İçeriğe geç
Anasayfa » SAHABE-İ KİRAMI BİZZAT CENÂB-I HAK TERBİYE ETMİŞTİR*

SAHABE-İ KİRAMI BİZZAT CENÂB-I HAK TERBİYE ETMİŞTİR*

Mülâkat: Ahmet Çinar – Necmeddin Beşikçi

Ashab-ı kiram hakkında –layıkıyla- bir şeyler söyleyebilmek oldukça uzun bir mesai gerektirmektedir. Zira bu konu sahip olduğu önemden dolayı pek çok açıdan ele alınıp araştırılmalıdır. Gelin biz de konumuzu bir tertip içerisinde aşama aşama ele almaya çalışalım:

Öncelikle, Rasûlullah’ın Allah Teâlâ nezdindeki yüceliğini hatırlatmakta fayda görüyorum. Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber Efendimiz’in hal ve harekâtı hususundaki tedbiri, takdiri de güzelce düşünülmeli, iyice araştırılmalıdır.

Oldukça önemli ve hassas bir noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum:

Bilmeliyiz ki Rasul-i Ekrem Efendimiz’in ashabını, bidayetinden nihayetine dek bizzat Allah Teâlâ terbiye etmiştir. Cenab-ı Hak, onları, Rasûlullah’la olan beraberlikleri süresince tedricî bir eğitimden geçirmiş ve nihayetinde Peygamber Efendimiz’in her sözüne kulak verip, Ona itaat eden ve tam manasıyla teslimiyet gösteren bir topluluk meydana getirmiştir.

Ashab-ı kiram, hangi konuda olursa olsun, Rasûlullah’ın fiillerinin en faziletli ve kâmil fiiller olduğunda şüphe etmezlerdi. Zira onlar; Allah Teâlâ’nın, Peygamberi için daima mükemmel olanı tercih ettiğine inanıyorlardı.

İşte bu itikatları sebebiyle de Cenâb-ı Hak, ashab-ı kiramı Rasûlullah’la olan münasebetleri nispetinde terbiye basamaklarının zirvesine çıkarmıştır. Sahabe, kemalâtın zirvesine bu makamın gerçek sahibi Nebiy-yi Zişan Efendimiz’le yükselmişlerdir.

Allah Teâlâ’nın, onları yükseltmiş olduğu mevkii anlayabilmemiz için birkaç hususa işaret ederek sohbetimize devam edelim:

Kemale doğru giden basamakları tek tek çıkan sahabe-i kiramın terbiyesiyle alakalı pek çok âyet-i kerîme nazil olmuştur. Bunlardan bazıları onları doğruya sevk etme kabilinden ayetlerken bazıları da onlar için itab mahiyetindeydi. 

Evet, ashabın kimisi hakkında, had cezasını icab ettirecek ayetlerin nazil olduğu da bir gerçektir. Fakat bunların hiçbiri sebebiyle sahabe-i kiramın mevkiini zedeleyecek şeyler söylenilemez. Bilakis Allah Teâlâ onları, şeriatının tatbiki için seçmiştir. Nihayetinde hadler de gelecek nesiller için tatbikatı söz konusu olan şeriatın hükümleri içerisinde yer almaktadır.

Cenab-ı Hakk’ın, ashab-ı kiramı, imanın en yüksek derecelerine yükselttiğini az önce ifade etmiştik. Bu hususu biraz daha vuzuha kavuşturacak bir soruyla devam edelim:

Sahabî efendilerimizin, Rasûlullah’la geniş katılımlı en son buluşmaları ne zaman olmuştur? Veda Haccı esnasında.

Bakınız, Rasûl-i Ekrem Efendimiz o büyük günde sahabîlerine şöyle bir soru yöneltmiştir:

“Şu anda hangi şehirde bulunuyoruz?”

O günü bize aktaran sahabîler, “Bu soru karşısında hepimiz sessiz kaldık. Rasûlullah’ın şehre yeni bir isim vereceğini zannettik.” diyorlar.

Peygamber Efendimiz sorularına devam etti:

“Şu an hangi ayda bulunuyoruz?

…Hangi gündeyiz?”

Ashab-ı kiramın tavrı bütün sorularda aynıydı. Olur ki Rasûlullah yeni bir şeyler söyler diye hepsi sessizliklerini muhafaza etti.

Sizce onlar bulundukları şehrin Mekke-i Mükerreme, ayın Zilhicce olduğunu ve Arefe gününde bulunduklarını bilmiyorlar mıydı? Hayır hayır… hepsi durumun farkındaydı. Buna rağmen “Olur ki Rasûlullah yeni bir isimlendirmeye gider.” zannıyla hiçbiri cevap vermeye teşebbüs etmedi. Zira onlar bedihiyattan diyebileceğimiz en âşikar bilgilerin bile Rasûlullah tarafından değiştirilebileceğine inanmışlardı.

Herkesin rahatlıkla bilebileceği bu soruları dahi cevaplamamak, “Senden yeni bir bilgi bekliyoruz ya Rasûlallah.” düşüncesiyle sessizliği tercih etmek Allah Rasûlü’yle münasebette kemalâtın zirvesidir.

Öyleyse geçilen her bir merhaleyi bu sona ulaştıracak bir basamak olarak düşünmeliyiz: Yeri geldi onlara sorumluluk yüklendi, bazı yönlendirmelere muhatab oldular, hatta itaba bile muhatab oldular ve haklarında had cezaları tatbik edildi.

Bunların her biri kemale doğru seyreden yolculuğun tedriciliğine işaret eden bir takım tatbikattan ibarettir. Ta ki Cenab-ı Hak; onları, olur ki Allah Rasûlünden yeni bir şeyler öğreniriz ümidiyle bedihi bilgileri dahi seslendirmeme mertebesine ulaştırdı.

Az önce de ifade ettiğimiz gibi ashab-ı kiram Allah Teâla’nın, Rasûlullah’ın her hareketinde ve her işinde en mükemmel ve efdal olanını tercih ettiğini düşünüyorlardı. Faili doğrudan Allah Rasûlü olmasa dahi onunla bir şekilde alakalı olan durumlarda bile Allah’ın, peygamberi için en mükemmel olanını tercih edeceğini düşünüyorlardı.

İsterseniz bunun delilini de ifade etmeye çalışalım:

Allah Rasûlü’nün mübarek bedeni cansız bir şekilde defnedilmeyi beklerken vâki olan iki hâdiseden bahsedeceğim.

Allah Rasûlü yıkanıp kefenlemek üzere getirildiğinde orada Hz. Ebubekir Efendimizin oğlu sahabe-i kiramdan Abdurrahman (r.a) da bulunuyordu. Abdurrahman o gün, kendi vefatı için ayırmış olduğu yemen yapımı güzel bir kumaşı Allah Rasûlü’nün kefenlenmesi niyetiyle takdim etti ama Rasûlüllah’ın üzerindeki elbise hiçbir kefenle değiştirilmediği için kumaş Hz. Abdurrahman’a (r.a) geri verildi. Hz. Abdurrahman ne yaptı sizce? Abdurrahman (r.a) kefeni aldıktan bir müddet sonra “Allah’ın, Rasûlü için razı olmadığı bir şeyi ben nasıl kullanabilirim.” diyerek onu hemen tasadduk etti.

Şu sahnenin büyüklüğünü biraz da olsa düşünmeye çalışın lütfen.

Başka bir hâdise de muhacirler ile ensar arasındaki şu ihtilaftır:

Muhacirler, Allah Rasûlü için bir kabir, ensar da bir lahit hazırlıyordu. Hz. Abbas: “Kabri hazırlayan Ebu Ubeyde b. Cerrah ile lahdi yapan Ebu Talha el-Ensarî’ye birer elçi gönderelim. Hangisi daha evvel bitirirse onu tercih edelim.” dedi. Ve ardından şöyle dua etti: “Allah’ım! Rasûlün için en hayırlı olanı sen seç.” Ebu Talha’nın teşebbüsü daha önce neticelendi ve Efendimiz’i oraya defnettiler. Zira ashab-ı kiramın inancı, Rasûlullah için takdir edilenin en hayırlı olduğu istikametindeydi.  

Bakın, bu hâdiseler ashab-ı kiramın Allah Rasûlü’yle beraber dünya hayatında geçirdikleri son sahnelerdir.

Onlar bizzat Cenab-ı Hakk’ın terbiye ettiği, yücelttiği ve Peygamber Efendimiz’in kemalâtını kendilerine öğrettiği bir topluluktur. Allah Teâlâ onları, Rasûlüne ikram ettiği ilâhî kemâlatı öğrenebilecekleri bir dereceye yükseltmiştir.

Şimdi, konumuzla ilgili olan son bir soru daha soralım. Rasûl-i Ekrem’in yanında, herkesçe malum olan bilgileri bile seslendirmekten imtina eden ashab-ı kiram efendilerimizin bizim nezdimizdeki mevkii ne olmalıdır? Onlara bakışımız, onlara karşı muamelemizde tavrımız nasıl olmalıdır?

Bilelim ki Allah Teâlâ, Hz. Musa’yı (a.s) “Gözetimimizde yetiştirilesin diye…” ve “Seni bizzat kendim(e elçi yapmak) için hazırladım.” buyurarak nasıl kendi gözetimi altında yetiştirdiyse aynı şekilde sahabe-i güzîn efendilerimizi de bizzat kendisi seçmiş ve terbiye etmiştir.

Onlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le bir arada olmak için bizzat Allah Teâla tarafından seçilmiş kimselerdir. Bu hakikati Abdullah b. Mes‘ûd’un (r.a) şu sözleri ifade etmektedir[1]:

“Allah Teâlâ kullarının kalplerine nazar etti de Muhammed aleyhisselam’ın kalbini en hayırlı kalb olarak gördü ve kendisine seçti ve ona risalet vazifesini verdi. Onun ardından kullarının kalbine tekrar nazar etti ve ashabın kalblerinin en hayırlı kalbler olduğunu gördü ve onları Rasûlullah’a yardımcı kılmak ve dini uğrunda onunla beraber savaşmak üzere seçti.”

Değerli kardeşlerim,

Cenab-ı Hakk’ın kullarına ilk nazarı neticesinde Peygamber Efendimiz’i seçmesi ve ikinci nazarıyla ashab-ı kiramı tercih etmesi –hâşâ- öyle bayağı ve tesadüfen gerçekleşmiş bir şey değildir. Ashabın, Peygamber Efendimiz’in zamanına denk gelmesi tamamen ilahî tasarrufun bir neticesidir. Bu husus mevzuumuzun en mühim noktasıdır.  

Şimdi ashab-ı kiram efendilerimizin bizim nezdimizdeki mevkii ne olmalıdır? sorusuna dönelim.

Söze, Peygamberimiz’in, ashabıyla ve ümmetiyle iftihar ettiğini söyleyerek başlamalıyım. Şöyle ki Efendimiz; “Ben peygamberler içinde size nasip olan peygamberim, siz de ümmetler arasından bana nasip olanısınız.” buyurmaktadır. Bu söz –herkesin rahatlıkla kabul edeceği gibi- oldukça değerlidir. Bu hadîs-i şerîfle, Efendimiz bizlere, Allah Teâlâ’nın peygamberlerini ümmetleriyle beraber taksim ettiğini belirtmiştir. Bu ne manaya gelmektedir: Ümmet-i Muhammed ve hassaten Peygamber Efendimiz’le yüz yüze görüşme şerefine nail olup, onunla beraber oturup kalkan, bütün harekât ve sekenâtında Efendimiz’in yanında bulunan ashab-ı kiram hazretleri Cenab-ı Hakk’ın Rasûlullah için takdir ettiği bahtiyar kimselerdir. Onlar gerek savaş meydanlarında gerek barış dönemlerinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yanından hiç ayrılmayan ve onun terbiyesinden geçen sahabîlerdir.

Ashab-ı kiram, Peygamber Efendimiz’e karşı olan vazifesini acaba tam manasıyla yerine getirebilmişler midir?

İlmî atmosferi birazcık solumuş bir kimsenin aklına böyle bir soru gelebilir mi?.. Maalesef, günümüzde gelebiliyor.

Kusura bakmayın ama mürekkep yalamış birisi böyle bir soru soruyorsa; bu, onun Peygamber Efendimiz’le (s.a.v) sahabe arasındaki hukuku hiç bilmediğinin en açık delilidir. Zira sahabenin Peygamber Efendimiz’le (s.a.v) geçirdiği parlak zaman dilimi tasavvur bile edilemez. Allah Teâlâ (c.c) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir topluluğun, Allah’a ve peygamberine düşmanlık eden kimselere -babaları, oğulları, kardeşleri yahut diğer akrabaları da olsa- sevgiyle bağlandıklarını göremezsin.

İşte Allah bu mü’minlerin kalplerine imanı nakşetmiş ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları -orada ebedî kalmak üzere- altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Ondan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’tan yanadırlar; iyi bilinmeli ki kurtuluşa erecek olanlar da Allah’tan yana olanlardır!”[2]

Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v), sahabe-i kiram nezdinde; anne, baba, evlat ve hatta kendi canlarından bile daha sevgiliydi, değerliydi. Ashabın, Peygamber Efendimiz için nice gazvelerde, “Canım sana feda olsun Ey Allah’ın Rasûlü!” şeklindeki seslenişleri kaynaklarımızda yer almaktadır. Onlar Peygamber Efendimiz’i her türlü zarardan korumak için bedenlerini kalkan yapıyorlardı. Bir sahabî, İslâm’a, Rasûlüllah’a savaş açıyor diye öz babasına bile cephe alabiliyordu.

Bütün bunlardan sonra “Sahabe, Peygamber Efendimiz’e karşı olan vazifesini tam manasıyla yerine getirmiş midir?” sorusu için rahatlıkla diyebiliriz ki, evet fazlasıyla getirmiştir.

Gelin yeni bir soru daha soralım:

Sahabenin dinî emirlere riayet etme hassasiyeti, faziletleri, takvaları vb. hususlarda ne düşünüyoruz? Onların hususunda bir zafiyetten söz edilebilir mi?

Onlar güzel ahlakın en üstün derecelerine sahiplerdir. Ashab-ı kiramın adaletleri hakkında konuşmak bile değerlerine halel getirmeye yeter. Sahabe hakkında konuştuğumuzda, kelimelerimize dikkat etmeli, onların makamını zedeleyecek bir üslûptan azami derecede kaçınmalıyız.  Zira defaatle ifade ettiğimiz gibi sahabe, Allah Teâlâ’nın üstün kıldığı bir topluluktur. Bu husus Kuran-ı Kerim’de pek çok ayette de görülmektedir. Mesela şu âyet-i kerîme sahabenin faziletlerini ifade eden ayetlerden biridir:

“O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onları, Allah’ın lutûf ve rızasına talip olarak hep rükûda ve secdede görürsün. Secdenin tesiriyle yüzlerine simaları oturmuştur. Tevrat’ta onlar için yapılan benzetme budur.

İncil’deki misalleri ise bir ekindir: Çiftçileri sevindirmek üzere filiz verir, onu güçlendirir, kalınlaşır ve kendi sapları üzerinde durur. Onlar yüzünden kâfirler öfkeden kahrolsunlar diye (böyle olmuştur). İman edip dünya ve ahirete yararlı işler yapanlara yani onlara Allah bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vadetmektedir.”[3]

Allah Teâlâ (c.c) kimler için bir bağışlama ve büyük bir mükâfat vadetmektedir?

O kimseler, sahabîler değil, ayette zikri geçen “İman edip dünya ve âhirete yararlı işler yapan” kimselerdir diyenler vardır. Ancak bu âyet-i kerîmenin son kısmında bulunan مِنْ harf-i ceri üzerinde iyice düşünmemiz gerekiyor. مِنْ, harf-i cerlerden biridir ve harf-i cerler diğer edatlar gibi bulunduğu yerde kendine özel manalarından biri ile kullanıldığından kendilerine hurûfu’l-meânî de denir. Bir kısım bidatçi bu ayetteki مِنْ harf-i cerini ba‘ziyet manasında kabul edip sahabenin sadece bir kısmının âdil olduğuna hükmetmişlerdir. Bu kimselere şu cevabı vermemiz gerekir: Buradaki مِنْ ba‘ziyet değil beyâniye manasında kullanılmıştır.

Bu manadaki diğer bir kullanım şu âyet-i kerîmededir:  

“إن الذين كفروا من أهل الكتاب والمشركين في نار جهنم خالدين فيها”

“Şüphesiz ki ehl-i kitap ve müşrikler gibi küfre düşen kimseler sonsuza dek cehennem ateşindedirler.”

Küfre düşen kimseler kimdir? Ehl-i kitap ve müşriklerdir. Şöyle ki burada küfür ne sadece Kureyş müşrikleriyle ne de sadece ehl-i kitapla sınırlıdır. Aksine bu iki zümrenin hepsini ifade etmektedir. Âyet-i kerîmede geçen “مِنْ” harfi, ism-i mevsulden sonra gelmiş min-i beyâniyyedir. Nahivcilerin açıklamalarına göre umum sîğalarından biri olan ism-i mevsûl beyana ihtiyaç duyar.

Bundan dolayı Allah Teâlâ “الذين” ism-i mevsûlünden maksadın ne olduğunu ondan sonra gelen min-i beyaniyye ile ehl-i kitap ve müşrikler diye açıklamıştır.

Gençler, dikkat edin…

“Allah’ın elçisi Muhammed ve onunla beraber olan kimseler…” ayetinde de aynı şey söz konusudur. “Onunla beraber olanlar” kimdir? İman edip, sâlih amel işleyenlerdir. İşte onlara bağışlanma ve bol ecir vardır.

Ayetin sonunda geçen “الذين ءامنوا وعملوا الصالحات منهم مغفرة وأجرا عظيما” “Onlardan iman edip sâlih amel işleyen kimselere Allah mağfiret ve bol ecir vaad etmektedir.” kısmındaki “من” harfi ayetin başında gelen “الذين” ism-i mevsulünün beyanıdır. Buradaki “من” harfinin niçin teb‘îziyye değil de beyan yapıldığı sorulabilir. Ben ise beyâniyye olduğunu kesin olarak söyleyebilirim. Çünkü buradaki harf teb‘îziyye olarak takdir edildiğinde ayetin sonu başıyla çelişmiş olur. Ayetin başı bütün sahabîleri ihtiva ederken sonunun bir kısım sahabeyi ihtiva etmesi açık bir çelişkidir. Bundan dolayı bu çelişkinin ortadan kalkması için “من” harfinin teb‘îziyye değil beyaniyye olması gerekir.

Bu noktada Allah Teâlâ’nın sahabeyi övdüğü başka ayetlere bakmamız da önemlidir.

“Allah sana ve mü’minlerden sana tabi olan kimselere yeter”[4] ayeti, “Allah’ın elçisi Muhammed ve onunla beraber olan kimseler…” ayetindeki gibi sahabenin faziletinden bahseden genel ifadelerdendir. Aynı minvaldedir. Hatta bu ifade Allah’ın, sahabeye olan en büyük övgü ifadelerindendir. Böyle birçok ayet vardır.

Ana hatlarıyla veya derinlemesine sahabenin övüldüğü âyet-i kerîmeleri araştırsak “Kur’an’ın tamamı sahabenin fazileti hakkındadır.” diyebileceğimiz ölçüde çok olduklarını görürüz. Gerçekten de ben bunu abartmaksızın yakînen söyleyebilirim. Sadece âyet-i kerîmeleri araştırsak ve o ayetlerin sebeb-i nüzullerine bakarsak sahabenin faziletiyle alakalı daha nice şey görürüz. Kiminde sahabenin tamamı kimisinde bazı sahabiler övülmüştür.

“Muhâcirlerin ve ensarın ilkleri ile onlara güzelce uyanlardan Allah hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan râzıdırlar. Onlara, sonsuza dek hep içinde kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Büyük bahtiyarlık işte budur.”[5]

“O ağacın altında sana yeminle bağlılık sözü verirlerken bu mü’minlerden Allah razı olmuştur.”[6] Bu ayette ağacın altında bey’at eden sahabîler özellikle övülmüştür.

“Bu mallar özellikle, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk umarak Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir.”[7]

Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmede “Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk umarak” ifadesiyle fakir muhacirlerin kalbî eylemlerine, “Allah’ın dinine ve peygamberine yardım ederken” ifadesiyle de hem kalbî hem fiilî eylemlerine bizzat kendisi şahitlik etmektedir. Allah Teâlâ (c.c) bu şekilde kendisinin şahitliği ile muhacirleri [dolaylı olarak övdükten] sonra ensarı zikrederek şöyle buyurmuştur: “Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır.”[8]

Sevgili arkadaşlar,

İlim talebelerine Kur’ânî kelimelerin manasını Arapça sözlüklerden ve tefsir kitaplarından ciddiyetle araştırmalarını daima tavsiye ediyorum.

Gelin bir kelimeye daha dikkatinizi çekeyim. Az önce zikrettiğim âyet-i kerîmenin son kelimesi, “müflihûn”, ne demektir? “Felah’’ nedir? Fevz, hayr, necah diyorsunuz. Arapça sözlüklerde, Arapça’da ‘hayr’ anlamında felahtan daha câmi, daha kapsamlı hiçbir kelime bulunmaz.

“Onlar kurtuluşa erenlerdir.” yani hayrın tamamını kendilerinde toplamışlardır. Bu, Allah Teâlâ’nın onların hayrın tamamını kendilerinde topladıklarına şahitliğidir.

Son bir soruyla bitirelim; Allah’ın, kendilerine bu şekilde şahitlik yaptığı kişilere karşı tavrımız ne olmalıdır? Müslüman bir kimsenin, Allah’ın kendilerini överek nimetlendirdiği kişileri ayıplamasını, kusurlu görmesini düşünmek caiz midir?

Buna yakın bir örnekle izah etmeye çalışayım: Devlet başkanı, başka bir devlete heyet gönderiyor. Heyet, devlet başkanının taleplerini diğer devlete iletiyor.

Bu çok basit bir örnek. Bakın eğer biz devlet başkanının, heyeti seçerkenki tercihlerine güveniyorsak, bu heyeti kusurlu, eksik kabul edebilir miyiz? Hayır.

Ya devlet başkanı bu işten anlamıyor deriz veya başından beri ona karşı bir şüphemiz var da “Hükümet, adamlarını ve bakanlarını bilmiyor ve bu heyeti gönderiyor.” deriz. Eğer başkanı hatalı-eksik buluyorsak, heyeti de hatalı buluruz. Bu, kul için böyleyse Allah (c.c) için nasıl olur?

Bu noktada durup bu soruyu sorarsak,  şu sınırda durmamız gerekir ve bundan sonra sahabenin adaleti, fazileti, yüceliği ve Efendimiz’in (s.a.v) indinde onların erdemleri hakkında eklenecek hiçbir söze gerek yoktur.

Eğer, Allah Teâlâ’ya güveniyorsak ve Onun -Sübhânehû ve Teâlâ- kelâmından eminsek, bu sözü anlarız ve durup, sahabenin, Allah’ın kulları içerisinde en değerli ve en faziletlisi olan Efendimiz’in (s.a.v) ashabının, seçilmiş ve övülmüş bir nesil olduklarını kabul ederiz.


[1] Bu söz her ne kadar Abdullah b. Mes‘ûd’a nisbet ediliyorsa da ğayba dair bilgiler sahabî tarafından bilinemeyeceğinden bu rivayetler Peygamber Efendimiz’den öğrenilmiş bilgiler arasında kabul edilir. Hadis usulünde bu gibi hadislere, lafzen mevkuf olmalarına rağmen hükmen merfu‘ denilir.

[2] Mücadele, 58/22.

[3] Fetih, 48/29.

[4] Enfâl, 8/64.

[5] Tevbe, 9/100.

[6] Fetih, 48/18.

[7] Haşr, 59/8.

[8] Haşr, 59/9.


* Bu makale, 05.02.2019 tarihinde Muhterem Muhammed Avvame Hocamızla gerçekleştirdiğimiz mülâkatın tercüme edilmiş halidir. Yazının akıcılığını bozmamak için aralardaki soruları tercümeden çıkardık.