Allah Zülcelâl ve’l Cemâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine ebedî hamdler, sayısız sonsuz şükürler olsun ki, bizlere nihayetsiz nimetler ihsan buyurmuş ve bize yarattığı varlıkların en faziletlisi olma şerefini bahşetmiştir.
İnsanoğlu, Allah Zülcelâl’in yaratmış olduğu varlıkların en mükemmel ve en şereflisidir. Ne mutlu bu şerefin kıymetini bilen, takdir edip o şerefe layık bir şekilde yaşayarak ebedî hayata yolcu olanlara. Yazıklar olsun; Allah Zülcelâl’in yarattığı en mükemmel, en şerefli varlık iken şerefini muhafaza edemeyip varlıkların en alçağı seviyesine inerek ebedî hayata göç eden zavallı kişilere. Allah, bizleri bu âciz ve zavallılardan eylemesin.
İnsanın öncelikle, kendisine verilmiş olan nimet ve varlıkların kıymetini düşünüp takdir etmesi gerekir. Çünkü sahip olduğu akıl kendisine bunun için verilmiştir. Bu sebeple de insanın ilk vazifesi, sahip olduğunu şeyleri düşünerek bu varlıklar ve nimetler içerisinde en kıymetli eşyanın ne olduğunu takdir etmektir. Çünkü bir nimetin kıymetini gerektiği gibi takdir etmeyenler, o nimeti olur olmaz şeylerle değiştirebilirler.
Şu hakikat de bilinmelidir ki mahlûkatın “a”sından “z”sine kadar hepsi insanoğlu için yaratılmıştır. Arş-ı A‘lâ’dan, yedi kat yerin dibine kadar, zerresiyle, kürresiyle, canlısıyla, cansızıyla bütün varlıklar insanoğlu için, onun hayatının devamı için yaratılmıştır. Diyebiliriz ki yeryüzünde tek bir insan yaratılmış olsaydı da Allah Zülcelâl bu kâinatı aynen yaratırdı. Çünkü o tek insanın bu âlemde hayatını sağlıklı sıhhatli geçirmesinin şartı, kâinatın nizam ve intizamının aynı şekilde yaratılmasına bağlıdır. Onun için her insan “Kâinatın bütünü benim için yaratılmıştır.” şuurunda yaşamalıdır.
Allah Zülcelâl Hazretlerinin, Rasûl-i Kibriya Efendimize Miraç gecesindeki “Ey Habibim! Bütün eşyayı senin için yarattım. Ama Seni de kendim için yarattım.” hitabı her ne kadar Rasûl-i Ekrem Efendimize ise de aslen bütün insanlığa şâmildir. Bizlere düşen vazife Allah’a karşı mesuliyet ve görevimizin ne kadar ağır olduğunu düşünerek idrak etmektir. Kâinattaki bütün varlıkların kendisi için yaratıldığını idrak eden insan “Ben niye yaratıldım?” diye düşünmeye ve yaratılışının muhasebesini yapmaya mecburdur. Çünkü bu düşünceye ihtiyacımız vardır. İnsan, tanımadığı bir eşyaya veya benzerini hiç görmediği bir şeye rastlayacak olsaydı muhakkak ki bu şey onun dikkatini çeker ve onun ne olduğunu, ne işe yaradığını merak ederdi.
Kâinatın içerisinde ise dikkatimizi ilk önce ve en çok çekecek olan varlık muhakkak ki insandır. İnsan varlığında dikkatimizi en çok çekecek olan şey ise nefsimizdir. Bu sebeple öncelikle nefsimizi düşüneceğiz. Bu kâinat benim için yaratıldığına göre “Ben niçin yaratıldım?” diye düşünmeliyiz. Sadece yemek içmek, gezip dolaşmak, gayesiz bir hayat sürmek için mi yaratıldım? Eğer mü’minler olarak bizler bunu düşünemezsek hayatımızı boşu boşuna zâyi etmiş oluruz.
Bu mesele çok ciddi bir konu olduğu için, Kur’an-ı Kerim yeryüzüne indirilmeden önce insanlar ve müesseseler arasında çok ciddi münakaşa ve kavgaların meydana gelmesine sebep olmuştur. “İnsan niye yaratıldı?” Herkes bu soruya bir şekilde cevap vermiştir. Vermiştir ama cevapların hiç biri meselenin kökten çözümünü sağlamamıştır; sağlayamazdı da. Zira insan niye yaratıldığını kendi başına çözmekten âcizdir.
İnsan kendini çok beğenir, çok akıllı olduğunu zanneder ve her şeyi bildiğine inanır fakat aslında cehalet içerisinde yüzdüğünden dolayı asırlar boyu kendisinin niye yaratıldığını dahi bilememiş, böyle bir meseleyi halledememiştir.
Böyle bir cehalet içerisinde bulunduğu halde, o insana sorsan, dünyayı yönetecek kadar akıllı olduğunu söyler. Daha niye yaratıldığını bilemeyen insanın bu cesareti ancak cehaletten kaynaklanmaktadır. Eğer biraz düşünebilseydi niçin yaratıldığını öğrenmiş olurdu da bütün meseleler hallolurdu. O zaman daralan dünya genişler, darlıklar, sıkıntılar, kavgalar, dövüşler, çileler, meşakkatler bir anda aradan kalkar ve dünya, cennet misali bir bahçe haline gelirdi. Ne yazık ki insanlık bu faziletli yola dönüş yapmadığı için asırlardan bu yana insan sırrı çözülmeyen bir varlık olarak durmaktadır.
Bunun içindir ki Râsûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) “Kendini bilen, Rabb’ini de bilir.” buyurur. Yunus Emre’nin de dediği gibi,
“İlim, kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsin
Bu nice okumaktır.”
Öyleyse insan olarak nefsimizi bileceğiz, niye yaratıldım diye düşüneceğiz. Fakat bu söylenildiği kadar kolay bir şey değildir. Bir günde halledilecek bir mesele de değildir. İnsanın kendisini tanıması ve tanıdığı şekilde kabullenmesi oldukça zordur.
Bundan dolayı en kısa zamanda kendimize dönüş yapmalıyız. Kendimizi tanımak için Allah’ın göndermiş olduğu Kur’an aynasına yönelmeliyiz. İnsanın nasıl bir varlık olduğunu gerçek manasıyla ancak Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den öğrenebiliriz. Çünkü insanı O yaratmıştır. İnsanı O yarattığı için en güzel şekilde de ancak O tanıtabilir. O’nun dışındaki varlıkların yaptığı her tarif muhakkak eksiktir. Bundan dolayı İlâhî Kitaba müracaat ederek insanı tanımaya gayret edeceğiz.
Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu sorunun cevabını Rasûlullah (s.a.v) vasıtasıyla gönderdiği Kur’an-ı Kerim’le bizlere bildirmiştir:
“Ben cinleri ve insanları ancak beni tanıyıp, bana kulluk etmeleri için yarattım.”
Bu gerçek bizim yaratılış sebebimizi bildirmektedir. Demek oluyor ki bizler, Rabbimizi tanımak için yeryüzüne geldik. Onun için yaratıldık.
Dünya bir irfan mektebidir. Canlı cansız herhangi bir varlığa baktığınız vakit, onu yaratanı düşünürseniz Allah Zülcelâl’i hakkıyla tanırsınız.
Şimdi ikinci bir hususla karşı karşıyayız. Bu önemli mesele itaatin ne olduğudur. Bilmelisiniz ki insan itaatle insan olur ve bulunduğu seviyeyi muhafaza eder. İnsanlar arasındaki hak ve hukuk ancak Allah’a itaatle sağlanır ve Allah’ın emir ve yasaklarına bağlılıkla devam eder. Allah Teâlâ tarafından konulan emir ve yasaklar insanların hak ve hukukunu korumak içindir.
Allah’ın koyduğu emir ve yasaklardan uzaklaşan toplumların önderleri de bazı kanunlar koymuşlardır. Ancak bunlar kaynağını Hak’tan almadıkları için yalnızca bazı fertlerin haklarını muhafaza etmektedirler. Bu hükümler, kanun koyucuların menfaatlerini temin ve iktidarlarını muhafaza etmek için başkalarının sırtına basarak, kitlelere zulmederek yükselmeleri için hazırlanmıştır. Bu kanunlar, kanun koyucuların kendilerine zarar gelecek kapıları kapamak için, kendi menfaatlerini engellemek isteyenleri bertaraf etmek için, kendi nefsânî istek ve arzularını, hevâ ve heveslerini garanti altına almak için hazırlanmıştır. Allah Zülcelâl ise insanların Kendisine itaat etmelerini onların huzur ve saadetlerini temin için istemektedir. Çok basit bir misal vermek gerekirse, Allah Teâlâ gıybeti, dedikoduyu, başkalarının haysiyet ve şerefini muhafaza etmek için yasaklar. Allah Teâlâ’nın hükümleri bu küçücük misalde görüldüğü üzere insanların haysiyet ve şerefini muhafaza etmek için konulmuştur.
Demek oluyor ki Allah’ın yasakladığı her şeyin esasında insanların dünya ve âhiretteki hak ve hukukunun korunması gayesi vardır. O ne emretmişse, emirleri insanların dünyevî ve uhrevî menfaatlere sahip olmaları ve devamını sağlamaları içindir.
Bilmeliyiz ki yaptığımız ibadetler de bizim menfaatimiz içindir. Allah Teâlâ bize: “Benim mülkümü ve servetimi artırmak için koşup çalışın.” demiyor. Hâşâ Rabbimizin böyle bir şeye ihtiyacı yoktur ve insanlara da böyle bir teklifi asla olmamıştır. Çünkü O, bütün mevcûdâtın yaratıcısı, sahibi ve mutlak manada güç, kuvvet ve kudrete sahip olan tek varlıktır.