nice büyük hatalar yaparlar da yine de kendilerini kandırabilirler. “Münafık olacak halimiz yok ya canım…” der, zaman zaman canları sıkıldığında, huzursuzlandıklarında kalplerini yoklar ve iz miktarda da olsa imanlarını görüp rahatlayarak hayat hengâmesine geri dönerler. Bu anlattığımız tablo başkasını değil günümüz insanını yani bizleri resmetmektedir.

Namaz ve zekât gibi dinimizin aslı-esası olan ibadetleri üşene üşene yerine getiren,

Yatsı ve sabah namazlarında camide çok görünmeyen,

Konuşmalarında yalan ve gıybet eksik olmayan,

Yalan yere yemin etmeye iyice alışan,

Verdiği sözlere sadık olmayan, va’dine riayet etmeyen,

Emaneti lâyığınca koruyup ehline verme hususunda üzerine düşen vazifeyi yerine getirmeyen,

Dini yalnızca bir tarafından tutup işine geldiği gibi kulluk eden, kendisine bir hayır dokunduğunda memnun olup, dine tutunan, bir musibete uğradığında çehresi değişen hatayı hep başkalarında arayan,

Dağlar kadar olsa da günahını bir sivrisinek kanadı kadar hafif zanneden insanlar…

Sanki biri civarımızdaki müslümanları -belki de onlardan biri olan bizi- anlatıyor. Fakat çoğu zaman olduğu gibi biz yaptığımız bu hataların farkına varamıyor ve hayatımıza bir şey olmamış gibi devam edip gidiyoruz. Zaman zaman kendimize çekildiğimizde inkâr etmediğimiz/edemediğimiz bir hakikat kalıyor sadece hayatımızda: “İnandığımız gibi yaşayamıyoruz arkadaş…” Sonra da bu cümleyi kurabilmiş olmanın verdiği rahatlıkla tekrar bu kötülüklere kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Daha fazla devam etmeyelim!

Sayılı olan nefeslerimiz daha fazla tükenmeden kendimize gelelim. Unutmayalım ki Hz. Hanzala (r.a) ve Hz. Ebubekir’in (r.a), Peygamber Efendimize (s.a.v) giderek kendilerinin münafık olduğu şeklindeki beyanları ve Hz. Ömer’in (r.a) münafıkların listesine sahip olan Hz. Huzeyfe’ye (r.a) giderek kendisinin de o listede olup olmadığını sorduran endişesi; doğruluğu tarih boyunca belki binlerce kez ispatlanmış olan şu kuralda gizlidir:

“İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız.”

Rabbimiz cümlemize, razı olacağı sahih bir inanca sahip olmayı, inandığı gibi yaşayabilen insanlarla bir araya gelebilmeyi ve hayatımızı dinimizin emrettiği şekilde devam ettirebilme kararını verebilmeyi ihsan eylesin.

 

 

[1] Civarıyla uyum halinde yaşayabilmek.

[2] Bu ifadelerle -haşa- takvanın hiçbir çaba sarf edilmeksizin elde edilebilecek bayağı ve basit bir makam olduğunu kastetmiyoruz. Fakat şunu da inkâr etmemek gerekir ki –asgarî ölçüleri nazar-ı dikkate aldığımızda- takva oldukça geniş bir Müslüman kitleyi şümûlü içerisine almaktadır. Zira tefsir kaynaklarımızda, takvanın üç mertebe olarak ele alındığına şahit olmaktayız;

[1] Allah Teâlâ’ya iman etmek ve şirkten sakınmak, [2] Farzları yerine getirip, büyük günahlardan kaçınmak ve küçük günahlarda ısrarcı olmamak, [3] İnsanı Allah’tan alıkoyan her şeyden uzak durmak.

Takvanın ifade ettiğimiz bu üç manasının şu ayet-i kerimede yer aldığı kabul edilmektedir: “İman edip, sâlih amel yapanlara, Allah’a karşı gelmekten sakındıkları (takva ile hareket edip) imanlarında sebat ettikleri ve sâlih amellerine devam ettikleri, sonra Allah’a karşı gelmekten sakınma halleri (takvaları) ve imanları sağlamlaşıp kökleştiği, daha sonra da takva şuuruyla beraber, başkalarına iyilik edip, yaptıklarını ihsan ile yaptıkları takdirde daha önce yiyip içtiklerinden dolayı bir vebal yoktur.” Maide5/93.

 

[3] Şeytanın esas hedefi ve bu hedefine varamadığı takdirde başvurduğu hilelerle ilgili olarak bkz.: Tarîkat-ı Muhammediye sf. 48 ve 241. (Tarîkat-ı Muhammediye ve Sîret-i Ahmediye, İmam Birgivî, Trc. M. Fatih Güneş, 2016, Kalem Yayınevi).