İçeriğe geç
Anasayfa » NEREDEN KAZANDIN NEREYE HARCADIN – Mülâkat: Süleyman Ramazanoğlu*

NEREDEN KAZANDIN NEREYE HARCADIN – Mülâkat: Süleyman Ramazanoğlu*

Mülâkat: Mehmet Akif Köse – Ahmed Er

Muhterem Hocam, helal lokma-haram lokma ne demek? “Allah’ın size tayyib ve helal olarak verdiği rızıklardan yiyin.” emr-i İlâhîsinde buyrulan “tayyib ve helal rızık” ifadesini nasıl anlamamız gerekir?

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz Hazretleri, helal ve haram konusunu bize öğretirken, anlatırken  (Allah’ın, Kitab’ında haram etiği şeyler haramdır.)   (Allah’ın helal ettiği şeyler de helaldir.) buyuruyor. Yani helal ve haram konusunda hüküm koyucu, Allah’tır.  Allah Teâlâ, Kitab’ında neye haram demişse o haramdır. Neye helal demişse o da helaldir. Kitab, diyor Rasûlullah Efendimiz ama tabi sünnet de Kitab kapsamındadır. 

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah Teâlâ mükerrer olarak yani tekrar tekrar helal yemeyi emrediyor.     (Rızık olarak size verdiğimizin tayyib olanlarından yiyin, temiz olanlarından yiyin.) Diğer âyet-i kerîmede,  (Hem helal hem tayyib olanlardan yiyin) diye emrediyor. Hem helal olacak hem tayyib olacak. “Helal” ve “tayyib” arka arkaya geldiğine göre ayrı şeyler olsa gerektir. Bu ikisini farklı şekillerde tarif edenler de var âlimler arasında. Ama bizim tercih etmiş olduğumuz, devamlı söylediğimiz fark şöyle;  -yani bizim ulemamızın söylediğinden edindiğimiz bilgi doğrultusunda dediğimiz şudur:-  bir şeyin bir kere “aslı” helal olması lazım. “Aslı”nda helal olmayan bir şey yenmez. Yani hilkaten helal olması lazım. Yaratılış itibariyle helal olması lazım.   den o ifade ediliyor. Mesela, içkinin kendisi bizatihi haramdır ama su helaldir,  hayattır hem de. Ama bir de bunun “tayyib” olması lazım. Yani “aslı”nda, kendi zatında helal olan her şey bizim için tayyib değildir. Ne zaman o bize, bizim mülkümüze geçerse o zaman aynı zamanda “tayyib” olur. Mesela su; bir marketteki su helaldir, ama parasını verip almadan bize tayyib değildir. Ne zaman ücretini ödersek o bize “tayyib” olur. Mesela koyun eti helaldir ama birisinin koyunu onun zimmetinde olduğu müddetçe bizim için “tayyib” değildir. Helaldir ama tayyib değildir. Tayyib olabilmesi için onun bedelini ödeyip onu kendi mülkiyetimize katmamız lazım. Kendi mülkiyetimize kattığımız zaman işte hem helaldir hem de tayyibdir. Daha değişik izahların yanında bizim daha çok üzerinde durduğumuz ve tercih ettiğimiz budur. 

Birçok madde “aslı”nda helal değildir, dolayısıyla bizim için tayyib de değildir. Diyelim ki helal olmayan bir malın ücretini verip alsanız dahi sizin için tayyib olmaz. Çünkü aslında helal değil. Dediğimiz gibi, iki unsur var burada; bir, helal olacak yani kendi zatında helal olacak; iki, bizim yememize uygun olacak, tayyib olacak. Yememizin uygun olması da ya mülkiyet yoluyla ya miras yoluyla ya hibe yoluyla ya ikram yoluyla bize intikal etmiş olacak ki bizim için o temiz olsun, helal olsun.

Kur’ân-ı Kerîm’de “aslı”nda haram olan şeyler birkaç madde olarak sayılmaktadır. Mesela Mâide Sûresi’nin üçüncü âyet-i kerimesinde,  (Meyte (leş), kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan… üzerinize haram edilmiştir.) “Meyte”, leş demektir. Bir hayvan aslında helal olsa bile mesela, usûlüne göre kesilmediği zaman leş hükmündedir. Bunu Allah, haram etmiştir.  dediğimiz şekilde yani kendi kendine ecelinden ölse de meytedir, leştir. Besmelesiz kesildiğinde de leş durumundadır. Âyet-i kerîmede haram kılınan başka şeyler de var; kan haram edildi, domuz eti haram edildi, Allah’tan başkasının adı söylenerek boğazlanan, kesilen hayvan da haram edildi. Ayrıca ilave olarak farklı âyet-i kerîmelerden cemederek şunları da söyleyebiliriz; boğularak ölen hayvan haram edildi, karşıdan bir şey atarak, sert bir cisim atarak öldürülen hayvanın eti haram edildi, uçurumdan yuvarlanıp ölen hayvanın eti haram edildi, iki hayvan dövüşürken boynuzlayarak birinin diğerini öldürmesi durumunda ölen hayvan haram edildi, bir de yırtıcı hayvan, yaban hayvanının saldırarak öldürdüğü hayvanın kalan eti haram edildi, ancak ölmeden yetişip besmele ile onu tezkiye ederseniz o hariç diyor Allah Teâlâ.

Baktığınız zaman Kur’ân-ı Kerîm’de ismen haram edilen tek hayvan, domuzdur. Ama eti yenilmesi haram edilen hayvan, domuzla sınırlı değil tabii. Ölçü nedir burada?  Rasûllullah’ın (s.a.v) sünneti burada devreye giriyor. Ebâ Sa‘lebe (r.a) diyor ki, “Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:  (Yaban hayvanlarından azı dişi olan her hayvanı yemek haramdır.) Böylece azı dişiyle av yapan bütün hayvanlar haram kategorisine giriyor. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçmiyor bunların, ama Rasûlullah Efendimiz söylüyor, Onun söylediğini kabul etmek bizim görevimizdir. İslam’ın emridir, Kur’ân-ı Kerîm’in emridir. Dolayısıyla Rasûlullah sallallâhu aleyhi vesellem bir şeyi haram etmişse o da Allah’ın Kitab’ında haram edilmiş demektir.

Câbir b. Abdullah (r.a) buyuruyor:  (Kara hayvanlarından azı dişiyle avını tutan ve leş yiyen, yani et yiyen hayvanların etini yemeyi Rasûlullah (s.a.v) nehy etti. Bir de pençesiyle avını yakalayan kuşların etini yemeyi neh yetti.) Böylece kuşlardan hangisi yenir hangisi yenmez, kara hayvanlarından hangisi yenir hangisi yenmez, Rasûlullah’ın (s.a.v) bu nehyi ile ortaya çıkmış oldu.

Deniz hayvanlarına gelince yine Rasûlullah (s.a.v),  (Bize iki hayvanın ölüsü helal edildi, bir de iki kan helal edildi.) buyuruyor; kan haram olduğu halde iki kan helaldir, buyuruyor Efendimiz. Bunlardan birisi karaciğer, diğeri de dalak. Peygamber Efendimiz (s.a.v), ölüsü helal olan iki hayvan için de   (İki ölüye gelince; birisi balıktır, diğeri de çekirgedir.) buyurur. Bu iki hayvanın ölüsünün etini yemek bize helal kılındı. Dolayısıyla buradan Hanefî fukahası istihraç ve istinbat ederek demişlerdir ki, deniz hayvanları içerisinde, bütün türleriyle, sadece balık hayvanını yemek helaldir, balığın dışındakileri yemek helal değildir. Hayvanların, canlıların helal ve haram tespiti yönünden bu ifadeleri kullanmış olduk. Buraya kadar bir giriş olmuş olsun konuya.

Evet, helal, Allah’ın ve Rasûlü’nün helal ettiğidir, haram Allah’ın ve Rasûlü’nün haram ettiğidir. Mesela, bir ilavede daha bulunayım: İrbaz b. Sâriye (r.a) diyor ki;   (Hayber günü Rasûlullah (s.a.v) şunları haram etti:)    (Kuşlardan, pençesiyle av yapan bütün kuşları)  (ve ehil eşek etini)  diye ifade ediyor. , yaban hayvanının yemek üzere yakaladığı avını ölü olarak ağzından almak, demektir, Rasûlullah Efendimiz bu durumdaki eti de haram ediyor. Ama canlı iken yetişip alıp kesilirse o, helal olur. Ve ; hedef olmak üzere konulan hayvanın, yani atış talimi yaparken hedef olarak kullanılan hayvanın etini yemeyi de Rasûlullah Efendimiz haram etti. Başka bir rivâyette katır da haram ediliyor. Katırın eti, eşeğin eti, yırtıcı hayvanın doğurduğu hayvanın eti gibi etleri Rasûlullah Efendimiz, Hayber günü, haram etti. Demek ki bir tedricilik var. Aşağıdan yukarıya doğru, yavaş yavaş ve en son veya sona yakın bir dönemde Rasûlullah Efendimiz, “Şunlar, şunlar haramdır.” diyerek haramları kâmil anlamda tespit etmiş bulunuyordu.

Yukarıda saydığımız şeylerin eti yenmez. Bunları keserken besmele çekilse de yenmez. Ama besmele ile değil de bunları boğazından kesmenin, domuzdan başkasını boğazından kesmenin, bir faydalı yönü vardır. Rasûlullah (s.a.v) “” (Bütün deriler tabaklandığı zaman temiz olur.) buyuruyor.  Sadece domuzun ki tabaklansa da temiz olmaz. Bazı rivâyetlerde köpek de ona katılıyor. Diğer hayvanların derisi boğazından kesildiği takdirde tabaklanınca temiz olur, ama eti hiçbir suretle yenmez. Eti yenmeyen hayvanların etinden herhangi bir şey de yapılmaz. Mesela satışı da helal değildir. Yani eğer bir hayvanın eti yenmiyorsa satıp parasını yemek de helal değildir. Rasûlullah (s.a.v) buyuruyor ki: “Allah, Yahudilere lanet etti. Zira onlara ineğin ve koyunun yani eti yenen hayvanların içinden çıkan iç yağını haram etmişti. Onlar hile yaptılar. İç yağını eritip, bir kaba döktüler, dondurdular ve donmuş vaziyette sattılar, onun parasını alıp yediler.” Eğer bir şeyin yenmesi haram ise satıp parasını yemek de haramdır. Bir şeyin kendisi haramsa, “Onu ben yemiyorum ama satayım.” diyemezsin. Bu ölçüler içerisinde bir sınır koymak gerekiyor. Bir kere haram-helal sınırını iyi koymak gerekiyor.

Eti yenen hayvanlar için Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh Teâlâ, mü’minlere hitaben:  » (Üzerine Allah’ın adı zikredilmeyenlerden yemeyin. Çünkü bu muhakkak ki bir fasıklıktır.) buyuruyor. Demek ki eti yenen hayvanların etini yemenin helal ve tayyib olması için öncelikle kendi mülkümüze geçmesi lazım. Sonra, biz keseceksek besmeleyle kesmemiz lazım veya karşı tarafın kestiğini almamız için onun besmeleyle kesilmiş olması lazım. Besmeleyle kesilmeyen bir hayvanın etini yemek helal değildir. Evet, yani besmele esastır. Allah’tan başkasının adının söylenerek kesileni yemek de helal değil. Kesen kişi bizzat kendisi   deyip kesmesi lazımdır. Böyle kesilen hayvanların eti, parasını ödediğimiz zaman, hem helal hem tayyibdir, temizdir.

Bir de muamelât yönüyle konuya bakarsak; Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde,    (Ey iman edenler! Birbirinizin malını batıl yoldan yemeyin ancak karşılıklı rızaya dayalı ticaret olursa hariç.) buyuruyor. Yani, karşılıklı rızanın dışında ve yapılması meşrû olan muamelâtın dışındaki malları yemeyin, diyor Allah Teâlâ.

Şimdi ticaret deyince, mesela, faiz bir ticaret midir? Zira İslam’ın ilk yıllarında Kur’ân-ı Kerîm’de faiz yasaklandığında bazıları böyle itirazda bulunmuşlar. Onlar demişler ki:   (Siz alışverişe helal diyorsunuz, faize haram diyorsunuz ama alışveriş de faiz gibidir.) demişler. Hâlbuki bunlar farklı şeyler. “Faiz yiyenler, kabirde şeytanın çarptığı kişiler gibi kalkacaktır.” buyururken Allâh Teâlâ, bir gerekçe olarak da onların, “Alışveriş de faiz gibidir.” demelerini gösteriyor.   (Hâlbuki Allah, alışverişi helal kıldı, ribâyı haram etti.) Yani faiz haramdır. Yapmış olduğumuz alışverişlerin de şer‘î ölçüler içerisinde olması lazım. Âyet-i kerîmedeki ifadeye göre Allâh Teâlâ, “Sizden karşılıklı rızaya dayalı yapmış olduğunuz ticaret sonucundaki mal mübadelesi hariç, bunun dışında, herhangi bir şekilde birbirinizin malını batıl yoldan yemeyin.” buyuruyor.

Yani netice olarak diyebiliriz ki yeme-içme hususunda ve muamelâtta neyin haram olduğunu neyin helal olduğunu belirlemede Kur’ân ve sünnetin gösterdikleri ve Kur’ân ve sünnet-i nebeviyeden müctehid imamlarımızın istinbat sonunda ortaya koydukları hükümler doğrultusunda hareket etmek mü’minin görevidir. Biz yüksek lisansta okuduğumuz zamanda bir müdürümüz vardı, derdi ki; “Arkadaşlar! Mideniz çöplük değil; insan, çöplüğe her bulduğunu atar. Mideniz çöplük değil, seçici olun.” derdi. Bunu unutmuyorum sürekli de söylerim yani. Mide çöplük değildir. Mideye indirilecek şeyler seçilmiş olması lazım, çünkü bunların ibadete de kulluğa da tesiri büyüktür.

Muhterem hocam, bu husustan bahsedebilir misiniz biraz daha? Helal veya tayyib olmasına dikkat etmeden veya bu konudaki bilgisizliğinden dolayı seçici olmadan tüketim yapmanın maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî ne gibi zararları, tehlikeleri vardır?

Şimdi, bilmemek özür müdür, değil midir? Bilmemenin özür sayıldığı ortamlar vardır, özür sayılmadığı ortamlar vardır. Bir insan, Müslümanların yaşadığı bir ülkede, İslam ülkesinde yaşıyorsa o kimsenin, haramı, helali bilmemesi bir özür değildir. Veya haramları ve farzları bilmemesi bir özür değildir diyelim. Çünkü ortam öğrenmeye müsaittir. Fakat şöyle diyor âlimlerimiz; mesela bir kişi, dâru’l-harbde Müslüman olsa, neyin farz neyin haram olduğu kendisine ulaşmasa, ulaşıncaya kadarki süre içerisinde terk ettiği farzlardan veya irtikâb ettiği haramlardan dolayı sorumlu olmaz. Çünkü yeni Müslüman olmuştur, orası gayr-i müslim bir ülkedir, orada öğrenme imkânı da zordur, ulaşım geç olur… bunlar dikkate alınarak öğreninceye kadar yaptıklarından sorumlu olmaz, diyor âlimlerimiz. Ama Müslümanların çoğunlukta olduğu yerde veya tamamen İslam ülkesinde olan kişilerin cehaleti/bilmemesi özür değildir. Ancak ne yapması lazım, tevbekâr olması lazım. Yani bilmeden bir şey yaptıysa, yaptığı iş de Allah’ın hakkına tecavüz ise, o zaman tevbekâr olması gerekir. Kul hakkı varsa helalleşip ondan sonra Allah’tan af dilemesi gerekir.

Bilerek olsun bilmeyerek olsun haramlara giriftar olmak, insanın hem dünyevî hem uhrevî birçok zararlar görmesine sebep olur. Bunu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, sahih bir hadîs-i şerîfinde şöyle ifade buyuruyor:   (Allah, peygamber kullarına neyi emrettiyse mü’min kullarına da aynısını emretmiştir.) Allah, peygamber kullarına buyuruyor ki:   (Ey rasûller! Siz tayyibattan yiyin, yani temiz ve helal olan yemeklerden yiyin ve salih amel yapın.) Allah Teâlâ, mü’minlere de buyuruyor ki:   (Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiklerimin helal ve temiz olanından yiyin ve Allah’a şükredin.) Peygamberlere olan emirde de mü’minlere olan emirde de, helal yeme emri geçiyor. Efendimiz (s.a.v) devamında buyuruyor ki, “Kişi uzak yerden gelmiş (Haccı işaret ediyor Efendimiz burada), yorgun vaziyette, üstü başı dağınık, kendinden geçmiş, el açıyor: “Ya Rabbi! Ya Rabbi!..” diyor. Ama yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, o anda midesinde var olan, almış olduğu gıda haram.  Böyle birisinin duasını Allah nasıl kabul eder?”  Böylece haram yemenin, duanın kabul ve reddedilmesi yönünde büyük etkisi olduğunu Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ifade buyuruyor. Mü’min, helal yiyecek, helal giyinecek, tabi başta helal kazanacak. Ve sadaka verirken de helalinden sadaka verecek. İbadetini de helal ile beslenerek yapacaktır. Haram ile beslenen için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyor: “Haram ile beslenen bedenin temizlenmesi için en uygun ortam ateştir.” Dolayısıyla mü’min, ibadetlerinin de makbul olması için helalden kazanıp helalden yemek mecburiyetindedir.

Hatta bazı şeyler şüpheli olur. Numan b Beşir’den (r.a) bu konuda iki hadîs-i şerîf geliyor: Birincisinde, Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle dediğini naklediyor:  (Helal de haram da açıklanmıştır, apaçık ortadadır, bellidir.)   (İkisinin arasında, hangi tarafta olduğunda tereddüt edilen bazı şeyler vardır. (“Kim bu şüpheli şeyden kendini kollarsa hem dinini hem ırzını kirletmemiş olur.” Sonra örnek veriyor: “Bu, bir korunun yakınında, yasak bölge olan bir yerin yakınında, koyunlarını otlatan çobanın durumuna benzer. O çoban koru ile otlak arasında bir tampon bölge tutmazsa, tam sınıra kadar giderse, hemen öbür tarafa düşme tehlikesi ile karşı karşıya olur. Hayvanları oraya kaçabilir. Ve yasak bölgeye girmiş olur. Suçlanır o zaman.” Mü’min de yasak ile serbest olan bölge arasında kendine bir tampon bölge edinmesi gerekir. Onu diğer hadisle şöyle ifade ediyor Numan b. Beşir (r.a): “Rasûlullah’tan (s.a.v) dinledim, O şöyle buyurdu:  “Haramla helal arasında yine helalden bir engel, bir sütre, bir örtü yapın.”” Yani haram ile helal arasında bir engel koyacağınız zamanda bunu helal tarafına koyun. Helalin belli bir yerinden öteye geçmeyin, diyor.   “Kim bunu yaparsa  hem ırzını berî etmiş olur (kimse onu suçlamaz), Hem de dinini berî etmiş olur (dinine leke sürmemiş olur.)” Her helali, hele şüpheli olanlarını, yapmak zorunda değiliz. Evet, Allah helal kılmıştır bunu bize fakat sınıra gitmeyecek kaydıyla davranmak en tedbirli yoldur.

O yasak bölgeye, harama düşmemek için helal dairesi geniş, değil mi hocam?

Tabi, Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlullah’ın sünnetine baktığımız zaman helaller sayılmıyorlar, haramlar sayılıyor. Helallerin sayısı daha çok ve geniş olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’de ve sünnette sayılanlar, anlatılanlar haramlardır. Demek ki haramın sayısı daha azdır. Bunun dışında kalan her şey helaldir. Bu, “Şunlar size haramdır, bunun dışındakiler helaldir.” demektir.

Muhterem hocam, az önce, eti yenmeyen hayvanların etinin satışı da caiz değildir, haramdır dediniz. Yenilmesi, içilmesi helal olmayan diğer şeylere de bunu şamil kılabilir miyiz?

Tabi. Muamelatta biz ticaret ifadesini kullanırken farkındaysanız, “meşrûiyet ölçüsü içerisinde ve rızaya dayalı olarak” ifadesini kullanmaya çalıştık. Hem meşrû olacak hem de rızaya dayalı olacak ticaret. Meşrû olmayan bir şeyin satışı ve alışı helal değildir, haramdır. Rasûlullah (s.a.v) örnek veriyor burada. Mesela içki konusunda buyuruyor ki: “Allah içkide on kişiye lanet etsin.” Veya “lanet eder.” Haber de olabilir, dua fiili de olabilir. Bu on kişiyi şöyle sayıyor: İmalatını yapan işçi, yani üzümü sıkan kişi; o imalatı yaptıran iş sahibi; onu taşıyan; bir yerden başka bir yere intikal ettiren, taşıtan; satan kişi; sattıran patron; dağıtan, dağıtan garson diyelim mesela; parasını alıp yiyen; bir de içkinin kendisi. Efendimiz (s.a.v), imalattan tüketiciye kadar herkesi, aracıları, tüketicinin kendisini, tüketim karşılığında parayı alanı da sayıyor. Yani haram olan maddeleri kullanmak haram olduğu gibi satması da haramdır. Satın alması da haramdır. Kullanması da haramdır tabi.

Faiz konusuna da değindik biraz önce. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) faiz hususunda da beş kişiyi sayıyor; “Beş kişiye Allah lanet etti.” veya dua şeklinde “etsin.” buyuruyor. “Bir; yesin yemesin faizi alan kişi, iki; faizi veren kişi, üç; faiz senedini, evrakını düzenleyen kişi, dört ve beş; bu düzenlenen evraka imza atan şahitler veya kefil ise kefiller.” Faize götüren merhalelerde çalışmayı da böylece men ediyor Rasûlullah Efendimiz (s.a.v). Dolayısıyla haram olan maddeleri tüketmek de haramdır, satmak da haramdır. Satıp parasını yemek de haramdır. Haram madde satılan yerde işçi olarak çalışıp oradan rızkını temin etmek de aynı mahzurlar içerisindedir.

Muhterem hocam, tayyib ve helal olarak verilen rızıklardan yemek emir buyuruluyor. Burada şu noktaya da bir izah getirebilir misiniz; rızık olarak verilenler arasında haram var mıdır? Haram rızık olur mu? Bu manada rızık nedir?

Bazı ehl-i sünnet dışındaki ilim erbabı, “Haram maddeler rızık değildir. Ancak helal olan maddeler rızıktır.” demişlerdir. Ama bizim ehl-i sünnet âlimlerimiz, “Haram da rızıktır.” demişlerdir. Helal-haram yönüne bakmadan rızkı da şöyle tarif etmişler: “Rızık, boğazdan aşağıya inendir, mideye inendir.” İşte bu rızkı helal yoldan kazanma imkânı var, bir de haram yoldan kazanmayı tercih etme durumu var. Haram yoldan kazanmayı tercih edenler hem kazancı haram olduğu için, hem de yemesi haram olduğu için Allah indinde sorumlu olacaktır. Ve ehl-i sünnet âlimlerimiz, “Haram maddeler rızık değildir.” diyenlere şu cevabı da veriyorlar; “Şayet siz, haram, rızık değildir derseniz o zaman bir adamın bütün kazancı ömür boyu haram yoldan olsa, yediği hep haram olsa, Allah’a karşı itirazı olamaz; ama Allah Teâlâ’nın sorgulamasında, “Ya Rabbi, Sen bana rızık vermedin. Bana görevler yükledin ama yemem hep haram oldu, içmem hep haram oldu. Sen bana rızık vermedin.” derse ne cevap verirsiniz?  Demek ki rızık, yenilebilen şeydir. Haram yese de Allah Teâlâ’nın verdiğinden yiyor yine. Allah Teâlâ’nın verdiğinden yiyor, ama nasibini harama çeviriyor, helal olmayan yoldan kazanarak yiyor. O kimse, helal olmayan yoldan kazandığından dolayı, helal olmayan şeyi yediğinden dolayı sorumlu olacaktır. Dolayısıyla haramın da rızık olduğu hususunda ehl-i sünnet ittifak etmiştir.

Muhterem hocam, peki, helal olmayan, yani aslen, hilkaten haram olan şeyin haram kılınmasındaki hikmetler nelerdir?

Evet, bilip bilmediğimiz birçok hikmet olabilir. Ama birçok şeyin hikmetini bilmiyoruz. Allah ve Rasûlü’nün bildirdiği hikmetler var, bildirmedikleri var. Tabi ki başta, haram olmasının sebeplerin başında habis olması geliyor. Hani Peygamber Efendimiz’in gelişini Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de daha önceki kitaplarda haber verdiğini beyan ederken;   âyet-i kerîmesinin son kısımlarında   (O gelecek olan Peygamber, yani Tevrat’ta ve İncil’de geleceğinden bahsedilen  o Peygamber (s.a.v), insanlığa temiz olan şeyleri helal edecek. Pis olan şeyleri haram edecek.) buyuruyor. Demek ki haram olan maddelerde pis olma durumu var ki Allah Teâlâ onu haram ediyor. Ya tabiatında, tabiat değişikliğine vesile olacak pislik veyahut insanı tiksindiren pislik olur. Bilemediğimiz çeşitli birçok sebepten, verdiği zarardan dolayı habis, pis olabilir. Dolayısıyla bir şeyin haram olmasını, helal olmasını belli sebeplere dayandırmakla yetinmemek lazım. Bizim bilmediğimiz hikmetler de olabilir arkasında. Şundan dolayı bunu söylüyorum. Mesela bazı hayvanlar için, bu hayvan şu hastalığın mikrobunu taşıdığı için haramdır, deniliyor bazen. Ama ileride o hastalığın tedavisinin bulunduğunu farz etsek, o zaman bu hayvan helal olur mu? O yüzden, “Şundan dolayı haram edildi.” demekten öte, “Allah Teâlâ, kendisi biliyor bunun neden haram kılındığını, biz Allah Teâlâ’nın, haram veya helal koymasına bakarız.” şeklinde yaklaşmak lazım meseleye. Ama biz biliyoruz ki Allah, pis olan şeyleri haram etmiştir bize, temiz olan şeyleri helal etmiştir. Haram olması vereceği fizikî bir zarardan mı, yoksa manevi bir zarardan mı, bunu Allah bilir. Fizikî olan arızalar giderildiği zaman da helal olmayacağına göre bunu fayda-zararından, hikmetlerinden daha ziyade, Allah Teâlâ ve Rasûlullah (s.a.v) bir şeye haram demişse onu haram kabul ederiz; Allah ve Râsûlü bir şeye helal demişse de onu temiz ve helal kabul ederiz şeklinde düşünmemiz lazım. Bu yolla gidersek daha isabetli yol almış oluruz. Aksi halde tartışmalar uzar. Mesela domuzda trişin hastalığı vardır. Bir ara böyle söyleniyordu, “Trişin hastalığından dolayı haram olmuştur.” Biz, “Trişin hastalığı tedavi olduğu zaman domuz helal olur mu?” diyen kimselerle karşılaştık Avrupa’da. Olmaz tabi ki. Allah Teâlâ’nın haram ettiği şeyler kıyamete kadar haramdır. Bunu değiştirme imkânımız olmaz.

Muhterem hocam, haram kazancın hayra sarf edilmesinden bir sevap beklenebilir mi, bu manada bir karşılığı var mıdır?

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Sizden biriniz helal malından bir dirhem infak ederse sadaka olarak verirse…” hadîs-i şerîf devam ediyor ama araya bir cümle koyuyor diyor ki:   (Allah sadece temiz ve helal olanı kabul eder.) Ondan sonra şu şekilde devam ediyor: “Allah, helalinden verdiğiniz o bir dirhemi alır, kabul eder. Sizin meraklılarınızın, atının yavrusuna itina ile bakıp onu beslemesi, büyütmesi gibi Allah Teâlâ sizin bir dirheminizi büyütür. Kıyamet günü karşınıza onu dağlar büyüklüğünde sevap olarak çıkarır.” Yani burada sizin de sorunuza muvafık olarak söylemek istediğim şey; Rasûlullah Efendimiz, “Sizden kim Allah için, Allah yolunda bir dirhem sadaka verirse, infak ederse…” dedikten sonra “Allah, temizden başkasını kabul etmez” buyurması, şunu gösteriyor; demek ki sadaka verdiğimizde de verdiğimiz sadakanın helal olması gerekir. Allah, helal olmayan maldan verilen sadakayı da kabul etmez. Bazı âlimler diyorlar ki: “Bir binaya haramdan koyulan bir taşın bile o binaya manen olumsuz etkisi vardır.” O derece sakınılması gerekir haramdan. Yemekte, içmekte, giyinmekte, evlilikte… hayatın her yönünde harama, helale son derece dikkat etmek ve riâyet etmek gerekir. Aksi halde bunlar hem dünyada bizi etkiler, hem de ahirette elim bir azaba müstahak olmamıza vesile olur.

Muhterem hocam, kişinin kazancının, rızkının helal ve tayyib olması kadar bunları nasıl ve nereye tasarruf ettiği de önemlidir, değil mi?

Evet, tabi. Bir hadîs-i şerîfi hatırlattı bu sorunuz. Rasûlullah (s.a.v) buyuruyor ki: “Kul, Allah’ın huzurunda dört şeyin cevabını vermeden bir adım öteye ayrılamayacaktır, kımıldayamayacaktır. Birincisi, ömrünü nerelerde geçirdin? İkincisi, gençliğini nerede harcadın? Üçüncüsü, malını nereden kazandın, nereye harcadın? Dördüncüsü, hayatta neler öğrendin ve öğrendiklerinle hangi ameli yaptın?” Bunların arasında üçüncü soru olarak karşımıza çıkan, “Malını nerden kazandın ve nereye sarf ettin?” sorusudur. Hiç kimse, “Bu mal benimdir, istersem ben bu malı çöpe atarım.” diyemez. “İstediğim yerde harcarım.” diyemez.

Helalinden çok kazanmak meşrûiyetin dışında değildir, meşrûdur. Bir insan helalinden çok kazanabilir. Kazanmasının önünde engel yoktur, sadece her sene zekâtını hesaplayıp vermesi lazım, ama çok kazandı diye çok harcama yapamaz. İsraf yoktur. Allah Teâlâ, yeme-içme başta olmak üzere israftan sakınmamızı emrediyor:  (Yiyin, için ama israf etmeyin. Zira Allah, müsriflerden hoşnut olmaz.) Allah’ın sevmediği kişilerden birisi de müsriflerdir, israf edenler, saçıp savuranlardır. Allah Teâlâ, bunları sevmediğini beyan ediyor ve bize de, emirleri arasında, yiyin, için israf etmeyin diyor. Rasûlullah (s.a.v), giyinme konusunda benzer bir uyarıda bulunur. Efendimiz (s.a.v), bir gün sahâbe-i kirâmdan bazıları ile sohbet ederken buyurdu ki: “Geçmiş ümmetlerden bir adam güzel, temiz elbisesini giyindi, saçını taradı, üstüne başına gereken itinayı gösterdi yani. Çıktı, yolda giderken kibirli, gururlu yürümeye başladı. Tam o esnada yer yarıldı ve yere battı.” Sahâbe-i kirâmdan biri sordu: “Ya Rasûlallah, biz de elbisemizin yeni, iyi olmasını ve ayakkabımızın yeni ve iyi olmasını istiyoruz. Bu da mahzurlu mudur?” Efendimiz (s.a.v) buyurdu ki: “Allah, kuluna nimet verdiği zaman o nimetin eserini kulun üzerinde görmekten hoşnut olur.” Yani varlığınızın eserinin üstünüzde görünmesinde bir sakınca yoktur. Ayakkabınız da yeni olabilir, elbiseniz de yeni ve temiz olabilir, ama iki şeye dikkat etmek gerekiyor; birincisi, israftan sakının; ikincisi, kibirden, gururdan sakının. Giymiş olduğunuz elbiseyle başkalarına karşı kibirli davranmayın, gururlu davranmayın, bir de müsrif olmayın. İsrafçı olmayın. İsraf etmeden, kibirlenmeden, gururlanmadan, Allah’ın nimetlerinden istifade etmekte bir beis yoktur.

Muhterem hocam, konuşmanızın gerisinde faize bulaşmanın tehlikesinden bahsetmiştiniz. Peygamber Efendimiz buyuruyorlar ki: “Öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen kimse kalmayacak, faiz yemeyenlere de faizin tozu bulaşacaktır.”  Bu durumda, bu konuda bahsedilen tehlikelere düşmemek, yapılan tehditlere maruz kalmamak nasıl mümkün olabilir?

Rasûlullah’ın (s.a.v) verdiği haber, vakıayı gösteriyor. Olurluğunu değil de olacağını gösteriyor. Olmaması gerekir aslında ama vakıa bu. Böyle bir durum olacak, yani insanlar faizle karşı karşıya gelecek, yemek istemeyenlerin boğazına tozundan kaçacak. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) bizi buna karşı uyarıyor. Yoksa bu, “O dönemde sizin faizden kaçınmanız imkânsızdır.” veya “Durum bu haldeyken yiyebilirsiniz.” anlamında değildir. Böyle bir durumun olacağını haber veriyor bize ve bizi ona karşı tedbirli olmaya davet ediyor, uyarıyor.

Ne yapmamız lazım? Tabi ki elimizden geleni yapmamız lazım. Nedir bu? Haramdan kaçınmak için, faizden kaçmak için, bir kere faiz muamelesine bulaşmamak gerekir. Her yönüyle; alımda, satımda, yemede, içmede hepsinde bunun uzağında durmak gerekir. Allah Teâlâ haram etmiştir faizi, ondan uzak durmak lazım. Ama bir yandan da bazı kurumlara ihtiyaç var; maaş diyelim, emeklinin veya bir memurun maaşı gelecek, bir yere geliyor. Parası var, bir yerde koruması gerekiyor. Bu yüzden imkânı olanların, yani yetkisi olanların da, Müslümanların helalinden yemesi için, harama bulaşmaması için imkânlar tanıması lazım, imkân kapılarını açması lazım. Alternatifler ortaya koyması lazım. Alternatifi nedir? Faizsiz kurumlardır, böyle kurumların açılması ve yaygınlaştırılmasıdır. Öbürüne gidecek olan kendisi bilir, ama hassas olan Müslümanların faizsiz bankalarla veya banka demeyelim biz ona, çünkü banka deyince karşı tarafı çağrıştırıyor, faiz almayan-vermeyen kurumlarla iş yapmasını kolaylaştırmak gerekiyor. O kurum sahiplerinin de sadakatli olması gerekir. Yani doğruyu konuşması ve güven vermesi gerekir.

Yıllardan beri dünya çapında İslam iktisatçılarının üzerinde durduğu konularının başında, faizsiz kurumlar gelir. Bu, belli bir tarihten itibaren de Türkiye’de kurulmaya çalışıldı, bazı kurumlar ihdas edildi, icat edildi. Bunlar bize faiz almadıklarını ve faiz vermediklerini söylüyorlar. Beraat-i zimmet asıldır, yani suçsuzluk asıldır. Dolayısıyla biz ilk bakışta bunların dediğine inanırız, Müslümanın dediğine inanmak lazım. Eğer inanmazsak iş de iyice kesata uğrar.  Ne zamana kadar inanırız? Aksi sabit oluncaya kadar. Yani içeriden onların, dediklerinin hilafına iş yaptıkları haberini alırsak o zaman vazgeçeriz bunlardan. Bu olmadıkça, böyle bir bilgiye ulaşmadıkça biz yapacağımız işlerimizi, en azından bir yerde tutulması, korunması gereken paramız varsa onu böyle kurumlarda muhafaza altına almayı tercih ederiz.

Şu anda bu imkânlar var, sadece, “Acaba..?”  diye soru işaretleri zaman zaman gündeme geliyor. Bu soru işaretlerinin izale edilmesi gerekir ki Müslümanlar rahat olsunlar. O yüzden şaibeden uzak kalmaları, yani şüphe bırakmayacak şekilde dediklerini yapmaları, güven vermeleri, sadakat üzere olmaları gerekir. Yani vatandaşa, bize, “Biz faiz almıyoruz, vermiyoruz.” deyip de arka planda faiz alıp veriyorlarsa, bu, doğru olmaz tabi ve Müslümanların itimadını, birbirlerine olan güvenini sarsar. Onların, bu güveni mutlaka koruması gerekir. Hâl böyle olursa, bu ortamlarda faizsiz çalışan finans kurumlarıyla beraber hareket etmek bir alternatif yoldur. Ancak aksi sabit olursa o zaman vazgeçeriz tabi.

Muhterem hocam, helal haram hususunda hassas olan birçok kimse, düzenin işleyişinden dolayı diğer kurumlar, bankalar üzerinden işlem yapmak zorunda kalıyor. Maaşı oraya yatıyor, banka üzerinden bir ücret ödeme veya alışveriş yapmak zorunda kalabiliyor vs.

Haramların bağlayıcı yönü bir kere baştan genel hatlarıyla verilir. İbadetlerde de bu böyledir. Haramlarda ve yasaklarda da böyledir; genel hatlarıyla önce verilir, sonra istisnaları konulur. Mesela biz eti yenmeyen hayvanlardan bahsettik. Ama sonunda ne buyuruyor Allah Teâlâ  (Ancak zorda kalırsanız, mecbur kalırsanız hariç.) Bir başka âyet-i kerimede de,  (Kim haddini aşmadan ve tekrar geriye dönmeden, aynı şeyi bir daha yapma hevesinde olmadan, mecbur olur yaparsa ona günah yoktur.) buyuruyor.

Kur’ân-ı Kerîm’de, Allah Teâlâ ibadetleri bize emrederken hiçbir istisna koymuyor. Mesela,      (Ey iman edenler, Cuma günü, ezanla, Allah’ı zikretmeye davet edildiğinizde Allah’ın zikrine, namaza davet edildiğinizde Allah’ın zikrine koşun. Alışverişi terk edin. Bu, bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.) âyet-i kerîmesinde geçen   (Ey iman edenler) ifadesinin içerisine bütün iman edenler giriyor; hastası da, yolcusu da, erkeği de, kadını da, sakatı da, sağlamı da, engellisi de hepsi giriyor. Ama Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) ayıklıyor; “Kölelere, kadınlara, hastalara, çocuklara, yolculara Cuma namazı farz değildir.” buyuruyor, istisnalarını koyuyor. Önce genel hatlarıyla ifade ediliyor, sonra kişilerin sahip olduğu mazeretler ölçüsünde onlar istisna ediliyorlar. Haramda da böyledir. Kim darda kalır, zorda kalır, başka bir şey bulamazsa o kimsenin, yenmesi haram olan hayvanın etinden, yenmesi haram olan yemekten ölmeyecek kadar yemesinde günah yoktur, diyor Allah Teâlâ. Bu, faiz konusunda da aynıdır. Yani bütün niyetimiz, gayretimiz faizden uzak durmak, kaçmak, kaçınmak… Ama bir noktaya geldik ki elimizde olmayan bir muamele ile karşı karşıya kaldık; az önce örnek verdiğiniz gibi, maaşınız oraya yatırıldı, oradan gidip alacaksınız. Bu zorda kalmalar, istisnai durumlardır. Ama Müslüman şunu yapmaması lazım; “Artık bu iş bitti, bu işin daha kaçınılacak tarafı kalmadı. Öyleyse herkes gibi ben de bu işe dalayım.” dememesi lazım. Müslüman sakınacaktır. Kenar ölçüsünde dikkatini sürdürecektir ama imkânlarının dışında bir şeyle karşı karşıya kalırsa, işte Allah o zaman affedicidir, o yönüyle imanımız tamdır.

Muhterem hocam, zorda kalmak gibi istisnai durumlarda haramların belli ölçülerde mazur görülebileceğini ifade ettiniz. Mesela, kişinin kendi yokluğunu, fakirliğini, kirada oturmasını vs. sebep göstererek kredi çekmesi mazeret sayılabilir mi, verdiğiniz ölçü içerisinde değerlendirilebilir mi?

Ev almak, ev sahibi olmak bir zorunluluk değildir. Yani bir Müslümanın kirada oturmaması iyidir tabi, ama illa her Müslüman kendi evinde oturacak diye bir şart yok. Önemli olan sokakta kalmamasıdır, yani evsiz kalmamasıdır. İçerisinde oturduğu bir ev olduktan sonra ama kiradadır, ama mülkiyet sahibidir, fark etmez. Bugün Avrupa ülkelerine baktığınız zaman, daha önceki istatistiklerden bildiğim kadarıyla {e0a8e66316dc8f5d591ba55bcacf7338a4d87a0882161bf818f1807d6da55e8f}60’ı kirada oturuyor, aşağı yukarı değişebilir, ama yarısından çoğu kirada oturuyor. Dünyada da, kirada oturanların sayısı mülkiyet sahiplerinden az değildir. Dolayısıyla bir insanın ailesi ile oturacağı bir mekânı olması kâfîdir. Önemli olan başında bir dam olması, ailesiyle sıcak bir yuvası olmasıdır. Yağmur altında değilse, kira da olsa sıcak bir yuvası varsa, ev var demektir. Keşke helalinden kendi mülkiyeti olsa daha iyi tabi, ama helal haram gözetmeden illa mülkiyet sahibi olma yolunu da tercih etmemek lazım. “Ben kirada oturuyorum. Zarûret olduğu için krediyle ev alıyorum.” diyemez bir Müslüman. Bu durum bir mazeret değildir kredi kullanmak için. Eğer kirada oturuyorsan, tamam işte, evin var senin, açıkta değilsin. Beklersin, Allah Teâlâ, inşallah, hayırlı bir kapı açar. O kapı açıldığı zaman da o da ev sahibi olur, mülk sahibi olursun.

Muhterem hocam, son olarak, konuyla alakalı tavsiyelerinizi, nasihatlerinizi dinleyelim isterseniz.

Peki, bir özet yapalım isterseniz, böylelikle sonunu bağlamaya çalışalım. Zühd ve takvasıyla bilinen Ebû Abdullah el-Bâcî diye bahsedilen bir zât diyor ki;   (Amelin tamama ermesi, kemâle ermesi beş hasletle olur.) Bir;   (Allah Teâlâ’ya, bilerek inanmak.) Yani taklit yoluyla değil de tahkîkî manada, hakîkî manada inanmak. Ve  (Gerçeği bilmek, hakkı bilmek.) Ve  (Yapmış olduğu ameli, ibadeti katkısız, Allah için yapmak.) ve    (Yapmış olduğu ameli de sünnet üzere yapmak.) ve  (helal yemek.) Bunların bir tanesi eksik olursa kulun amelinde eksiklik vardır, diyor.

Mesela İbn Kesîr (r.a)   (Ey insanlar, yerdekilerin helal ve tayyib olanından yiyin.) âyet-i kerîmesini tefsir ederken şöyle diyor;     (İnsanlara yerdekilerden yemek, helal ve tayyib olması durumunda mubahtır. Yani, bedene zarar vermeyecek ve akla zarar vermeyecek temiz sayılan maddelerden olması lazım.)  Akla, bedene zarar veren de, sakıncalı tabi, haram. Dolayısıyla bunlardan uzak durmak gerekir. Yani yerdekilerden yemeyi Allah Teâlâ mubah kılarken iki şeye dikkat etmemizi emir buyuruyor; bir, o yediğinin helal olması; iki, tayyib, temiz olması lazım.

Son olarak, helal ve temiz şeylerden yemenin faydaları hakkında şunları söyleyelim:

 (Helal yemek, Allah’ı sevmeye ve cennete götüren bir yoldur.) Bakınız âyet-i kerîmede, şeytan ve helal yemek arasında ilişki kuruluyor: “Ey iman edenler, helal ve temiz yiyin. Şeytanın izinden gitmeyin.” Bunu tefsir eden âlimlerin bazıları diyor ki; “Bir adam ibadet yapsa dahi şeytan onun yemesine içmesine bakar. Eğer yemesi içmesinde haram varsa kendi avanelerine (yardımcılarına) der ki; “Onunla uğraşmayın. Onun yemesi, içmesi onu bizim istediğimiz çizgiye getirecektir zaten.”” Haram yemek, insanı şeytanın çizgisine götürür yani, Allah korusun. Ama helal yemek, hem Allah’ın sevmesine hem de Allah’ı sevmeye vesiledir. Helal yiyen kişiden Allah razı olur. Helalden yemek insan da Allah sevgisini geliştirir ve de cennete götüren bir yol olur.

Helal yemek, duaların kabulüne vesiledir.

Helal yemek ömre bereket, mala büyüme imkânı sağlar. Ömrü bereketlendirir. Malı da arttırır. Rasûlullah (s.a.v), zekâtla ribayı kıyaslayarak buyuruyor ki; “Vallahi riba, yani faiz, malı-serveti artırmaz. Vallahi zekât, malı eksiltmez.” Evet, yüz bin lira parası olan kişi, iki bin beş yüz lira zekât verir, geriye doksan yedi bin beş yüz lirası kalır. Görünürde bir eksilme var, ama Allah Teâlâ doksan yedi bin beş yüz liraya öyle bir bereket verir ki ötekini katlar, onun kat kat üzerine çıkar. Diğer taraftan, mesela yüzde on faiz alan kimse yüz bin lirayı faize verdiği zaman yüz on bin lira alacaktır. Görünürde bir artma var, ama Allah Teâlâ, onu kökünden mahvederim, diyor. Günü geldiğinde hepsini kaybeder o adam. İşte sadaka, malı bereketlendirir, faiz helak eder. Helalden yemek ise hem ömrü bereketlendirir, hem malı arttırmadır.

Helal yemek, hem dünyada saadete erdirir, hem de ahirette kurtuluşu elde etme başarısını kazandırır. Orada mahkûm olmaz, mesul olmaz.

Helal yemek, konuşma üslûbunda ve davranışlarda bir tatlılık, hoşluk meydana getirir. Helal yiyen kişilerin konuşması da fark eder, davranışları da farklı olur. Uysal olur. Kırıcı olmaz; konuşmasında kırıcı olmaz, davranışlarında karşı tarafı rencide edici olmaz, temiz olur.

Helalinden yiyenlerin zürriyeti de bereketli olur. Gelecek olan nesli de temiz olur. Bu aşağıya doğru da böyle devam eder. Bu da çok önemli. Kur’ân-ı Kerîm’de Musa (a.s) ile Hızır (a.s) (veya başka bir zat da olabilir, deniyor.) kıssasını bilirsiniz. Bu kıssa içerisinde şöyle bir olay geçer: İkisi birlikte bir köye veya bir kasabaya gittiler. Onlardan kendilerini misafir etmelerini istediler. O köylüler, onları misafir etmedi, yiyecek bir şey vermediler. Ama buna rağmen Hızır (a.s), orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördü ve onu eliyle düzeltti, sağlamlaştırdı. Musa a.s dedi ki; “Buna karşılık ücret alabilirsin. Bunlar bize ikramda bulunmadılar.” Hızır (a.s), bunu yapmasının gerekçelerini ifade ederken şöyle bir ifade kullanıyor; “O ev iki yetim çocuğun idi. Bu çocukların babası da salih bir insandı. Düzeltmekteki maksadım da altında hazine olmasıydı. Yıkılsaydı, ortaya çıkacak, başkaları bulup çocukların elinden alacak onları. Düzelttim ki yıkılmasın da bunlar büyüdükleri zaman kendileri hazinelerini çıkarsınlar.” Şimdi, “Bu çocukların babası da salih bir insandı.” ifadesi hakkında bazı müfessirler diyorlar ki; “çocukların babası” diye geçen kişi yedi baş yukarıdaki bir dedeleriydi aslında.  Onun duası bunlara tuttu. Yani yedi baş yukarıdaki dedenin duasının bereketi bu. Allah Teâlâ, bu çocukların hazinesini korudu. Demek ki babanın, annenin, büyüklerin dikkatli davranmaları, salih olmaları, nesillerinin de hem dünyada hem ahirette karşılığını bulmalarına vesiledir. Bu örnekte de olduğu gibi, helaliyle yiyen kişilerin soyları, zürriyetleri temiz ve bereketli olur.

Dolayısıyla haram yiyen kimseler de az önce saydığımız faydaların aksine şahit olurlar.

Ve sallallâhu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn, seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhirû da‘vânâ eni’l-hamdülillâhi rabbi’l-âlemîn.

Muhterem hocam, Allah razı olsun, vaktinizi ayırdınız. Çok teşekkür ederiz.