İçeriğe geç
Anasayfa » ÖLÜM İLE BAŞLAYAN YEPYENİ BİR HAYAT

ÖLÜM İLE BAŞLAYAN YEPYENİ BİR HAYAT

Önceki sayılarımızda âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve aklî deliller ışığında kabir azabının hak oluşunu izah etmeye çalıştık. Bunlarla birlikte buna dair icma vardır. Bu yazımızın konusu da bu konudan müteşekkildir.

İslam ulemasının kahir bir ekseriyeti, kabir azabının hak olduğu hususunda ittifak halindedir. Eş‘arî ve Maturidî’nin eserlerinde bu gerçeği görmek mümkündür. Hatta ehl-i sünnetin dışındaki bazı âlimler bile kabir azabını hak olarak kabul etmişlerdir. Ehl-i sünnet uleması tarafından ilm-i kelam/akaid ile ilgili kaleme aldıkları bütün eserlerinde kabir azabı bölümüne yer vermişlerdir. “Kabir azabı kâfirler ve bazı günahkâr mü’minler için haktır.” görüşü İslam ulemasının ortak bir görüşüdür. Daha düne kadar, Müslümanım, diyen herhangi birine, “Kabir azabı var mı?” diye sorsanız, “Kabir azabı haktır.” cevabını alırken şimdi bu çatlak sesler neyin nesi? Yaklaşık 15 asırdır bunca ulema ve her asırdaki milyonlarca Müslüman, bir bâtıl üzere nasıl ittifak sağlayacaklardı? Böyle bir yanlış üzere ittifak sağlandığına hangi akıl onay verebilir ki? Hadis kitaplarına dahi baktığımızda cüz’i istisnalar dışında kabir azabı ile ilgili rivayetler “cenaze” bölümünde zikredilmektedir. Ayrıca kabir azabı ile ilgili müstakil olarak yazılmış eserler de vardır. İmam Gazâlî’nin Sekarâtü’l-Mevt ve Şiddetühû Hayatü’l-Kubûr gibi.

Ölüler, hayattakilerin yapmak istedikleri hayır ve salih amellerinin sevabından müstefit olurlar mı (faydalanabilirler mi?)?

Önce şunu çok iyi bilmemiz lazım. Ömür sermayesini gaflet ve sefahatle hebâ edip sonra da başkalarına ümit bağlayan kimse İslam nazarında akıllı ve şuurlu bir mü’min değildir. Akıllı mü’min o kimsedir ki, nefsine karşı hâkimiyet kazanıp onu kontrol ve koruması altına alan ve ölümden sonraki hayat için son nefesine kadar sa‘y u gayret içinde, bütün imkânlarını bu uğurda seferber eden şuurlu ve kendisine gıpta edilen kimsedir. Bir kısım kelamcılara göre ölüye -dua ve istiğfar da dâhil olmak üzere- hiçbir hayır ve amelin sevabı ulaşmaz. Günümüzde de bu görüşe sahip çıkıp bunu savunanlar vardır. Onlar da “Biz Kur’ân’dan başka hiçbir şey kabul etmeyiz.” diyen kimselerdir. Bu görüşü ileri sürenlerin bir delili, “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.”[1] âyet-i celîlesidir.

Bu ayette bir kimse bir başkasının ameline mâlik değildir hükmü vardır, bu doğrudur. Ancak amelin sevabı birine bağışlandığı zamanda ona mâlik olamaz (ona ulaşamaz) manası anlaşılmaz.

Bu görüşü iddia edenlerin diğer delilleri ise, “İnsan öldüğü zaman amelden kesilir…” hadisi ile benzeri hadislerdir. Bu hadîs-i şerîften de ölenin bizzat kendisi amelden kesilir fakat bir başkasının onun adına yaptığı amelin sevabı da kesilir manasına gelmez.

Ehl-i sünnet fukahası, ehl-i hadîs ve ehl-i tefsîr ulemasına göre:

Mü’minlerin yaptığı dualar, istiğfarlar ve diğer bütün salih amellerin sevabı ölülerin ruhlarına ulaşır. Bu görüşü benimseyenlere “ehl-i vüsûl” denir. Ancak bu konuda ulemanın iki görüşü ortaya çıkıyor:

1- İmam Şâfî, İmam Mâlik ve Hanefî fukahasının bir kısmına göre namaz, oruç gibi bedenî ibadetlerin sevabı ölüye ulaşmaz.

2- Selef-i salihîn, Ahmet ibn Hambel ve diğer bazı Hanefî fukahasına göre hem bedenî hem de mâlî ibadetlerin yani tüm salih amellerin sevabı ölülerin ruhuna ulaşır.

Ehl-i sünnet ulemasının bu konuda şu âyet-i kerîmeyi delil gösterir:

“Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla. Mü’minlere karşı kalbimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok esirgeyen ve çok merhamet edensin.”[2]

Görüldüğü gibi bu âyette kendilerinden önceki mü’min kardeşlerine dua ve istiğfarda bulunan mü’minler, Allah Teâlâ tarafından övülmektedir.

Delil olarak sundukları hadîs-i şeriflerden bazıları ise şöyledir:

1- Hz. Osman’ın (ra) rivayetine göre, Efendimiz (s.a.v) bir cenazenin defninden sonra mezarın başında durdular ve “Bu kardeşiniz için Allah’tan mağfiret, metanet ve kolaylık dileyin, çünkü bu (kardeşiniz) şu anda melekler(in sualleri) ile meşguldür.”[3]

2- Hz. Aişe (r.anha), Rasûlullah’a (s.a.v), kabir ehline istiğfarda bulunmak istediğimizde ne söyleyeceğiz, diye sorduğunda Efendimiz şöyle buyurdular:

“Ey mü’min ve Müslüman yurdunun ehli, Allah bizden önce ölenlere ve sonra öleceklere (çokça) mağfiret etsin ve biz de inşallah en yakın zamanda sizlere kavuşacağız.”[4]

3- Büreyde (r.a), biz Rasûlullah (s.a.v) yanında otururken Efendimiz’e bir kadın geldi ve “Ben ölmüş olan annem için bir câriye tasadduk ettim.” dediğinde “Bu senin için gerekli idi. Çünkü o sana miras bırakmıştı.” buyurdu. Yine aynı kadın bu defa, “Annem hiç hac yapamamıştı, onun için hac yapabilir miyim?” deyince Efendimiz (s.a.v), “Evet, onun için hac et.” buyurdular.[5]

4- Abdullah ibn Ömer’den (r.a) rivayet edilen bir başka hadîs-i şerîfte Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyurdu: “Her kimin üzerinde Ramazan orucu borcu var iken ölmüş ise, her gün için bir fakir doyurulsun”[6]

5- Abdullah ibn Abbas (r.a) anlatıyor: “Cüheyne Kabilesi’nden bir kadın, Efendimiz’e  (s.a.v) geldi ve şöyle dedi:

“Annem hac yapmayı nezr etmiş (adamış) ve bu haccını eda etmeden ölmüştü. Ben onun için hac edeyim mi?”, Efendimiz de  “Evet, onun yerine hac et. Söyler misin, eğer annenin borcu olsaydı o borcu öder miydin? Allah’a ait borçları ödeyin, zira Allah, borcu ödenmesi gerekenlerin başında gelir.” buyurdular.”[7]

Aslında kabir azabının inkârı yanında bir de kabir hayatına giriş bölümündeki sual meleklerinin sorularının da inkârı yatmaktadır. Mahşerde sual var da kabirde niye sual olmasın ki?

“Allah, iman edenleri dünya hayatında ve ahirette hak ve hakikat (üzere) sabit kılar. Allah, zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.”[8] İmam Buhârî’nin rivayetine göre, bu âyet-i celîle, meleklerin kabirdeki sorularından sonra başlayan kabir azabı hakkında nazil olmuştur.

Enes ibn Malik’in (r.a), Efendimiz’den  (s.a.v) rivayet ettiği, “Kul, kabre konur da, arkadaş ve yakınları dönüp giderken onların terliklerinin sesini (ayak seslerini) duyar…” diye başlayan uzun bir hadîs-i şerîfin son bölümü şöyledir: “Kâfir ve münafık olan kimseye (Efendimiz’e (s.a.v) işaretle) “Bu kimse hakkında ne dersin?” diye sorarlar. O da “Bilmem. İnsanların söylediğini ben de söylerdim.” der. Bunun üzerine demirden tokmaklarla darbeler indirilir ve (feryad u figan) seslerini insan ve cinlerin dışındaki bütün varlıklar işitir.”[9]

Zeyd ibn Sabit’in (r.a) naklettiği bir başka hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu: “Bu ümmet, kabrinde imtihan edilecek (sorguya çekilecek).”[10]

Bir başka hadisi şerif de şöyledir: “Sizin, kabrinizde imtihana (sorguya) çekileceğiniz hususu bana vahyedildi.”[11]

Ölü mezara konulup ruh bedene avdet ettikten sonra oturtturulur ve melekler suallerini sorarlar. Bu gerçekleri kavramak ve hazmetmekte zorlananlar, acaba Kurân-ı Kerîm’de bahsi geçen şu âyetlerin ifade ettiği hakikatleri de mi kavramıyorlar, diye doğrusu çok merak ediyoruz. Allah (c.c), canlı ve cansız varlıklara bir çeşit şuur ve idrak veriyor da bunlar Rablerini tesbih ve takdis ediyorlar. “…çünkü öyle taşlar var ki onlardan nehirler fışkırır, öyleleri de var ki yarılır ve aralarından su çıkar, öyle taşlar da vardır ki Allah korkusundan (yerinden kopup) yuvarlanırlar.”[12]

“Göklerdekilerin ve yerdekilerin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların (bütün canlıların) ve birçok insanın Allah’a secde ettiğini ve birçoklarının da ilâhî azabı hak ettiğini (Rasûlüm) görmez misin?[13]

Secde eden insanları gördüğünüz gibi diğer varlıkların secdelerini de görüp izah edebilir misiniz? “Aslında hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah’ı tesbih etmesin ancak siz onların tesbih etmesini anlayamazsınız…”[14]

“Bunların tesbihi, Allah’ın varlığının delilidir.” anlamına gelir diyemezsiniz. O zaman Allah niçin “Siz onların tesbihini (duyamaz) anlayamazsınız.” buyursun ki? Demek ki onların tesbihi anlaşılıyor (ve duyuluyor). Anlayan ve duyanlar var ama siz anlayamazsınız (duyamazsınız) demektir.

“Şüphesiz ki biz dağları Davut’un emrine vermiştik. Onlar (dağlar) Davut ile beraber gece ve kuşluk vakti tesbih ederlerdi.”[15]

“Biz, ey dağlar ve kuşlar, Davut ile beraber tesbih edin demiştik.”[16]

Bu dağların ve kuşların tesbihatını Davut’tan (a.s) başkaları da duyuyor muydu? Hayır, ama bir duyan vardı.

“Göklerde ve yerdekilerin, kanatlarını çırparak sıra sıra uçan kuşların, Allah’ı tesbih ettiğini görmez misin?(Onlar) kendi niyaz ve tesbihatını bilirler.”[17]

Ölen bir kimse mezara konmayıp insanların arasında iken hiç kimse farkına varmadan orada melekler sorularını sorarlar ve cevaplarını alırlar. Soru sualden sonra gerekirse azap da ederler. Ama oradakiler ne bir şey görür ne de işitebilirler. Aslında bunlara inanmak, böyle bir şeyi hemen kavramak hiç de zor bir şey değildir. Çünkü bunun benzeri nice olaylar ve hadiseler yaşanmış ve yaşanmaktadır.

Allah Teâlâ, bu âlemde göremediğimiz ve duyamadığımız daha nice hayret-i mûcib olay ve hadiseler vücûda getirmiştir. Mesela Cibrîl-i Emîn, insan suretinde Efendimiz’e geliyor; Rasûlullah (s.a.v), Cibrîl-i Emîn’in hem kelamını dinliyor, işitiyor hem de kendisini görüyor. Fakat etrafında bulunanlar ne görüyor ne de işitebiliyor. Cibrîl-i Emîn, Efendimiz’e Kur’ân’ı okuyor ve öğretiyor ama sahâbe-i kirâm durumdan bîhaber.

Cinler etrafımızda yüksek sesle konuşuyorlar ama ne görüyor ne de işitebiliyoruz. Ama onlarla öyle veya böyle irtibatlı olanlar hem görüyor hem de işitebiliyorlar. Ölüme hazırlanan kimse, etrafındakilerle irtibatını kesip mana âlemine yöneldiği bir anda etrafındaki görevli melâike-i kirâmı görüyor ve seslerini de alıyor. Ama yanında hizmeti ile meşgul olanların ise hiçbir şeyden haberleri yok. Sadece bakıp duruyorlar.

“Can boğaza gelip dayandığı zaman ki o zaman siz can çekişen kimseye (sadece) bakar durursunuz. Biz (yani görevli meleklerimiz ise) ona sizden daha yakındır. Fakat siz göremezsiniz”[18]

Ya Rabbi! Bütün dünya Müslümanlarını ehl-i sünnet akidesinin dışındaki her türlü akımlardan hıfz u emîn eyle.

[1] Necm, 53/39.

[2] Haşr, 59/10.

[3] Ebû Davud; Hâkim; Beyhakî.

[4] Müslim, Ahkâmü’l-Cenâiz, 181-182.

[5] Müslim; Ebû Davud; Tirmizî, Câmiu’l-Usûl, 6/418-419.

[6] Tirmizî, 6/405-406.

[7] Buhârî, 2/219-220; Nesei, 5/116.

[8] İbrahim, 14/27.

[9] Buhârî; Ahmed ibn Hanbel; Müslim; Ebû Davud; Nesei, Sahîhu’l-Cami, 1671. (Bu hadisin tamamı için bakınız; İbn Kesîr, 2/531)

[10] Tezkiratü’l-Kurtubî, 149.

[11] Müslim, Cennet, 67; Ahmed ibn Hanbel, 3, 233.

[12] Bakara, 2/74.

[13] Hacc, 22/18.

[14] İsrâ, 17/44.

[15] Sa‘d, 38/18.

[16] Sebe, 34/10.

[17] Nûr, 41/41.

[18] Vâkıa, 56/83-85.