İçeriğe geç
Anasayfa » SEKÜLER DÜNYADA MÜSLÜMANCA VAR OLMAK I

SEKÜLER DÜNYADA MÜSLÜMANCA VAR OLMAK I

Abdurrahman Görümlü

Dünya hayatının hakikatini bilip ona göre bir ömür sürmek bütün Müslümanların ortak hedefidir. Ancak dünya hayatının hakikatini bilmek bir mesele, bu bilgiden gaflete düşmemek ise ayrı bir meseledir. Zira bu iki meselede muvaffak olmaya mani olabilecek birçok husus bulunmaktadır. Bu hususların belki de en tehlikelisi hem itikadı hem ameli çepeçevre kuşatma altına alan seküler dünya görüşü ve seküler dünya nizamıdır. İslam’ın âhiret merkezli hayat anlayışına karşı alternatif bir “din” hüviyetini haiz olan seküler anlayış insanlara sadece apayrı bir dünya tasavvuru vermekle kalmaz, onları bu tasavvurla inşa edilmiş bir hayatın içerisinde fiilen yaşatıp bu tür bir hayatı vazgeçilmez ve değiştirilemez olarak görmeye de sevk eder. O halde yapılacak en öncelikli iş seküler dünyanın âmentüsüne “Lâ” demektir.

Seküler Dünyanın Âmentüsü

Tanrı’nın yerine insanı, âhiretin yerine dünyayı, ubudiyetin yerine özgürlüğü yerleştiren seküler âmentü, Allah’a ve âhirete imanı tamamen yok saymasa da onu kalplere hapsetmek ister. Kutsalı ‘kamusal alan’dan temizlemekle bu alanı nötrleştirmez, aksine oraya kendi kutsalını ve âmentüsünü yerleştirir ve bilir ki kamusal alana hâkim olan âmentüsü zamanla kalplere mahpus olan imanın da yerini alacaktır. Çünkü inandığı gibi yaşamayan insanoğlunun yaşadığı gibi inanmaya başlayacağını çok iyi bilir. İkame ettiği inançları din, iman, akâid, itikat, inanç veya âmentü gibi kelimelerle sunmayacak kadar profesyoneldir. Dünya görüşü (worldview), hayat felsefesi, düşünce sistemi, felsefe, düşünce, ideoloji gibi cazip kavramlar dururken düşmanını saf dışı etmek için kullandığı etiketlerle iş görmesi hiç de akıllıca olmazdı tabi.

Seküler âmentüde insan tanrılaştırılmaya ve her şeyin miyarı kılınmaya çalışılmaktadır. Buna göre her şey insan için var olmakta ve insanın anlam vermesiyle bir mana kazanmaktadır. İnsanın hakikatini, mutluluğunu ve nasıl bir hayat yaşaması gerektiğini en iyi bilen yine insandır. Ona bu dünyada cenneti yaşatacak olan da insandan başkası değildir. Cennet için âhireti beklemek gerekmemektedir. İnsanlığın mucizesi olan bilim ve teknolojide yeteri kadar ilerleme kaydedilip beşerî hukuk biraz daha geliştirildiği takdirde cennet yeryüzünde insan tarafından inşa edilecektir zaten.

Özgürlük bu âmentünün en büyük esaslarındandır. İnsan, Tanrı karşısında dahi özgür kalmalı; ölümle, âhiretle, cehennemle korkutulmamalıdır. Mümkünse ölüm tamamen unutulmalı, yeryüzünde inşası vaad edilen cennet seküler nizamın işlemesi için yeterli bir teşvik unsuru haline getirilmelidir. İnsanın özgürlüğü adına zinadan eşcinselliğe, faizden kumara, içkiden ilhâda bütün arzuları kutsanmalı, Tanrı dahi bu arzuları engelleyememelidir. Zira insanın haklarını Tanrı değil, ancak ve ancak insan belirleyebilir. Onun yaşayacağı hukuk düzenini ve sosyal hayatı da gene en iyi o vaz edebilir.

Seküler Dünyanın İlmihali

Ana hatlarıyla temas etmeye çalıştığımız seküler âmentü elbette zikrettiklerimizden ibaret değil. Bu âmentünün birçok aslı ve feri olduğu gibi kendisine ait bir ilmihali; farz-ı aynları ve farz-ı kifâyeleri de vardır. Seküler dünyanın vecîbeleri hem bu âmentüyü tahkim etmekte hem de makâsıdını tahkik etmektedir. Söz gelimi bilimsel ilerleme ülküsü bu âmentünün aslî ilkelerindense bilimin gelişmesi için akademi endüstrisinin kör taklit bir dişlisi olmak da seküler ilmihalin farz-ı kifâyelerinden ve makâsıd-ı asliyesindendir. Düşünce özgürlüğü bir akâid esası ise hak olsun batıl olsun bütün inançlara ve felsefelere saygı duymak ve onları insanlık bahçesinde yaşatıp korumaya çalışmak da bu esasın amelî muktezâsındandır. Tabi bu durumda emr bi’l-maruf ve nehy ani’l-münker, fetih cihâdı ve daha birçok husus da bu ilmihalin haramları cümlesinden olmaktadır. Kadın ve erkeğin mutlak eşitliğine inanılacaksa ev hanımı olmak elbette ki mekruh addedilecek, çocukların terbiyesiyle iştigal etmek muteber bir nesne olmayacaktır. Yeryüzünde bir cennet vaadine itikat edilecekse medeniyetin gelişimi için her şey yapılacak; bir ibadet neşvesiyle icra edilen sanat ve kültür faaliyetleri için mabetler kurulacak, resim ve heykel yapmak elbette ki farz veya en kötü ihtimal mendup olacak, bir lokma bir hırka anlayışı terakkimize mani arkaik bir bidat olarak görülecek, ekonomiye ket vuran zühdün sadece edebiyatı makbul olacaktır.

Örnekler daha da çoğaltılabilir. Ancak seküler dünyanın âmentüsüne ve ilmihaline dair ortaya koyduğumuz bu icmâlî hatlar ve vurucu misaller maksadın özüne inmek için kâfi gelmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, meselenin bazı radikal formlarının Müslümanların dünyasında doğrudan tezâhür etmemesinin, onların bu meselenin daha ılımlı formlarına maruz kalmadıkları veya bunlara bulanmadıkları/bulanmayacakları anlamına gelmediğidir. Seküler âmentü hayatın her alanında varlığını derece derece hissettirmektedir. Zaten öyle olmasaydı kılcal damarlarına kadar organize olmuş bir seküler dünya nizamının içinde yaşıyor olmaz ve sürekli kendimizi seküler ilmihalle amel etme geriliminde bulmazdık. İşte tam da burada itikâdî olanın aslîliğinin farkına varmak gerekmektedir.

İtikâdî Olanın Aslîliği

Seküler dünyada Müslümanca var olabilmek için evvelemirde seküler dünyanın âmentüsüne külliyen “Lâ” demek ve bunu bilinçli bir şekilde yapmak gerekmektedir. Zira işlediğimiz her amelin zemininde bir itikat bulunmaktadır. Seküler dünyada Müslümanca var olamadığımızı gösteren her amelimiz bu âmentünün tozunun toprağının itikadımıza şöyle veya böyle bulaşmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz:

İnsandan sadır olan bütün ihtiyarî fiillerde insanın o fiillere dair tasavvurunun yadsınamaz bir etkisi vardır. Çünkü bir fiili ihtiyar etmek, o fiilin bir şekilde bir ‘iyi’ye götürdüğünü düşünmeksizin gerçekleşmemektedir. Âzâlar hareket ediyor, dil kımıldanıyorsa hep kalbin emirleriyle oluyordur. Kalp emir verir ve insan bir eylemde bulunur. İnsan kendisi için neyi ‘iyi’ biliyorsa kalbi de ona yönelik bir emir verir. Peki, insanın iyi bildikleri gerçekten de iyi midir her zaman? Elbette ki değildir. Çünkü bir insanın muayyen bir fiilin iyi olduğuna dair düşüncesi veya zannı, o insanın hem kendisi ile hem de o fiilin neye müncer olacağı ile alakalı bilgisine göre şekillenmektedir. Mesela kendisinin ölümle birlikte yok olup gideceğini ve ölümden önceki eylemleri arasında sadece maddî hazlara ulaştıranların mutluluk verdiğini düşünen bir insan için elbette ki para kazanıp en lüks hayatı yaşamak en iyi şeylerden olacaktır. Ancak bu insan ölümle birlikte gerçekten yok olmayıp bütün eylemlerinden hesaba çekileceğini bilse bu durumda onun için lüks bir hayat uğruna çalışıp didinmek iyi bir şey olmayacaktır.

Örneğin hususiliğinden çıkıp mevzuyu biraz daha dikkatli okuduğumuzda bir fiilin gerçekte iyi veya kötü değerini almasının o fiilin içerisinde varlığa geldiği bütün gerçeklikle çok sıkı bir irtibat halinde olduğunu anlarız. Buna göre insanın gerçekliğe dair tasavvuru onun iyiye dair kanaatini oluşturmakta ve insan bu kanaate göre eylem ve tercihlerde bulunmaktadır. Bu durumda başta Allah’ın ve âhiretin varlığı olmak üzere insanın gerçekliğe dair en hayati mevzulardaki itikadı onun amellerinin keyfiyetini doğrudan belirlemektedir. İmam Gazâlî (rahimehullah) Kimya-i Saâdet’te gerçeklik tasavvurunu dört temel meselede özetlemektedir: kendi hakikatini bilmek, Allah Teâlâ’yı tanımak, dünyanın hakikatini bilmek ve âhiretin hakikatini bilmek. İnsanın bu dört meselede neyi nasıl bildiği ve hakikatine ne kadar muttali olduğu onun eylem sahasındaki tercihlerini doğrudan etkilemektedir. Burada bu meselelere dair marifetin de derecelerinin olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Mesela âhiretin varlığını bilmekle onun hakikatini neredeyse hakke’l-yakin müşâhede etmek arasında da önemli bir fark vardır. Her mü’min ilkine sahiptir ve ona göre iman üzere canını teslim etmeyi ümit eder. Ancak cenneti ve cehennemi gözleriyle görür gibi âhirete iman eden sahabe-i kirâm (radiyallahu anhum) ve evliyâullahın marifet mertebesi daha başkadır. Nitekim bu mertebedeki marifet onları Allah’ı görür gibi ibadet etmeye, takva ve ubudiyetin zirvesine taşıyan ameller işlemeye ve yaşadıkları çevrelerde Müslümanca var olabilmeye muvaffak kılmıştır.

Meselenin aksi vechesini düşündüğümüzdeyse şunu söyleyebiliriz: Bir insan dünya hayatını merkeze alan seküler bir âmentüye ne derece bulaşmışsa amellerinde de o derece seküler ilmihale uygun bir tablo ortaya koyar ve beşerin vaz ettiği hayat tasavvurlarına o denli teslim olur. Söz gelimi ilim ve fikirle iştigal eden bir Müslüman sosyal bilimler, hukuk ve felsefe gibi disiplinlerin bilgi sahasına dini kaynakların veya “ilâhiyat” çalışmalarının karıştırılmaması gerektiğini düşünüyor veya fiilî olarak akademi laboratuvarına girdiğinde din gömleğini çıkarıyorsa seküler âmentünün çok önemli bir umdesini çoktan içselleştirmiş veya seküler ilmihalle iyi bir şekilde amel etmiş demektir. Zira seküler âmentüye göre din ve dinin bildirdikleri mahza iman ile alakalıdır. Kişi, iradesiyle bunlara iman eder veya etmez. İman etmesi durumunda ise bunları öne sürerek herhangi bir bilgi veya ilim iddiasında bulunmamalıdır. Zira dinî olan ayrıdır, “bilimsel” veya “ilmî” olan apayrıdır. Dinin bildirdiklerine iman edilebilir, ancak bunların mutlak manada hak ve hakikat olduğu, insanı, varlığı ve bütün hayatı buna göre anlamak ve anlamlandırmak gerektiği iddia edilmemelidir. Hele bunları dikkate alarak ilimleri inşa etmek ve geliştirmek ise hiçbir şekilde düşünülmemelidir. Çünkü bilimsel ilerlemede bizi geride bırakan zaten dinî anlayışı bilimlere bulaştırmak olmuştur. Dünyayı, nasıl işlediğini ve nasıl işlemesi gerektiğini, doğayı, insanı ve tarihi ayrıntısıyla anlatan ve geleceği inşa edip ona yön veren bilimleri, işi âhireti anlatmak olan dini sahadan tamamen ayırmak icap etmektedir. Sadece siyasette değil bilimde de seküler olmak gerekmektedir. Hukuk düzenimizde dini ve âhiretin varlığını hesaba katmak bir cinayet addedilmelidir. Dinin dünyaya ve ahirete dair bildirdikleri sadece ve sadece fertlerin kalbinde bir irade ve iman meselesi olarak kalmalı, daha da ötesi isteniyorsa cami ve mescitlere mahsur edilmelidir.

Hayatın her alanında Müslümanca var olma derdini taşıyan ve belli bir eğitim seviyesine sahip olan bilinçli Müslümanların yukarıda kabaca resmetmeye çalıştığımız seküler itikatlara karşı son derece müteyakkız olması elzemdir. Dini ve dinin bildirdiklerini normatif disiplinlerin sahasından dahi çıkarmak isteyen seküler âmentünün zihinsel esaretinden kurtulmak, seküler amellerden sıyrılma mücadelesinin ilk merhalesidir. Müslümanları âhiret yolculuğunda yürüten salih amel merhalesi ise hem ciddi bir tefakkuh faaliyetine hem de birçok fedakârlığa ihtiyaç duymaktadır.

İmtihan, Fedakârlık ve Tarihsellik

Seküler ilmihal yerine kendi ilmihalimizle amel etmek belli meşakkatleri göze almayı gerektirmektedir. Zira seküler dünyada Müslümanca var olmak akıntıya karşı kürek çekmek demektir. Ancak bu durumun sadece yaşadığımız çağa mahsus olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır. Tarihin her döneminde insanları âhiret yolculuğundan alıkoyan batıl âmentüler, batıl ilmihaller ve batıl dünya nizamları bulunmaktaydı. Kısaca dünya her zaman kötüydü. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in birçok yerinde Rasûlullah’ı ﷺ yaşadığı güçlükler karşısında teskin ve teselli ederken önceki peygamberlerin başından geçenleri anlatmakta ve ümmetlerinden nice dünyaperestin peygamberlerin âmentüsünü nasıl yalanlayıp saf dışı etmeye çalıştıklarını bildirmektedir. Önceki Müslümanlar da dünya hayatını merkeze alan telakkilerle mücadele ediyor, Allah’ın ahkâmının hükümferma olmadığı bir sosyal hayat içerisinde akıntıya karşı kürek çekiyorlardı. Bugünkü seküler dünyanın belki de tek farkı yapılmakta olageleni bütün kurumsal yapılarıyla birlikte daha dolaylı yollardan, daha sinsice ve daha kuşatıcı bir biçimde yerine getirmesidir. İşte böyle bir vasatta Müslümanların basireti ve cesaretinin devreye girmesi hayatî bir önem kazanmaktadır. Allah Teâlâ’nın, dünya hayatında kendileri için takdir etmiş olduğu imtihanın anlamı da belki burada tezâhür edecektir.

Hukukundan medyasına, ticaretinden siyasetine, devlet kurumlarından özel şirketlerine, eğitim müesseselerinden kültür ve sanat faaliyetlerine kadar kuşatıcı ve girift bir ilişkiler ağının farkında olarak, ancak cari olanı mutlaklaştırıp teslim olmadan bir şeyler yapabilme iradesini göstermek gerekmektedir. Bu iradeyi ortaya koyarken Allah’ın bizi irşad edip düzeltmek için inzal ettiği dini dünyaya uydurma tehlikesi bulunmaktadır. Tarihsellik denilen fikir böyle bir problemle maluldür. Bu fikirde sosyal düzene hâkim olan anlayış ve uygulamalar mutlaklaştırılmakta ve bunlara mutâbık olmayan şer’î ahkâm budanmaya veya tadil edilmeye çalışılmaktadır. Evet, vakıayı, zaruretleri ve şer’î maslahatları takdir edecek, kıyası bihakkın işletecek takva sahibi yetkin fukahânın varlığına bakacak olursak kaht-ı ricâl ile mevsûm bir dönemdeyiz. Ancak dinin “evrensel” hüviyetini açığa çıkarma söylemiyle ümmeti seküler dünyanın kucağına bırakmak isteyen tarihselci düşüncenin ilkel usul-i fıkhına da râm olmamız mümkün değildir. Din, bâtılı yok etmek ve dünyayı değiştirmek için vardır. İçinde yaşadığımız dünyada ciddi sıkıntılar olduğunu bu dünyayı inşa edenler dahi söyleyip kendilerince bir çare aramaya koyuluyorlarsa Müslümanların onu olduğu gibi kabul edip nasları “problemli” görmeleri anlaşılacak bir şey değildir. Seküler dünyayı rahatsız etmeyen ve bizi el-âleme karşı zorda bırakmayan bir din telakkisine sahipsek ya imtihanın anlamında bir yanılgıya düşmüşüzdür veya da imtihanı kaybediyor olduğumuzun farkında bile değilizdir.

Mevcut durumu salih amellerle iyileştirme yolunda yürürken Allah Teâlâ tarafından imtihan ediliyor olmamızın mahiyeti gereği birçok zorlukla karşılaşacak olmamız mukadderdir. Ancak sabır ve fedakârlıklar da cennet yolunda döşenmiş taşlar mesabesinde olacaktır. Bununla birlikte enerjinin doğru yerlerde harcanması ve fedakârlıkların heba olmaması için hem İslam’ı hem de dünyayı fıkhetmek gerekmektedir. Bunu da gelecek sayıda ele alabiliriz.