İçeriğe geç

SADECE ALLAH’A KUL OLMALIYIZ

Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim arzım geniştir. O halde yalnız bana kulluk edin.” (Ankebut Sûresi; 56)

Bu ayet-i kerime işkenceye maruz kalan Mekke müslümanlarının zayıfları hakkında nâzil olmuştur. İbadetlerimizi nerede kolay yapacaksak, güçlük çekilen yerden oraya hicret etmek gerekir. Mekke-i Mükerreme’de işkenceye maruz kalan ilk müslümanlar, dinlerini daha güzel yaşayabilmek için Habeşistan’a hicret etmişlerdir. İlk muhacirler arasında Osman bin Afvan (r.a.) ve hanımı Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in kızı Rukiye’de (r.a.) vardı. Daha sonra Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) amcasının oğlu Ca’fer bin Ebu Talip’de (r.a.) bir gurup müslümanla beraber Habeşistan’a hicret etti.

Cafer bin Ebi Talib’in (r.a.) Habeşistan’da kral Necaşi’nin huzurunda yapmış olduğu tarihi konuşmayı cahili toplumun yapısını tanımak ve böyle bir toplum karşısında Müslümanların dinlerini yaşayabilmek için ne büyük fedakârlıklara katlandıklarını görüp ders alabilmek için burada zikretmeyi faydalı buluyorum. Bu vesile ile kulluğun ne olduğunu bizlerde belki daha iyi anlar ve ona göre hayatımızı tanzim ederiz.

Kral Necaşi, din adamlarının da hazır bulunduğu bir mecliste Ca’fer bin Ebi Talib’e (r.a.):

“Halkınızın dininden ayrılarak; ne bizim dinimize ne de başka bir dine girmeden bağlandığınız bu yeni din nedir?” diye sorunca, Ca’fer bin Ebi Talib’in (r.a.) yaptığı tarihi konuşma şöyledir:

“Ey hükümdar!

Biz cahil bir kavim idik; Putlara tapar, ölmüş hayvan eti yer, fuhuş yapar, akrabalardan ilişkiyi keser ve komşuya eziyet verirdik. İçimizden güçlü olanlar daima güçsüzleri ezerdi. İşte biz böyle kötü bir durumda iken Allah Teâlâ (c.c) içimizden birini bize elçi olarak gönderme lütfunda bulundu. Biz O Peygamber’in (s.a.v) soyunu, ailesini, doğruluğunu, güvenirliliğini ve iffetini de biliyoruz.

Bu peygamber bizi Allah’ı (c.c) bir bilerek O’na (c.c) kulluk etmeye, bizim ve atalarımızın ilâh kabul ederek taptığı taşları ve putları terk etmeye davet etti.

Bize doğru söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akraba ile ilgilenmeyi komşuya güzel muamelede bulunmayı ve Allah’ın (c.c) yasaklamış olduğu çirkin ve fena şeyleri terk etmeyi, kan dökmekten vazgeçmeyi emretti.

Fuhşu ve ahlaksızlığı, yalan söylemeyi, yetimin malını yemeyi, namuslu kadınlara iftira etmeyi yasakladı.

Yalnızca Allah’a (c.c) ibadet etmeyi, O’na (c.c) asla hiçbir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi ve oruç tutmayı emretti.

Biz de O’nu tasdik ettik, O’na inandık ve Allah’tan (c.c) getirdiği emir ve yasaklar konusunda O’na tabi olduk. Sadece Allah’a (c.c) kulluk yaptık. O’na hiçbir şeyi ortak koşmadık. Bize haram kıldıklarını haram, helâl kıldıklarını da helâl saydık.

Bunun üzerine kavmimiz bize saldırıp işkence etti. Dinimizden dönmemiz, Allah’a (c.c) ibadet etmekten vazgeçip tekrar putlara tapmamız için bizleri daha önce helal saydığımız kötülükleri yine helâl saymaya zorladılar. Bu zorbalık ve zulümden ibaret bu davranışlarıyla bize baskı yapıp dinimize engel olmaya çalışınca biz de senin ülkene hicret ettik. Seni başkalarına tercih ettik. Senin bizi himaye etmeni istedik.

Ey hükümdar! senin yanında bize zulüm yapılmayacağını ümit ettik.” Buyurdu.

Görüldüğü gibi bu tarihi konuşmada Ca’fer b. Ebi Talip (r.a) önce cahilî toplumun genel vasıflarını zikrettikten sonra İslâm’ın getirdiği üstün temel esasları belirtmiş ve hicretin sebebini en güzel bir dille ifade etmiştir.

Bir taraftan inancını korumak ve dünyaya yaymak için her türlü zorluğa katlanan gerçek Müslümanlar, diğer taraftan da durumu idare etmeye çalışan, mevcut küfür sistemleri ile uyum yollarını arayan sözde Müslümanlar.

Bu tasnifteki birinci sınıfı teşkil eden Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de cennetle müjdelenirken, ikinci sınıfı teşkil edenler cehennemle tehdit edilmektedir.

Birinci sınıfı müjdeleyen ayet-i kerimelerden bazıları şunlardır:

“…Onlar ki hicret ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğradılar, çarpıştılar ve öldürüldüler; andolsun bende onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bu mükafat Allah tarafındandır. Güzel mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (Âl-i İmran Süresi; 195)

“İman edip de Allah yolunda hicret ve cihat edenler, (muhacirleri) barındıran ve yardım edenler var ya, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Enfâl Sûresi; 74)

“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” (Tevbe Sûresi; 20)

Zorluklara katlanmayı göze alamayan ve durumu idare etmeye çalışan ikinci sınıfın halini de Allah ( c.c.) bizlere şöyle haber vermektedir:

“Kendi nefislerinin zâlimleri olan kimselere melekler, canlarını alırken: ‘ne işteydiniz’ dediler. Bunlar: -‘Biz yeryüzünde çaresizdik’ diye cevap verdiler. Melekler de: ‘Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!’ dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.

Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler, hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır.

İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır.” (Nisâ Sûresi; 97-99)

Milâdi 622 yılında ise Peygamber (s.a.v) Efendimiz ve Ashab-ı Kiram Medine-i Münevvere’ye hicret ettiler. Ashab-ı Kiram Allah (c.c) ve Rasul’u (s.a.v) uğruna her şeylerini geride bıraktılar. Medine’de yepyeni bir toplum oluşturdular. O andan itibaren küfrün ve şirkin hâkim bulunduğu yerlerden Medine’ye hicret farz oldu. Gerçekten çaresiz, güçsüz ve bilgisiz olanlar dışında kalan Müslümanlar hicret ile mükellef kılındı.

İmkânları olduğu halde imanlarını kurtarmaya ve İslâm devletini güçlendirmeye koşmayarak, evini barkını, yurdunu, eşini, dostunu, mal ve mülkünü tercih edenlerin veya çaresizlik bahanesiyle mevcut duruma rıza göstererek hicreti terk edenlerin feci âkibetleri yukarıda ki âyet-i kerimelerde tasvir etmektedirler.

Peygamber (s.a.v.)  Efendimiz ve daha sonraki dönemlerde Müslümanlar inandıkları gibi yaşayıp yalnız Allah’a (c.c) kulluk yapabilmek için her türlü zorluklara göğüs germişlerdir. Fakat bu gayretlerinin karşılığı olarak Allah’ın (c.c) yardımıyla zaferlerden zafere koşarak bu yüce dini bize emanet bırakmışlardır. Biz Müslümanlar da beşeri sistemlerin hâkimiyeti altında İslam’ın tam manası ile yaşanıp, gerçek mânâsı ile Allah’a (c.c) kulluğun yapılamayacağı inancıyla Hakk’ın hakimiyeti için her türlü zorluğu göze alarak bütün gücümüzle çalışmalıyız. Unutmamalıyız ki ölüm gerçeği değişmemektedir.

“Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”   (Ankebût Sûresi; 57)

Ölüm, insanı dünyadaki sevdiklerinden ayırmaktadır. Bu ayrılış, Allah (c.c) için zorluklara göğüs germe uğruna olursa, gerçek sevgiliye ve ebedi nimetlere kavuşmaya vesiledir.

Eğer ölüm, nefis, şeytan ve tağutî sistemlere itaat ederken insanı yakalayacak olursa, o zamanda bu ne feci bir âkibettir. Müslüman güzel akıbet için Allah’a (c.c) yalvararak, sabırla, taviz vermeden yoluna devam etmelidir.

“İman edip Salih amel işleyenleri; (evet) muhakkak ki onları, içinde ebedi kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennet köşklerine yerleştireceğiz. (Böyle iyi)işler yapanların mükâfatları ne güzeldir.

Onlar, sabreden kimselerdir ve yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar.” (Ankebut Sûresi; 58-59)

Rızık endişesi gibi sebeplerin ardına sığınılarak dinimize hizmetten geri kalmamalı ve zulüm sistemlerine boyun eğmemeliyiz. Çünkü rızkı veren ayette ifade edildiği üzere Allah’tır (c.c).

 “Nice canlı var ki, rızkını (yanında) taşımıyor. Onlara da ‘Size de rızık veren Allah’tır. O, her şeyi işitir ve bilir.” (Ankebut Sûresi; 60)

Allah’a (c.c) kul olabilmek için sevdiklerimizi, O’nun için sevmeli, sevmediklerimizi de yine O’nun için sevmemeliyiz. Allah (c.c) bizim için din olarak İslam’ı seçti ve ondan razı oldu. Biz de O’nun razı olduğuna razı olup, İslam’ın dışındaki bütün batıl dinleri ve sistemleri reddederek; İslâm’ı önce şahsi hayatımıza ardından da ailemize ve yaşadığımız dünyaya hâkim kılmak için ne gerekiyorsa yapmalıyız.

Selam olsun Allah’ın(c.c) kullarına…