Ümmetin din ve ahlâkının şekillenmesinde idarecilerden sonra ikinci derecede tesiri olanlar âlimlerdir.
Allah Teâlâ, büyük bir iltifatta bulunarak kendi adından ilim sahibi insanlara ad vermiş, onları kitabında ulemâ (âlimler) diye isimlendirmiştir. Dini bilenlere bu adın verilmesi, o insanlar için büyük bir şereftir. Bir insan için dünyada bundan daha büyük bir rütbe düşünülemez.
Rasûlullah (sav): “İnsanlardan iki sınıf vardır ki onlar düzelirse insanlar da düzelir, şayet onlar bozulursa insanlar da bozulur. Onlar âlimler ve idarecilerdir.”[1] buyurmuştur. Mahlûkatın kurtuluşu onlara bağlı olduğu gibi âlemin hüsranı da zararı da onlara bağlıdır. Çünkü halkın hidâyet ve dalâleti onlara emanet edilmiştir. Âlimlerin faziletlisi, âlemin en faziletlisi olduğu gibi şerlisi de mahlûkatın şerlisidir.
Gerek âyet-i kerîmelerde gerekse hadîs-i şerîflerde muttakî ve rabbânî faziletli ilim sahipleri övülmüş, fâsık ve fâcirleri ise zemmedilmiştir. İyileri hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de: “Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (hakkıyla) korkar.”[2] diye buyrulmuştur.
Rasûlullah (sav) Efendimiz de: “Âlimlere hürmet ediniz, çünkü onlar peygamberlerin varisleridir. Kim onlara hürmet ederse Allah’a ve Rasûlüne hürmet etmiş olur.”[3]
“İlmi elde etmeyi istediği halde eceli gelen kişi, nebîlerle kendi arasında sadece nübüvvet farkı olduğu halde Allah Teâlâ’ya ulaşır.”[4]
“Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır. Âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından üstün gelir.”[5]
“İlim talep etmek üzere bir yola gireni, Allah (cc) cennet yollarından bir yola sokar. Melekler (de ondan) razı oldukları için, ilim talep eden kişinin bastığı yere kanatlarını sererler. Âlim olana yerde ve gökte olanlar hattâ suyun içindeki balıklar (dahi) istiğfar ederler…”[6] diye muttakî âlimler için bu müjdeleri verirken, bildiğini gizleyen âlimler için de: “İlmini gizleyene (hakkı söylemeyen kötü âlimlere) de, denizdeki balıklara, gökte uçan kuşlara varıncaya kadar her şey lanet eder.”[7] diye ikazda bulunmaktadır.
İlim öğretmek, fetvâ vermek, halkı irşâd maksadıyla vaaz ve konuşmalar yapmak, bunlar haddi zatında çok güzel hizmetlerdir. Ancak bunlar, sadece Allah Teâlâ’nın rızası için yapıldığı zaman; makam ve mevki sevgisi, mal elde etme tamahından uzak, ihlâs ile olması durumunda faydalı olur. İhlâsın alâmeti de ihtiyacın dışında dünyaya rağbet etmemektir.
Dünya muhabbetine esir olanların, ilimlerini makam, mevki ve şöhret için kullananların söyledikleri doğru ve başkalarına faydalı olsa da bunların ilimleri kendileri için âhiret zararından başka bir şey değildir.[8]
Bugün para kazanmak maksadıyla yazılan kitaplar, şan ve şöhret için verilen konferanslar, radyo ve televizyon programlarında yapılan şovlar nasıl değerlendirilmelidir?! Şeytan aleyhilla’ne bunları kandırmış. Bunlar, “kendilerinin bir şey (hakikat) üzerinde olduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar gerçekten yalancıdırlar. Şeytan onları etkisi altına aldı da kendilerine Allah’ı anmayı unutturdu. İşte onlar şeytanın yandaşlarıdır. İyi bilin ki şeytanın yandaşları hep kayıptadırlar.”[9] Bunlar, kendilerini müktedâ bih (yollarına uyulan) faziletli âlim sanıyorlar. Heyhât! Kendisi himmete muhtaç dede / Nerde kaldı başkasına himmet ede…
Rasûlullah (sav): “Kıyamet gününde en şiddetli azaba uğrayan kimse, ilmi kendisine fayda vermeyen âlimdir.”[10]
“…Bir adam ilim öğrenmiş ve öğretmiş ve kurrâ olmuş. Bu adam kıyamet günü hesap vermeye getirilir. Ona (dünyada) verilen nimetler hatırlatılır ve o da hatırlar. Ona denir ki: ‘Sen bu (akıl) nimeti ile ne amel işledin?’ O da: ‘Yâ Rabbi, ilim öğrendim ve öğrettim ve senin için Kur’ân okudum.’ der. Ona: ‘Yalan söyledin! Sen ilmi, sana âlim (müderris, profesör) desinler diye öğrendin. Kur’ânı ise, sana kurrâ, hâfız-ı kelâm desinler diye okudun ve öyle de dendi.’ denir. Sonra emredilir, ateşe atılıncaya kadar yüzü üstü sürütülür ve nihayet cehenneme atılır…”[11]
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de İsrail oğullarının avâmı (halkı) ve onların âlimleri için: “Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür! Din adamları ve âlimleri onları (halkı), günah olan sözleri söylemekten ve haram (fâiz ve rüşvet) yemekten menetselerdi ya! Yaptıkları işler (âlimlerin şahit oldukları günahı nehy etmemeleri) ne kötüdür!”[12]
Âyet-i kerîme’de avâmın işlemiş olduğu günahlar “ya’melûn” (amel) kelimesi ile âlimlerin günaha ses çıkarmamaları da “yasna’ûn” (san’at) kelimesiyle ifade edilmiştir. Burada âlimlere verilmek istenen mesaj, avâm olan halkın adet olarak, gelişi güzel işlediği günahları, sakın siz sanat haline getirerek profesyonelce işlemeyindir. Onun için, Kur’ân-ı Kerîm’de âlimleri bu âyetten daha fazla azarlayan başka bir âyet yoktur denmiştir. Menfaatlerine dokunur korkusuyla bildiklerini duyurmayan, Allah Teâlâ’nın ahkâmının çiğnenmesine sessiz kalan, haksızlıklar karşısında susan bu gibi insanların şeytandan ne farkı vardır?!
Allah Teâlâ, insanların tamamından rubûbiyetine,[13] peygamberlerden risâlet ve nübüvvet vazifelerini yapacaklarına[14] dair söz aldığı gibi, âlimlerden de ilmi gizlemeyip açıklayacaklarına dair söz aldı.[15]
Peygamberler risâlet ve teblîğ vazifelerini, canları pahasına karşılıksız yerine getirmelerine rağmen onlar hakkında Cenâb-ı Hakk: “Elbette kendilerine peygamber gönderilenlere de, gönderilen peygamberlere de mutlaka soracağız.”[16] buyurmaktadır. Ümmetlere, peygamberlerine iman edip onların yolundan gidip gitmedikleri; peygamberlere de teblîğ vazifelerini yapıp yapmadıklarından; âlimlere de ilimlerini gizleyip gizlemediklerinden sorulacaktır. İdarecilere yaranmak için hakkı gizleyip açıklamayan âlimler hem kendilerinin hem idarecilerin hem de topyekûn ümmetin adım adım felaketini hazırlarlar.
Uzun savaşlar neticesi aksayan medrese eğitimi ıslah edileceği yerde lağvedilip kaldırılmak sûretiyle İslâm’ın eğitim ve öğretimine asla müsaade edilmedi. Daha sonra başka kaygılarla bu yasak gevşetildi ama takip edilen sinsi metot ve okullarda uygulanan müfredat programlarıyla İslam’ın derinlemesine öğrenilmesinin önüne geçildi. Kurmay din adamı yerine, uzatmalı din adamı yetiştirilmesi hedeflendi. Bu cümleleri, bir zamanlar Diyanet İşlerinden sorumlu bir bakan böyle ifade etmişti. İnsan karakterini hak namına mayalayan rabbânî âlimler azalınca, kurulu düzenlerin temsilcileri, ellerindeki yetkiyi ve kendilerine uyan dünyaperest âlimleri de kullanarak halkın kabiliyetini ve karakterini bozup perişan ettiler. Hak namına mayalanması gereken nesilleri şer mayasıyla mayaladılar.
Sathî (yüzeysel) bir din anlayışı ile milleti avutup oyaladılar. Toplumun dinle temasını olabildiğince aza indirdiler. Din aleyhine olan yıkıcı akımlara ve din düşmanlarına açık kapı bırakarak dinin örselenmesine, ahkâmı ile alay edilmesine, halkın inançlarının sulandırılıp bulandırılmasına zemin hazırladılar. Bu süreçte Müslümanların akılları, inançları, hayat anlayışları, ibadet alışkanlıkları, ahlâkî yapıları, aile hayatları, edep, hayâ, ar ve namus duyguları tahrip edilerek yozlaştırıldı. Gençler azdırılıp baştan çıkarıldı. Topyekûn ümmetin hidâyet çizgisindeki istikameti ters yüz edildi. Yani eski ilâhî kitapların başına gelen tahrîfât, Müslüman şahısların başına tahrîbât olarak geldi.
Rasûlullah (sav) Efendimiz: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki onda ulemâ, köpeklerin öldürüldüğü gibi öldürülür. Nolaydı da âlimler o zaman kendilerini ahmak (aptal) gösterselerdi.”[17] Hiçbir ümmetin ulemâsının başına gelmeyen büyük bir felaket bu ümmetin ulemâsının başına geldi. Hadîs-i şerîfin son kelimesi, Râmûzu’l-ehâdîs şerhi Levâmiu’l-ukûl’da, “tehâmekû” (ahmak görünseydi) yerine, “tecâme’û” (birlik olsaydı) diye kayıtlanmıştır[18] ki bu durumda, ilim ehlinin küfür karşısında bükülmez tek bir bilek, aynı gaye için çarpan tek yürek olmaları hedef olarak gösterilmiştir.
O dönemlerde Nakşî şeyhlerinden Abdülaziz Bekkîne (rh)’nin sara tutmuş özürlüler gibi yolda giderken çapraz çapraz yürüdüğünü, Haçkalı Baba (rh)’nın şehirde on santimlik kaldırımdan inerken kendisini aptal yerine koyarak ‘Hoppa!’ diyerek atlamasının ne demek olduğunu şimdi bu hadîs-i şerîfi gördükten sonra daha iyi anlıyorum.
Bugün elde edilen bazı imkânlar, işte bu fedakâr âlimlerimizin tabir caizse merdiven altı çalışmaları ve gayretleriyle, Müslüman milletimizin de sabır ve metânetle direnmeleri neticesinde, ne kadar verirsen o kadar alırsın hesabıyla elde edilebilmiştir.
Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.
[1] Kenzü’l-ummâl, X, 191.
[2] Fâtır; 35/28.
[3] Câmiu’l -ehâdîs, V, 391.
[4] Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IX, 174.
[5] Câmiu’l -ehâdîs, IV, 23.
[6] Ebû Dâvûd, III, 354.
[7] Kenzü’l-ummâl, X, 190.
[8] İmâm Rabbânî, Mektûbât, I, 68.
[9] Mücâdele; 58/18-19.
[10] Taberânî, I, 305.
[11] Müslim, VI, 47.
[12] Mâide, 5/62-63.
[13] Araf; 6/172.
[14] Ahzâb; 33/7.
[15] Kenzü’l- ummâl, X, 190.
[16] Araf; 6/6.
[17] Câmiu’l-ehâdîs, XXIII, 464.
[18] Ahmed Ziyâüddîn, Levâmiu’l-ukûl, V, 289.