İçeriğe geç

SEHÂVET-HISSET* – (Mehmed Hilmi)

Hazırlayan: İbrahim Pulat

“Sehâvet” Türkçe cömertlik mânâsına geldiği gibi, “hısset” ise buhl[1] ve imsak[2], yani nâkeslik[3], cimrilik demek olur. Nefsini ve âilesini iâşeye[4] âit nafaka-i yevmiyyesinden fazla nukûd ve eşyâya mâlik olanların emvâl-i mezkûreyi vatan ve milletin menâfiine hâdim hayrât ve hasenât ile birtakım aceze ve duafâ[5] ve fukarânın tehvîn-i[6] ihtiyâcâtına sarf etmek husûsunda gayret ve fedâkarlıkta bulunanlara sahî; bilakis mezkûr emvâl-i zâideyi, insaniyet nâmına sarf etmek şöyle dursun menâfi-i umûmiyyeyi nazar-ı dikkate almaksızın hukûk-i fukarâyı gasp ile nefsine ait nafaka-i yevmiyyeden dahi artırarak bir tarafa istif etmekten haz almış olanlara da hasîs denir.

Evvelkiler [7] hâdîs-i şerîfiyle mübeşşer, ikinciler ise [8] hâdîs-i şerîfiyle tahvîf[9] buyurulmuşlardır. Bu buhl ve imsak, nefs-i emmârenin en çirkin sıfatlarından olup diğer bir sıfat-ı redîesi[10] de [11] âyet-i kerîmesi mûcebince emvâlini bezl[12] ve ihsân edeceklere de mâni olmaktır ki, bu sıfatla muttasıf olanlar bahîllerin en şerlileridir. Zira şeytân aleyhi’l-la’nenin yapmamış olduğu bir sıfatı yâni mâni-i rızk olmayı irtikâbdan[13] çekinmemekle Hakk nazarında en şerli bir kul olmuş oluyorsun, el-ıyâzu-billah[14]. Velhâsıl ahlâk-ı seyyienin en çirkini olan şu hısset-i tab‘dan[15] vazgeçip cömertliğe teşvîk etmek üzere Hak Subhânehû ve Teâlâ Hazretleri Furkân-ı Hakîm’inde [16] âyet-i kerîmesiyle cümlemizi iknâ‘[17] buyurmuşlardır.

Bir de sehâvet-i tab‘a mâlik olan ashâb-ı hayrın helâlinden kazanmış olduğu malın fazlasını riyâdan ârî olarak fî-sebîlillah bilâ-imtinân[18] ihsânda bulunmak şart-ı a‘zamdır. Zîrâ hak yolunda olmaksızın riyâ ve minnet ile verilen sadakanın hiç hayrı olmadığı Esteîzubillah [19] âyet-i kerîmesi mealinden anlaşılmıştır. Zâten bu hususta imtinân neye yarar ki? Fukarâya ihsân ettiğin malı Rızâ-yı Bâri’yi tahsîl için verdiğinden  [20]âyet-i şerîfesi mûcebince dünyada feyz ve berekete; ve ahirette ise bire on ecir ve mesûbâta nâil olacağın muhakkaktır.

Eğer ashâb-ı servetten isen, kendi ihtiyâcât-ı zâtiyye ve beytiyyenden fazlasının zekâtını vermen dînen farz olup edâ etmediğin takdirde ahkâm-ı Celîle-i İlâhiyyeye adem-i tebaiyetten[21] dolayı uhrevî itâba[22] müstehak olacağın şübhesizdir.

Malumdur ki Âlimu’s-Sırrı ve’l-Hafâyât[23] Hazretleri ebnâ-yı beşeri[24] halk etmezden[25] mukaddem[26] rızklarını tayin eylemiştir ki mikdâr-ı mezkûr[27] tağyîr etmeyip[28] her kime ne yolda takdir olunmuşsa onu bu mihnetgâh-ı fenâda[29] bir esbâba müracaâtle[30] ol kadar terzik[31] eder, yani; kimini dîyk-ı maîşet[32] içinde tedyîk[33], ve kimini envâ-i mâl-i giran-bahâ[34] sahibi etmekle taltif ederek[35] refâh-ı hâl içinde yaşattırır. Bu böyle olduğu gibi ol Azîmu’ş-şân, taltifâtına mazhar kıldığı kula verdiği malı yalnız kendisine tahsis etmez. Onun içinden diğer fukarânın hakkı vardır ki zekât mikdâr-ı vucûbiyyesidir. Akabinde de onun verilmesini emreder. Eğer o kul şu emr-i ilâhiyyeyi  yerine getirmeyip mikdâr-ı mezkûru te’diye[36] etmez ise insâniyete muğayir bir harekette bulunmasından hukûk-i fukarâyı gasp ederek haram mal yemeyi irtikâb etmiş olur. Hâlbuki Cenâb-ı Hak zenginin malını fakir ile ortak halk etmiştir.

Haydi farz edelim ki böylece yekdiğerimize muâvenette bulunmadığımızdan herkes de kendi kazancıyla yalnız menfaât-i şahsiyyesine müteallik[37] şeylere harc etsin; binâenaleyh böyle bir hâlin temâdîsi[38] umûr ve husûsât-ı beşeriyyeye sekte îrâs eder. Hayât-ı ictimâiyye-i beşeriyyenin tenâkusunu[39] mucîb olur[40]. Nihâyet cemiyyet-i beşeriyye arasındaki revâbıt-ı uhuvvet[41] bozularak sû-i efâl[42] baş göstermesiyle iş çığırından çıkar. Peki ama şimdi şu ifâdemize karşı ne için Cenâb-ı Hak her kulunu bir siyâkta ten‘îm etmiyor[43] da suver-i muhtelifede[44] yaşattırıyor diye bir itirâz vârid olabilir. Muterizimizi[45] iskât için ber-vech-i âtî[46] cevab-ı mukni[47] ile iknâ’ ederiz:

Evet, Hak Subhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin böylece kullarını terzîk etmesindeki hikmeti, intizâm-ı âleme halel gelmemek içindir. İntizâm-ı âleme neden halel geliyor? Bunu izah edelim: Meselâ asrımız medeniyyet-i hâzıra’nın en müterakkî[48] bir zamanına müsadif olmasından ihtiyâcât-ı beşeriyye de o nisbette çoğalmıştır.

Biz bunu en âdî mevâdd-ı mağdiye-i esasiyyemizden[49] olan ekmeğin sûret-i imâlini nazar-ı dikkate alarak isbât ederiz. Evvelâ mezkûr gıdânın esâsını teşkîl eden buğdayın husûle gelmesi için bir tarla veya çiftliğe ihtiyâcımız olduğu gibi bâdehu o tarlada buğdayı ekip de kemâle geldikten sonra onu kesip başağından ayırarak çuvallara koyup değirmene göndermeye bir çiftçi lâzımdır. Yine bu iş biter; bâdehu onları taşımaya mahsûs esbâb-ı nakliyye ile değirmene getirdikten sonra öğütüp un hâline getirmek için bir değirmenciye ve un olup çuvallara konduktan sonra fırına giderek ekmek haline gelmek için de bir nakliye arabasıyla fırın ve fırıncıya muhtâc olduğumuz âşikârdır. Şu misalden de, bizim yediğimiz bir lokma ekmeğin kaç kişinin zahmetiyle husûle geldiği anlaşılır.

İhtiyâcât-ı zâtiyyemize[50] medâr olan diğer me’kûlat[51] ve melbûsât[52] gibi eşyâ-ı mütenevvia[53] da hep buna göre kıyas olunsun. Bezm-ârâ-ı zikr[54] Cenâb-ı Hakk’ın kâffe-i benî beşeri bir siyâk üzere iğna ettiği[55] takdirde intizâm-ı âleme halel gelir kaziyesini[56] zikr etmiş idik. Bu sözü şu misâle tatbîk edelim: bir müddet tefekkürden sonra deriz ki: acabâ  o yediğimiz ekmeği yapıp meydana getiren kimselerin cümlesi böylece sabahtan akşama kadar çalışıp muazzeb[57] olarak para kazanmalarını isterler mi? Elbette istemeyeceklerdir. Bilakis her birisi ashâb-ı devletten olup birçok servete mâlik olmalarını arzu edeceklerdir. Farzedelim ki onlar, arzularına nâil olarak kâffesi sâhib-i servet  olsunlar. Ol vakit farizamızın iktizâsı o ekmeğin vücûda gelmesine vasıta olan çiftçi ile değirmenci ve fırıncının da ağniyâ[58] zümresine iltihâk etmeleri hasebiyle kendilerini ashâb-ı devletten addederek o vazîfelerini yapamayacaklar; bu sûretle mühim bir iş muattal[59] kalacak. Şu halde idâme-i hayâtımıza vâsıta olan o ekmeği acaba kim yapacak?

Öyle ya! Bu faraziyyemizden böyle bir netice hâsıl oldu. Mâdem ki medeniyyetin terakkîsi nisbetinde ihtiyâcât-ı beşeriyyenin tekessüründen[60] onların bir kısmını bu gibi işlerde istihdâmında mecbûriyet hâsıl oluyor. Öyleyse servet-i umûmiyye-i beşeriyyenin de bir siyâkta farz olunmasındaki mehâzir-i uzmâ bâlâdaki misâlden anlaşılmış olacağından alelumum[61] insanların ekseriyeti itibariyle zengin ve fakir olmak üzere iki sınıfa ayrılarak yaratılmış olmalarındaki hikmet meydana çıkar.


* Cerîde-i Sûfiyye, 10 Şa’bân 1331/1 Temmuz 1329, Aded: 53, s. 55-57.


[1]Buhl: Hasislik, pintilik.

[2] İmsak : Cimrilik.

[3] Nâkes: Bahîl, hasîs,zelîl, alçak.  

[4] İâşe: Yedirip içirme, yiyip içmesini sağlayıp geçindirme.

[5] Duafâ: Zayıflar.

[6] Tehvîn: Kolaylaştırma, hafifletme.

[7] Cennet sahî olanların dârı, yurdudur.

[8] Bahîl olan cennete giremez velev ki zahid olsun.

[9] Tahvif: Korkutma.         

[10] Sıfat-ı redîe: Kötü, alçak sıfat.

[11] Kalem, 68/12 Hayrı sürekli men edici…

[12] Bezl: Esirgemeden bol bol verme.

[13] İrtikab: Suç işlemek.

[14] El-ıyâzubillah: Sığınma Allah’a dır.

[15] Hısset-i tab’: Yaratılıştan gelen hasislik

[16] Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emreder. Allah ise (nafaka hususunda) size kendisinden bir yarlığama ve bir bolluk va’d ediyor. Allah (ihsanı) geniş olan, (her şey’i) hakkıyle bilendir. (Bakara, 2/268)

[17] İknâ‘: İnandırma, râzı etme.

[18] Bilâ imtinân: İyiliği başa kakmadan

[19] Ey îman edenler, sadakalarınızı – malını insanlara gösteriş için harcayan, Allaha ve âhiret gününe inanmayan bir kimse gibi – başa kakmak ve incitmek suretiyle heder etmeyin. (Bakara, 2/264)

[20] En’âm, 6/160 Kim bir iyilik yaparsa ona on misli vardır.

[21] Adem-i tebaiyet: Uyma yoksunluğu

[22] İtâb: Azarlama, paylama

[23] Âlimu’l Sırr-ı vel-Hafâyât: Açık ve gizli olan ne varsa hepsini bilen

[24] Ebnây-ı beşer: Beşer evlatlar

[25] Halk etmek: Yaratmak

[26] Mukaddem: Önce

[27] Mezkur: Zikredilmiş

[28] Tağyir etmek: Değiştirmek

[29] Mihnetgâh-ı fenâ: Geçici olan mihnet meşakkat yurdu

[30] İsâbe-i müracaâtle:

[31] Terzik: Rızıklandırma

[32] Dıyk-ı maîşet: Geçim darlığı

[33] Tedyîk: Dar, sıkıntıda

[34] Giran-bahâ: Çok değerli, pek kıymetli

[35] Taltif etmek: Lütuflandırmak

[36] Te’diye: Ödeme, eda etme

[37] Müteallik: Alakalı

[38] Temâdî: Uzama, sürüp gitme

[39] Tenakus: Azalma

[40] Mucîb:  Sebep olan, gerektiren

[41] Revâbıt-ı uhuvvet: Kardeşlik bağları

[42] Sû-i efâl: Kötü ameller

[43] Ten’îm etmek: Nimetlendirmek

[44] Suver-i muhtelife: Çeşitli sûretler, şekiller

[45] Mu’terid: İtiraz eden kişi

[46] Ber-vech-i âtî: Geleceği üzere

[47] Cevab-ı mukni: İkna edici bir cevap

[48] Müterakkî: İlerleyip gelişen, ilerlemiş

[49] Mağdiye-i esasiyye: Esas gıda

[50] İhtiyâcât-ı zâtiyye: Şahsi ihtiyaçlar

[51] Me’kûlat: Yiyecekler 

[52] Melbûsât: Giyecekler

[53] Eşyâ-ı mütenevvia: Çeşit çeşit eşyalar

[54] Bezm-ârâ-ı zikr: Zikri ile meclisi süslendiren

[55] İğna etmek: Zengin etmek

[56] Kaziye: Önerme

[57] Muazzeb: Acı, eziyet, sıkıntı içinde kıvranan

[58] Ağniya: Zenginler

[59] Muattal: Durmuş

[60] Tekessür: Çokluk

[61] Alelumum: Genel olarak