Çok saf, berrak, temiz, faydalı ve bir benzeri de bulunmayan doğal bir temel gıda maddesi olan anne sütü, gözlerini dünyaya henüz açmış yavru bebekler için çok değerli ve paha biçilmez, mucizevî bir besin kaynağı ve bir nimet-i ilâhî’dir. Bu kadar mühim ve kıymetli bir gıda maddesi olan anne sütünün, ne yazık ki son zamanlarda, sûret-i haktan görünerek, birileri tarafından çok hızlı bir şekilde bulandırma ve hattâ ifsâd etme faaliyetlerine girişildiğini üzülerek müşâhade etmekteyiz.
Kur’ân-ı Kerîm, bu ifsâd hususuna işâreten dikkatimizi çekmektedir. “…(O kimse), yeryüzünde fesâd çıkarmak, ekini ve nesli helâk etmek (nesli bozmak) için çalışır (koşuşup durur). Allah (cc) bozguncuları (yeryüzünde fesat çıkaranları asla ve asla) sevmez.”[1] Ayet-i kerîme’de ifade edildiği üzere, böylesi girişimler, bilerek veya bilmeyerek bir nesli bozma, yok etme ve kökünü kurutma faaliyetinden başka bir şey değildir. Allah’ın koyduğu kanun ve hükümlere baş kaldırmadır. Koyduğu sınırları tanımamak ve haddi aşmaktır.
Lügatte süt emmek, süt emzirmek anlamlarına gelen “Radâ’” kelimesinin ıstılâhî manası: “Bir kadının sütünün, emzirme yoluyla veya başka bir şekilde içilmek sûretiyle mideye ulaşması demektir.” İslâm fıkhına göre, emziren kadına (süt anneye) “murdı’ veya murdıa” denildiği gibi, sütle meydana gelen bu akrabalığa da “Karâbetü’r-radâ’” denilir. Süt anneyi, icârlayan (tutan) kimseye de “müsterdı’” denir. Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, çocuğun kendisini doğuran annesinden veya başka bir kadından süt emmesiyle ilgili müteaddid ayetler mevcuttur. Bunlardan bir kaçını teberruken nakletmek istiyorum:
- “…Sizi emziren süt anneleriniz ve süt kız kardeşleriniz ile nikâhlanmanız (evlenmeniz) size (ebediyen) haram kılındı.”[2] Görüldüğü gibi bu hüküm ictihâdî bir hüküm olmayıp hiçbir te’vîle, yoruma mahal bırakmayacak şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in çok açık ve kesin bir hükmüdür. Ayrıca bu süt anneliğin gerçekleşmesi için, birilerinin iddia ettiği gibi illâ da memeden süt emme şartı yoktur. Hangi yolla olursa olsun, bir kadına ait olan bir miktar sütün, bir çocuğun midesine ulaşmış olması durumunda, bu hüküm (süt anneliği ve süt kardeşliği hükmü) gerçekleşmiş olur.
- “…Çocuklarınıza süt anne tutup emzirmek istediğiniz zaman anlaştığınız ücreti iyilikle ödemek şartıyla sizin için (bu konuda) bir günah yoktur.”[3]
- “…O kadınlar (boşadığınız hanımlarınız) eğer çocuklarınızı emzirirlerse ücretlerini verin. Aranızda uygun bir şekilde anlaşın. Eğer güçlük içerisinde kalırsanız (anlaşamazsanız, o takdirde) çocuğu babası adına başka bir kadın emzirecektir.”[4]
- “Biz insana, anne ve babasına ihsânda bulunmasını emrettik. Annesi onu zahmetle karnında taşıdı ve zahmetle doğurdu, onun anne karnında taşınma ve sütten kesilme süresi (tam) otuz aydır…”[5]
- “Emzirmeyi tam yapmak isteyenler için, anneler çocuklarını tam iki yıl emzirsinler…”[6]
İslâm fıkhının beş temel umdesi vardır ki bunlar:
- Canı muhâfaza (koruma)
- Aklı muhâfaza (aklı maddî ve manevî sarhoşluklarda koruma altına almak)
- Dini muhâfaza
- Malı muhâfaza
- Nesli muhâfazadır.
Nesli koruyup muhâfaza altına almak, dini ve canı korumak kadar önemlidir. İslâm dini, anne sütüne ve süt akrabalığına büyük önem vermiştir. Bir bebeğin ilk iki yaşında iken emdiği süt, o bebeğe süt emziren kadınla arasında en yakın akraba olan annelik ve evlatlık yakınlığını ortaya çıkarır. Dolayısıyla her insanın iki annesi olabilir. Bunlardan birisi, kendisini doğurup dünyaya gelmesine vesîle olan annesi; diğeri ise hayatta kalabilmesi için en önemli bir gıda maddesi olan sütünü ona takdim eden (emziren) annesidir. Kur’ân-ı Kerîm, bu iki muhtereme hanımın her ikisine de “ümm” (anne) diyor.
Ayrıca bu “süt anneliği” olayı, yeni keşfedilen bir şey değildir. İslâm fıkhına göre “süt annelik” gibi bir kurumun mevcûdiyeti tartışılmazdır. İslâm’a göre, kimin kimi emzirdiği hususu çok önemli ve ciddî bir meseledir. Çünkü neslin emniyeti; malın emniyeti, aklın emniyeti, canın emniyeti ve dinin emniyeti kadar ciddî ve önemlidir.
Bir çocuğun iki yıl içinde, kendisini doğuran annesinden başka bir kadının sütünü emmiş olması, sütünü emdiği kadının rahminden doğmuş olması gibidir. Kendisini doğurup dünyaya gelmesine vesile olana nasıl “anne” diyorsa, hayatını idâme ettirebilmesi için ona en önemli gıdası olan sütünü takdim eden (süt emziren) kadına da “anne” der. Sütünü emdiği kadının (süt annesinin) kocası da süt emen çocuğun babası (süt babası) olur. Süt annesinin çocukları da emenin kardeşleri (süt kardeşleri) olur. Dolayısıyla bir kadından süt emen çocuğun, iki tane ailesi olmuş oluyor. İnsan, aynı anadan doğan kendi öz kardeşiyle nasıl mahrem (ebediyyen evlenmesi haram) oluyorsa, süt kardeşi için de durum aynıdır.
Bugünlerde ortaya atılan ve Allah’ın lanet ve gazabını celb eden “Anne Sütü Bankası (Merkezi)” projeleriyle uğraşılacağına Allah’ın rızasını, sevgi ve muhabbetini kazanmaya vesîle olabilecek “Süt Annelik” gibi bir proje üzerinde çalışmalar yapılsa (öncelikle annelerin kendi çocuklarını emzirmesine teşvik, süt anneliği kurumunu da câzip bir duruma getirmek gibi) ve bu kurumun ihyâ ve intişârı hususunda aktif projeler ortaya koyabilseler ne kadar hayırlı ve isabetli kararlar altına imza atmış olurlardı. Keşke bunu anlayıp kavrayabilselerdi. Bu ise Allah korkusunun mahsûlü olurdu. Onun içindir ki Cenâb-ı Hakk: “Mü’min iseniz Allah’tan korkunuz.”[7] buyuruyor.
Evet, Allah’tan korkalım da helâkımıza sebep olacak olan bu sevdadan vazgeçelim. Zerre kadar Allah korkusu taşıyan bir mü’min, böylesi bir “süt bankası”na ne süt verme cesareti ne de oradan süt alma cesaretini gösterebilir. Çünkü imanı buna müsaade etmez. Çünkü ortada ciddî bir güvensizlik var. Birçok hile ve suistimal ihtimali kuvvetli görülmekte. Bunun içinden sıyrılıp çıkmak da adeta imkânsız görülüyor. Hesap gününden korkalım da yarın bir sürü gencin, “ilâ yevmi’l-kıyâme” (kıyamete dek), kardeşin kardeşle yapacağı zinanın (ki bu eşedd-i zinâdır) vebal ve azabından korkalım.
Rûz-i mahşerde, kardeşin kardeşle işlediği bunca zinânın bir mesûl ve müsebbibi olarak kabirden kalkıp huzûr-ı ilâhî’de hesap vereceğimizi ve çok çetin bir azaba dûçâr olacağımızı çokça tezekkür ve tefekkür edelim. Olur ki bir lütf-i ilâhî yetişir de geri adım atar ve bu büyük vebal ve sorumluluktan biiznillah kurtulmuş oluruz.
İmâm Suyûtî’nin el-Câmiu’s-sağîr’inde sahîh olarak naklettiği bir hadîs-i şerîfte Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Bir beldede (veya bir ülkede) zinânın (her türlüsü) ve fâizin (de) her çeşidi ortaya çıktığı zaman (yaygın bir hale geldiği zaman, artık o belde/ülke halkı) Allah’ın azabını hak etmiş olur (artık Allah’ın azabı ile burun buruna gelmeleri onlar için mukadder olur).[8]
Sahîh-i Müslim’de geçen ve Cerîr b. Abdillah (ra) tarafından rivayet edilen bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir: “Her kim, İslâm’da güzel bir yol, bir çığır açarsa (Allah’ın râzı olacağı bir şey ortaya koyarsa) onun için hem yaptığı bu güzel amelinin sevâbı hem de kendisinden sonra (kıyamete kadar) onunla amel edenlerin (o yolu takip eden kişilerin) yaptıkları bu güzel amellerinin sevâbı vardır. O güzel ameli yapanların alacakları sevâptan da hiçbir şey eksilmeden. Kim de İslâm’da kötü (zararlı) bir yol, bir çığır açarsa (Allah’ın râzı ve hoşnut olmadığı bir şey ortaya koyarsa) hem ortaya koyduğu o kötü (zararlı) amelin vebal ve sorumluluğu hem de kendisinden sonra onunla amel edecek (o yanlış yolu takip edecek insanların işleyeceği günahlar onun (omzunda) olacaktır (Bütün bu insanların işlediği günahlar onun amel defterine kaydedilir. Tabiki) bu kötü ameli işleyen kimselerin (yükleneceği) günahtan hiçbir şey eksilmeden.”[9]
[1] Bakara; 2/205.
[2] Nisâ; 4/23.
[3] Bakara; 2/233.
[4] Talak; 65/6.
[5] Ahkaf; 46/15.
[6] Bakara; 2/233.
[7] Maide; 5/57.
[8] Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, c. I, s. 31.
[9] Müslim, 1017.