Rahman ve Rahim Allah (c.c)’ın adıyla
Hamd ü senalar cemaliyeti ile zahir, celaliyeti ile galip, rububiyeti ile zahiren ve batınen kendi varlığından başka varlıkları terbiye etmeye muktedir olan Allah Zülcelâl üzerine olsun.
Varlıkları terbiye etmeye muktedir olan O’ndan başka bir Rabb olmadığı gibi, O’nun yapmış ve yapacak olduklarını da O’ndan başka yapacak bir varlık olmadığını da ikrar ederek Allah Zülcelâl vel Kemâl Hazretlerine hamd ü senalar ederiz.
Salât ve selamlarımız mahlûkattan, zahir ve batında cemal ve celal sıfatlarında emsali bulunmayan Rasûl-i Kibriya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin, âlinin, ashabının, tabiînin ve kıyamet gününe kadar ona tabi olanların üzerine olsun. Ayrıca Hz. Âdem (a.s)’den bu yana gelmiş bulunan bütün nebi ve rasûller ile salih kullar üzerine olsun.
Onlar; kendi asırlarında insanlık âleminin örnekleri oldukları gibi kıyamete kadar da insanlığa örnek olacaklarından dolayı ölü değil adeta diridirler.
Dergimizin ilk sayısında insan-ı kâmilden örnek vermeyip bitkiler âleminin bir ferdi olan reyhandan örnek vererek mevzuumuza başlamıştık. Ayrıca kâinatın mânâdan maddeye doğru geçiş safhalarının Mâdeniyat âlemi, Bitkiler âlemi, Hayvanlar âlemi, Cinler âlemi, İnsanlık âlemi ve Melekler âlemi olarak şekillendiğini ifade etmiştik.
Bu altı âlem içerisinde bitkiler âleminin bir ferdi olan reyhanı seçiş sebeplerimizden bir kaçını da beyan etmiştik.
Hz. Allah (c.c) kâinatın yani bütün âlemlerin en güzel şekilde yaratıcısıdır.
Allah Teala’nın rububiyetini bir anda gerçek manası ile kavrayıp tanımamız imkânsızdır.
Çünkü bütün eşyayı bir anda düşünmek; aciz olan beşer için mümkün değildir.
Eğer insanlık âlemi hadiselere yaratılış gayelerini tefekkür ederek değil de heva ve heveslerinin yönlendirmesiyle bakarsa gönderilmiş olduğu bu âlemde vermekte olduğu imtihanı kaybedebilir.
Allah Teala bir Âyet-i Kerime de şöyle buyurmaktadır:
“Dünyanın cazibelerine kapılmayarak güzel ameller işleyecek olanları tespit etmek için; yeryüzünde yarattıklarımızı süsledik.”
Allah Teala âlemleri; âlemleri en güzel şekilde yaratanın rububiyetini kâmil manada tanımaları için yaratmıştır.
Allah Teala’nın rububiyetini kâmil mânâda tanıtmak için yaratılmış bulunan âlemlerin her biri bir sancaktır. Sancak temsil ettiği mânâyı ve dikildiği yerin sahibini ifade eden bir alamettir.
Allah Teala kâinatta ne yaratmışsa, onlar Hâlik-i Zülcelâl’i tanıtan birer sancaktır.
Yani madenler, hayvanlar, bitkiler inanan insanlar ve inanmayan insanlar, Allah (c.c)’ın rububiyetini ispat eden birer sancaktır.
İnanmayanların bedenini, aklını, ruhunu ve sahip olduğu her şeyi yaratıp ona veren de Allah Zülcelâldır.
İnanan insan da onu yaratanın rububiyeti ile terbiye edenin bir alameti, bir sancağıdır.
Onun için gerçek iman sahipleri sevinçli ve mutlu olmalıdırlar. Çünkü onlar “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühü ve rasûlühü” diyerek Hâlik-i Zülcelâl’i tanıtan birer sancak haline gelmişlerdir.
Muttakî mü’minler dünya ve ahirette sönmeyen birer sancaktır. Bu sancak bir gün alçak ve keder kaynağı olan bir âlemde iftihar ederek dalgalanırken bir gün de ulvi ve melekûtî mukarrabinler âleminde de aynı şekilde dalgalanacaktır.
Böyle bir hadise ne kadar sevindirici bir durumdur. Böyle bir sevinci yaşamaya talipsek itâatimizi, mücadelemizi ve mücahedemizi ona layık olacak şekilde günden güne artırmalıyız.
Bütün varlığımızla şahidi olduğumuz Rabbü’l-izzet; bizlere sonsuz ihsanlarına kavuşarak mukarrabinler âleminde yaşamayı, bu âlemde de ilâhi ihsanların birer sancaktarı gibi yaşayarak mukarrabinler âlemine layık olmayı hepimize nasip eylesin.
Allah (c.c)’ın Habibi, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) “Dünya mü’mine zindan, kâfire ise cennettir.” buyurduğu Hadis-i Şerifi de en güzel şekilde anlamanın gayretinde olmalıyız.
Bilmeliyiz ki bir kâfir dünyada perişan, sefil ve çilekeş bir hayat yaşasa dahi ahiret âleminde çekeceği azabın yanında burada çektiği sıkıntılar onun için adeta cennet gibidir.
Dünya hayatında en üst düzeyde refah, saadet ve bolluk içerisinde yaşayan bir mü’min de, cennete kavunca dünya hayatının bir ızdırap ve işkence yuvası olduğunu anlar.
Bundan dolayı dünyaya karşı haris olmamalıyız. Aslında dünya kendisine haris olmayanların hizmetçisidir. Allah Teala bir Hadis-i Kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Ey dünya bana hizmet edenin hizmetçisi ol. Bana isyan edenleri de kendine hizmetçi kıl”
Bu hassas noktayı dikkatten kaçıran insanlık ve Müslümanlar maalesef dünyanın hizmetçisi durumuna gelmiştirler. Hâlbuki biz Allah (c.c)’a hakkıyla itaat edebilseydik çok daha kolay bir şekilde dünya nimetlerine kavuşacaktık. Tıpkı çok kısa biz müddet zarfında Medine sokaklarında gezen münâdilerin zekât verecek insan aradıkları Asr-ı Saadet gibi.
Onlar her şeylerini Rabbleri yolunda feda ederek Medine’ye hicret edince karşılıklarını hem dünyada hem de ahirette en bol şekilde almıştırlar. Bu lütuf daha sonra o yolda çalışan topluluklara ihsan edildiği gibi aynı şekilde davranabilen günümüz insanlarına da lütfedilebilir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki insanlık ve bütün kâinat Allah Zülcelâli sıfatlarıyla ispat eden bir alâmet ve nişandır.
Allah (c.c)’a inanmayan insanlar dahi kendi varlıklarıyla inanmadıkları Allah (c.c)’ın varlığını ispat eden birer alâmettir. Bu inkârcılar bir gün cehennemde Allah (c.c)’ın kahrının büyüklüğü ilan eden sancaklar olacaklardır.
Muttakî mü’minler ise dünya hayatında Allah (c.c)’ı bütün varlıklarıyla tanıtarak yaşadıktan sonra ebedi olarak gidecekleri cennette Allah (c.c)’ın sonsuz ihsanlarını gösteren sancaklar olarak görüleceklerdir.
Mevzuumuza dönersek; bitkiler âleminden “seyr-i ilallah” denilen Allah (c.c)’a giden yolculuğa ilmen başlamıştık. Ve onların içerisinden bir sembol olarak da reyhan’ı seçmiştik.
Allah Zülcelâl Kur’an-ı Kerim’de fâni hayatın cazibelerine karşı bizleri birçok Âyet-i Kerimeyle direkt ve misallerle uyarmaktadır.
Bundan dolayı biraz tefekkür ederek dünyamıza bakabilsek Allah Teala’nın âyetlerini bütün eşyada okuyabiliriz.
Bahar gelince toprak altında saklananları emr-i ilahi gereği dışarı çıkartarak etrafı yeşile büründürmesine bakınız.
Yaz gelince meydana gelen varlıkların en güzel günlerini geçirmelerine bakınız.
Ardından gelen sonbaharla vazifelerini yerine getiren varlıkların sararıp solmalarına bakınız.
Bütün bunlardan sonra gelen kışta ise topraktan fışkıran mevcudatın üzerinin yeniden dirilecekleri güne kadar adeta bir kefenle kaplanışına bakınız.
Bu varlıkların hallerine biraz tefekkür ederek bakanlar onları öldüren veya diriltenin mevsimler olmadığını, çünkü mevsimlerin birilerinin ölmesini birilerinin de hayatta kalmasını sağlayacak bir kudrete sahip olmadığını kavrar.
Allah’ın Rasûlü “Mü’minler ölmezler. Fani âlemden baki âleme göç ederler.” buyurmuştur.
Bizleri Rabbimize kavuşturacak birer sancak olarak yaratılan her varlık, geçirdikleri bu safhalarla bizlere “Ey insan hepimiz Allah (c.c)’tan geldik sonunda da O’na gideceğiz.” diye haykırmaktadırlar.
Yani “Biz Allah (c.c)’tan geldik, her şeyimiz Allah (c.c)’a aittir. Bir gün bütün varlığımızla birlikte O’na döneceğiz.” diye seslenen bütün mevcudât bizleri hataya düşmememiz için uyarmaktadır.
Bundan dolayı biz bitkiler âleminden reyhanı seçerek onunla halimizi dertleşmeye başladık.
Ona “Ey reyhan nereden geldin nereye gidiyorsun,” diye sorunca o:
“Ben aslımı hatırladım. Şimdi de aslıma kavuşmaya gidiyorum.
Benim büyümem onun içindi
Etrafıma yaydığım rayiham ondan dolayı idi
Ben benim için tayin edilmiş müddeti en verimli şekilde kullanmanın gayretindeyim.
Ben bana verilen vazifeyi yerine getirmiş olarak huzura varmak için gayret etmekteyim.
Ben ancak gayeme ulaşınca huzur bulurum.
O zaman çürüyüp bağrından çıktığım toprağa dönerim.”
“Senin gayen toprak mı olmaktır” denince, reyhan:
“Benim gayem benim aslî maddemi yaratan ve terbiye eden varlığı insanlık âlemine tanıtmaktır.
Yaratılışımda bana bahşedilen rayiha ise; ilk yaratılan, Allah Teala’nın Habibi olan, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın ruhundandır.
Evet, ben sizlere Allah Teala’yı tanıtan bir nişanım. Sizlere saçtığım rayihayı ise Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin ruhundan alıp sizlere saçmaktayım.
Biliniz ki bende gördüklerinizin hiç biri benden değildir. Bende gördükleriniz Rabbimin cemalinin eserlerinden çok azıdır.
Allah Teala beni yaratmış olduğu Habibi (s.a.v)’nin nuruna âşık etti. Çünkü her şeyin aslı Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin nurudur.”
Evet, her şey O (s.a.v)’nun nurundan yaratılmıştır.
Eşyadan Allah (c.c)’ı tanımaya doğru çıkılan yol sınırlıdır.
Bir bitkiyi düşünerek çıkılan yolda bir mertebeye kadar yükselebiliriz. Bitkinin fani hayatının sona ermesi ile Allah (c.c)’ı tanımak için çıkılan yol sona ermez.
Miraç’ta Cebrail (a.s)’in Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimize “Ya Rasûlallah buradan öteye bir kanat dahi çırpamam.” demesi seyr-i ilallah yolculuğunda vasıtalarla bir yere kadar gidildiğinin delilidir.
Bizler artık toprak âlemine intikal eden reyhanla birlikte madeniyât âleminden maneviyat âlemine doğru yolculuğumuza devam edeceğiz.
Allah Teala’yı bu âlemlerde arka arkaya öğrenmektense, daldan dala atlayarak gitmektense, bu âlemleri aradan kaldırarak varlığın aslını bulup doğrudan doğruya Allah (c.c)’ı tanımak için yola çıkmamız lazımdır.
Allah (c.c)’ı tanımak için yola çıkmamız kolaydır. Bu yolculukta Allah Teala’nın sıfatlarını ve esmalarını hakkıyla müşahede edince, başka delillere de ihtiyacımız kalmaz.
İmam Şibli (k.s) Allah Teala’nın rububiyetini ispat etmek için birçok kitaplar yazmıştır. Fakat bir müddet sonra bu eserleri imha eder. Kendisine ne yapıyorsun diyenlere “İspat etmek istediğim Rabbime kavuşunca delillere ihtiyacım kalmadı.” buyurur.
Bundan dolayı artık Allah Teala’yı tanıyıp, Allah Teala’dan yola nasıl çıkacağımızı düşünmeye başlamalıyız.
Muhakkak ki eşyanın birisi ile eşyayı var edeni bulmak yeterlidir. Bir vesile ile Allah (c.c)’ı bulunca, kâinattaki her eşya ve zerre kendilerini var edeni ispat edince, hakikat artık zahir olmuş olur.
Ehl-i irfanın “seyr-i anillah” dedikleri yani Allah (c.c)’ı bulup ondan sonra eşyaya dönüş yapmak, kısa zamanda Halik-i Zülcelâl’i bulmak ve eşyayı onun tanıttığı gibi tanıyarak “seyr-i ilallah” a devam edilen en kısa ve kolay yoldur.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Miraç gecesinde saniyeler araya girmeden Arş-ı Âlâ’da Rabbine kavuşur. Daha sonra kendisine âlemlerin yaratılışından yok oluşuna kadar geçen merhaleler seyrettirilir.
Bizler de Allah Teala’yı tanıdıktan sonra kâinata doğru Allah Teala’dan yola çıkmalıyız.
Bilmeliyiz ki Allah Teala bir şeyi yaratmayı murad edince öncelikle ona “Ol!” demeyi murad eder. Ama “ol” demeden murad edilen şey meydana gelmiştir.
Allah Teala kâinatı var etmeyi murad edince “kün” emrinden meydana bir “feyz-i ilahi” gelir. Bu “feyz-i ilahi”; “nûr-i Muhammed” ve “ruh-i Muhammed” ismini almıştır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Allah Teala evvela benim nurumu yaratmıştır.” buyurmuştur. Bir diğer Hadis-i Şerif’te ise “Allah Teala evvela benim ruhumu yaratmıştır.” buyurarak bu hakikati ispat etmiştir.
Evvela Ruh Âleminin âlem-i emirden olduğunu bilmeliyiz.
Şunu da bilmeliyiz ki emreden Hâlik (Allah), emrolunan ise mahlûktur.
Bundan dolayı Hâlik, amirdir. Mahlûk ise memur durumundadır.
Demek oluyor ki öncelikle Hâlik ile mahlûku birbirinden ayırmalıyız.
“Kün” emrinden meydana gelen “feyz-i ilahi” aynı zamanda “Âlem-i Kebir-büyük âlem” olarak da isimlendirilmiştir.
Bu isimle tavsif edilen “Âlem-i Kebir”, emreden Hâlikın azameti karşısında bir zerrecik mesabesindedir.
Âlem-i Kebir yaratılışın ilk maddesi olarak “bir çekirdek” halini almıştır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz “Allah Teala evvela kalemi yaratmıştır.” buyurur.
Bunun üzerine Saad (r.a) Rasûlullah (s.a.v)’a:
“Ya Rasûlallah, kalem evvela neyi yazdı.” diye sorar. Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz:
“Allah Teala kaleme yaz deyince, kalem:
“Ne yazayım” diye sorar. Cenab-ı Allah da:
“La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah yaz.” buyurur.
Bizler Kelime-i Tevhid’i “Yaratan Allah’tır ve yaratılan her şey O’na muhtaçtır.” manasıyla ikrar etmeliyiz.
Anlaşıldığı üzere bu Hadis-i Şerif’te zikredilen kalemden de murad “feyz-i ilahî” dir.
Feyz-i ilahîden meydana gelerek bir çekirdek halinde olan “Âlem-i Kebir” de bütün varlık âleminin projeleri mevcuttur.
Bundan dolayıdır ki Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin nurun “Ruh”, “Kalem” ve “Levh-i mahfuz” isimleri verilmiştir.
Çünkü O’nun nuru Allah Zülcelâl’in “kün” emrinden meydana gelen bir “nûr-i ilahî” bir “feyzi ilahî”dir.
Bir çekirdek olan bu feyz-i ilahî makbuldür ve her şey olmaya kabiliyeti vardır.
Bir tohumu düşünün. O tohumda meydana gelecek ağaç veya bitkinin bütün projesi yani dalları, yaprakları, kokusu, şekli ve şemaili saklı olduğu gibi kimlerin rızkı olacağı da belirtilmiştir.
Âlem-i Kebir olan ve Nûr-i Muhammediyye (s.a.v) veya Hakikat-i Muhammediyye denilen bu çekirdek kâinatın aslı olduğu için “ümmül kâinat – kâinatın aslı” ismini almıştır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir çekirdekte değişik sırrı ilahiler gizlendiği gibi Nûr-i Muhammediyye içerisine de “kün” emriyle birlikte kâinatın esrarı konularak meydana gelmiştir.
Bu esrar-ı ilahi;
Rasûlullah (s.a.v)’ın nurunda gizli iken ona batın ismi verilmiştir.
Gizli olan bu sırlar ortaya çıkınca zahir ismini alır.
Son peygamber olarak gönderilişiyle de ahir ismini alır.
Demek oluyor ki reyhanın bize sunduğu güzellikler, gizemler ve lezzetler Nûr-i Muhammediyye’den meydana gelmektedir.
O bir vasıta olarak bu güzellikleri bizlere ulaştırmıştır.
İnşallah gelecek sayılarımızda bunları izaha gayret edeceğiz.
Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun.