İçeriğe geç
Anasayfa » ÖZGÜRLÜK BAĞLAMINDA ÂDÂB-I MUÂŞERET

ÖZGÜRLÜK BAĞLAMINDA ÂDÂB-I MUÂŞERET

Belirli bir yaşa ulaştığımızda doğuştan getirdiğimiz bazı özelliklerimizi kuralsız bir şekilde kullanma isteğimiz herkesçe malum.  Mensubu olduğumuz toplumlar ise inanç ve tarihi süreç çerçevesinde belli kurallar ile bizlere bazı kısıtlamalar ve davranış kaideleri belirler. Bu kısıtlamaların temel sebebi, toplumun diğer bireyleri için de yaşanabilir bir dünya inşa etmektir. Bahsettiğimiz davranış kaidelerinin, özellikle sosyal hayat ve toplum içindeki münasebetleri düzenleyenlerine âdâb-ı muaşeret denmektedir.

Özgür olmak isteyen fert ile düzen arayan toplum arasındaki denge günümüzde oldukça problemli bir hâl almış durumda, medya ve iletişim araçlarının yardımı ile bu problemli durum iyice karmaşık bir hale getirilmekte ve dünyada yaşamakta olan bütün insanlara belli bir kalıp biçilmektedir. Maalesef bu biçilen kalıplara uymak ise özgürlük olarak tanımlanmaktadır. Trendlerden geri kalmamak adına çabalarımız bizleri psikolojik anlamda yıpratırken, davranışlarımızı ve sonrasında düşüncelerimizi etkileyerek bizleri duvarsız bir esaret hayatına hapsetmektedir. Bu sebeple tamamen özgür olduğumuza inandığımız durumlarda bile aslında özgürlüğünü kaybetmiş bireylere dönüşmekteyiz. Yani bize ait olan değerler birer birer yok olup giderken, yerine; bir kalıptan tasarlanmış, tek tip insanlar türetilmektedir. İnsanların ve toplumların birbirlerinden farkını yok etmeyen, bu farkları zenginlik olarak kabul eden, İslam medeniyetinin mirası üzerinde yaşayan bizlerin küresel kültüre özenmesi, tek tipleşme isteği ise; tıpkı birçok emekle işlenmiş bir mozaik eseri yağlı boya ile boyamak kadar abes bir durumdur.

İçinde bulunduğumuz şartlar; sosyo-ekonomik düzeyimiz, eğitim seviyemiz ve yaratılış özelliğimiz ne olursa olsun, günümüzde her birimize biçilen ve özgürlük adı altında dayatılan küresel esaret zincirlerini kırıp atarak, kendimizi koruma duvarlarının arasına almak zorundayız. Bedenlerimiz esareti yaşarken zihinlerimiz çağlar öncesinden çağlar sonrasına uzanan bir özgürlüğe sahip olmalı. Her kısıtlamayı özgürlüğümüze yapılan bir saldırı olarak tanımlamak yerine, ateşe yürüyen, bebeğin annesi tarafından alıkonması kadar doğal olan bir duruma tepki vermekten vazgeçerek, kendimizi ve neslimizi yarının esaretinden kurtarmalıyız.

Hiçbir kuralın olmadığı bir toplumdan bahsetmek mümkün değildir. Özgürlüğü diline pelesenk etmiş ve dünyanın geri kalanına da her şekilde dayatmaya çalışan Batı bile toplumsal kurallar çerçevesinde varlık göstermektedir. Bizlere dayatılan küresel davranış kalıpları yemek, içmek ve barınmak gibi tamamen tüketim üzerine oluşmuş ve sadece hayvanî ihtiyaçları esas alan kuralların aksine bizler, üstün bir medeniyet örneği göstermiş, tarihimiz ve inancımızla yoğrulduktan sonra oluşmuş âdâb-ı muaşeret kurallarına sahibiz. Kişisel mahremiyetimizden akıl ve ruh sağlığımıza, sosyal ilişkilerimizden ferdî farklılıklarımıza kadar birçok alanı kapsayan bu kurallar, bizi hem özgün hem de özgür kılar.

Bu kurallar elbette ki bizleri bazı alanlarda kısıtlayacak, bazen özgürlüğümüzden fedakârlık etmemizi gerektirecektir. Kültür ve medeniyet seviyesi arttıkça, kuralların kapsadığı alanın da genişlemesi doğaldır. Bilgi ve yaşam seviyesinin düşük olduğu cahiliye dönemindeki Mekke toplumunda, müşrikler Kâbe’yi istediği zaman çıplak tavaf edebiliyor, istediği kişiyle zina yapabiliyor, kime nasıl isterse öyle davranabiliyordu. Günümüz terminolojisiyle söylemek gerekirse olabildiğince özgürdüler. Peki, bu durum onları mutlu ediyor muydu? Maalesef, zamanın en büyük zulümleri, işkenceleri ve cinayetleri de o toplumda oluyordu. Kendi içlerinden çıkan son Nebi ﷺ onlara her istediklerini yapmanın özgürlük olmadığını, asıl özgürlüğün çizilen sınırlara riayet etmek olduğunu gösterdi. Bir yere girerken izin alınması gerektiğini, büyüklerin yanında sesin yükseltilmeyeceğini, önünden yemek yemenin gerekliliğini, ağzın yemek yerken şapırdatılmayacağını, ellerin ve bedenin yıkanmasını, dişlerin fırçalanmasını, oturmasını ve kalkmasını, kibarlığı ve daha birçok kuralları tüm dünya O’nun ﷺ çizdiği sınırlardan öğrendi. Bu sınırlarda yaşanan o döneme de asr-ı saadet denildi.

Zalimin özgür hayatından vahyin mahkûmluğuna kaçan Müslümanlar, kendilerine çizilen her sınır ile Yesrib’i Medine’ye dönüştürdüler, medeniyetin doğduğu bir merkez haline getirdiler. Âdâb-ı muaşeret kuralları ile toplumun bütün fertlerine öncelikle kişisel alanlarında özgürlük sağlandı. Artık insan değerliydi ve bir meta olarak görülmüyordu. Güzel kokuyordu, sözü kesilmiyordu, arkasından konuşulmuyordu, ölüsü bile saygı görüyordu, kandırılmıyordu, hakkı yenilmiyordu. Kısacası âdâb-ı muaşeretle konulan sınırlar bedevileşmiş bir toplumu insanileştiriyordu.

Bir şehrin içinde yıllarca, bin bir emekle yetiştirilen nadide çiçekleri korumak için ilk yapılacak iş, şehri devasa duvarlar ile çevreleyip ona sınırlar çizmektir. Şehrin kapısından girenleri özenle seçmektir. Böylece o çiçekler daha parlak ve daha güzel kokacaktır. Herkesin girip çıktığı, kuralsız ve sınırsız bir alan, ancak kaybedilmiş bir savaştan arda kalan yıkıntılarda söz konusudur. Güven şehrinin surları yıkılıp içerideki nadide çiçekler ezildikten sonra, mutluluk ancak hayal dünyasında var olacaktır.  Toplumdaki her fert kendi meskeninin hükümdarıdır ve mahremi ise korunmaya muhtaçtır. Âdâb-ı muaşeret başta ferdi sonra toplumu korurken, aynı zamanda erdemli bir yapının da inşa etmesini sağlamaktadır.