İçeriğe geç
Anasayfa » SEKÜLER DÜNYADA MÜSLÜMANCA VAR OLMAK II

SEKÜLER DÜNYADA MÜSLÜMANCA VAR OLMAK II

İslam’ı ve Dünyayı Fıkhetmek: Tefakkuh

Tefakkuh, İslam’ı ve dünyayı teenni ve ferasetle anlama çabasını, hakkı verilmiş bir fıkhetme gayretini ifade eder. Bir başka deyişle tefakkuh, kendi ilmihalimizi iyice öğrenip geliştirmek ve onu sahada nasıl tatbik edeceğimizi etraflıca düşünmek demektir. Bu anlamda tefakkuh sadece ulema ve fukahânın işi değildir. Evet, onlar teknik manada fıkıhla iştigal edip şer‘î ahkâmı istinbât edecek ve muhtelif hâdisâta dair içtihat ve fetvada bulunacaklardır. Ancak her bilinçli Müslümanın da şu iki aşamada sorumluluğu bulunmaktadır. Birincisi, temel farz-ı aynların ötesinde sosyal statüsünün ihtiyaçlarına ve eğitim-kültür seviyesine göre İslam’ı tahsil edip dersini iyi çalışmak. Buna göre kişi katıldığı fıkıh, hadis ve tefsir derslerinden, sohbet ve vaazlardan, ulemanın kitaplarından, hocalardan aldığı fetvalardan edindiği bilgileri hazmedip bunlar üzerinde tefekkür edecektir. İkincisi, bu bilgiler içerisinden amelle alakalı olanları kendi sahasında nasıl tatbik edeceğini, onları dünyasına nasıl yansıtacağını enine boyuna değerlendirmek. Bunun için de ilgili vakıayı bir şirket projesinin fizibilite çalışmasındaki hassasiyeti kadar iyi inceleyecek ve o konuda dünyayı fıkhetmeye çalışacaktır. Kendi ilmihalimizi öğrenip geliştirmekten kasıt da bu iki aşamadır. Şimdi bu iki aşamanın usûl-i fıkhını izah edebiliriz:

1. Teklif-i mâ lâ yutâk yoktur: Kişi, gücünün yettiğinin ötesinde bir şeyleri yerine getirmekle mesul değildir. Buna göre dünyanın çok bozulduğundan, zamanın şartlarından ve İslam’ı yaşamanın zorluğundan dem vurmak geçerli bir mazeret olmamaktadır. Her zaman ve her yerde çok iyi bir Müslüman olmak mümkündür. Çünkü herkes kendi şartlarına ve elindeki imkânlara göre hesaba çekilecektir.

2. Her fiilin şer‘î bir hükmü vardır: Allah Teâlâ dinimizi kemale erdirip nimetini tastamam ihsan ettikten sonra her eylemimiz farz, vâcip, mendup, mübah, mekruh ve haram şeklindeki şer‘î hükümlerden birinin altına yerleşmektedir. Başka bir tabirle Allah Teâlâ bizim muayyen bir fiili yapmamızdan ya razıdır, ya değildir. Razı olduğunda da ya bizden onu hususî olarak yapmamızı istemektedir ya da bizi o fiili yapıp yapmamakta muhayyer bırakmıştır. O halde her mükellefin mesleğinde ve sair hayatında yapmak veya yapmamak şıklarından birini tercih etmek zorunda kaldığı eylemlerin şer‘î hükmünü mümkün mertebe öğrenmesi gerekmektedir. Şer‘î hükmü bilme imkânı varken bunda taksirat göstermek birçok yerde kişiyi mesuliyetten kurtarmamaktadır. Zira fakihler cehaletin mazeret olmadığı durumları tespit etmişlerdir.

Fakih olmayan Müslümanlar için aslolan şer‘î hükümleri fakihlerden almaktır. Ancak hayatın hızlı akışı içerisinde birçok zaman fakihe ulaşıp hükmü öğrenmek için yeterli vakit bulunmamakta veya da meselenin ayrıntılarını fakihe nakledebilmek güçleşmektedir. Böyle durumlarda bir eylemin muhatabı olan kimsenin kendi dinî bilgisi ile belli bir muhakemede bulunup o eylemde Allah’ın rızasının nerede olduğunu görmeye çalışmaktan başka bir yolu kalmamaktadır. Yukarıda iki aşamasından bahsettiğimiz tefakkuh faaliyeti de tam olarak burada iş görmektedir. Mezkûr durumlarda bu faaliyetin yapılmaması takdirinde kişi şer‘î hükmü hiç düşünmeyip sadece dünyevî pozisyonunu kâle alacaktır. Bunun belli bir zaman sonra seküler bir hayat tarzına evrileceği âşikârdır.

3. Herkes kendi cephesinden mesuldür: İslam’ı tüm dünyaya hâkim kılmak şeklinde bütün ümmeti bile aşacak büyük işleri dert edinmek ve bu dertten ötürü (!) kendi cephesindeki vazifeleri ihmal etmek ciddi bir hatadır. Ümmetin uleması, fukahâsı ve sair büyükleri elbette ki büyük resimde ne olup bittiği ile belli açılardan ilgilenecek ve çok teknik mevzularla iştigal edebilecektir. Ancak diğer mükellefler kendi cephelerinde tefakkuh faaliyetinde bulunmak ve ulaştıkları sonuçları fiiliyata geçirmek için çabalayacaklardır.

4. Mukaddimetü’l-vâcip vâciptir: Şer‘î bir vecibenin yerine getirilebilmesi için gerekli bütün hazırlıklar da o vecibenin kendisi gibi şer‘î bir vecibedir. Buna göre şer‘î bir vecibeyi yerine getirememek onu mümkün kılacak sebepleri hazırlama hususunda kişinin mesuliyetini ortadan kaldırmaz. Usul-i fıkıhta bu sebep ve hazırlıklara mukaddime veya mukaddimetü’l-vâcip denilmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, imkânı olan Müslümanları hac farizası ile mükellef kıldıktan sonra bu Müslümanların Mekke’ye gidebilmek için gerekli yolculuk hazırlıklarını yapmaları, mesela bir hac organizasyona başvurmaları veya uçak biletlerini kesmeleri de şer‘an vâcip olmaktadır. Benzer bir şekilde ümmetin farz-ı kifâye olan cihadı yerine getirebilmek için gerekli savaş teknolojisini veya savunma sanayisi gücünü oluşturması, mesela silah fabrikaları kurması veya savaş uçağı geliştirmesi vâciptir.

Bir vecibenin birden çok mukaddimesi olabileceği gibi mukaddimelerin birbirine bağlı bir hiyerarşi oluşturmaları da mümkündür. Buna göre bir mukaddimenin yerine getirilebilmesi için gerekli başka bir mukaddime de aslî vecibe ve ilk mukaddime gibi şer‘î bir vecibedir. Mukaddimeler hiyerarşisi bu şekilde uzayıp gidebilir. Bu hiyerarşinin çalışılıp organize edilmesi de bir vecibedir. Bu son vecibeye göre mukaddimelerin organizasyonu ve hayata geçirilmesi, aslî vecibenin içinde vücuda geleceği vasatın iyi bir şekilde bilinmesini gerektirir. Başka bir şekilde ifade edecek olursak dünyanın o vecibeyle alakalı olan kısmının fıkhedilmesi icap etmektedir. Bu da sözünü ettiğimiz tefakkuh faaliyetinin ikinci aşamasına denk gelir. Bu aşamada bir Müslüman, mesleğini veya çalıştığı cepheyi en az seküler bir profesyonel kadar öğrenmeye ve işlerin hangi dinamiklere göre evrildiğini tespit etmeye çalışacaktır. Zira ancak bu suretle orayı şer‘î maksatlara uygun bir şekilde yönlendirip dönüştürebilir.

5. Alternatifleri araştırmak ve oluşturmak gereklidir: Şer‘î maksatları yerine getirirken en uygun suretin elde edilememesi o maksatların tamamen ihmal edilmesine sebep olmamalıdır. Alternatif durumların araştırılıp bulunması, bulunamıyorsa oluşturulması gerekir. Zira maksatların en azından bir kısmını yerine getirme imkânı varken bunları da zayi etmek kabul edilemez bir durumdur. Bir vecizede geçtiği üzere:

ما لا يُدْرَكُ كُلُّهُ لا يُتْرَكُ جُلُّهُ

“Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa tamamı da terkedilmez.”

Ayrıca fukahâ kavâid-i fıkhiyyede demiştir ki:

المَيْسُورُ لا يَسْقُطُ بالمَعْسُور

“Bir vecibe talep edildiği şekilde yapılamıyor diye yapılabildiği kadarı zimmetten sâkıt olmaz.”

Bu fıkıh kâidesi, ulemanın Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm’ın şu hadis-i şerifinden istinbât ettiği en meşhur kâidelerden biridir:

إِذَا أَمَرْتُكُمْ بِأَمْرٍ فَأْتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ

Size bir şeyi emrettiğim zaman onu gücünüz yettiği kadarıyla yerine getirin.[1]

İmam Cüveynî (rahimehullah) Gıyâsî isimli eserinde mezkûr kâidenin dinde ne kadar aslî bir konuma sahip olduğunu vurgulayarak “Bu kâide, şer‘-i şerifin en temel vecibeleri ikame edildiği müddetçe neredeyse hiç unutulmayacak olan umumî kâidelerdendir” (s. 337) demiştir. Bu kâideye göre mesela elinin veya ayaklarının bir kısmı kesik olan birinin abdest alırken geri kalan kısmı yıkaması vâciptir. Keza namazda Fâtihanın sadece bir kısmını okuyabilenin bunu yapması gerekir.

Seküler bir vasatta Müslümanca var olmaya çalışırken alternatiflerin dikkate alınması özellikle vecibelerin mukaddimeleri açısından bir zarurettir. Aksi takdirde vecibeler zayi olup ihmal edilir. Söz konusu vecibeler farz-ı kifâye cinsinden mesuliyetler olduğu zaman ise mesele daha da tehlikeli hâle gelmektedir. Zira farz-ı kifâyeler Müslümanların umumunu ilgilendiren maslahatları temin ettiği için ihmalin zararı münferit şahıslarla sınırlı kalmamaktadır. Ayrıca ilgili başka vecibelerin yerine getirilmesi de güçleşebilmektedir.

Bir konuda alternatifler araştırılıyor veya oluşturuluyorken başta bu işin dert edinilmesi, ardından o konuda tecrübe sahibi öncü Müslümanların birikiminden yararlanılması gerekmektedir. Ayrıca istişareler yapmak ve yardımlaşmak da bir o kadar önemlidir. Allah Teâlâ “İyilik ve takva üzere yardımlaşın.”[2] buyurmaktadır. Eslâfımızın fütüvvet ahlâkına mebni olarak ticaret sahasında kurduğu ahîlik teşkilatı gibi oluşumlar, tefakkuh meselesinde alternatifleri seferber etmenin güzel bir örneğini teşkil eder. Bugün için Müslümanların kurduğu birçok sivil toplum kuruluşu bu tür maksatları hedeflemektedir.  Keza İslamî ilimlerde yol alan talebeler için düşünce dünyasındaki kırılma dönemlerinde imamların ortaya koydukları tecdid faaliyetleri önemli örneklikler oluşturmaktadır.

6. Herkesin payına düşen bir farz-ı kifâye vardır: Her mükellef farz-ı aynların dışında Müslümanların bir yarasına merhem olacak bir farz-ı kifâye ile iştigal etmek zorundadır. Herkes yerine getireceği farz-ı kifâyeyi imkân ve kabiliyetlerine göre belirler. Belli bir cephede tefakkuh üzere bir farz-ı kifâyeyi ikamet etmek sadece bir vecibeyi yerine getirmek değildir. Seküler dünyada kendi ilmihalimizi geliştirip sahada tatbik etmek de bu farz-ı kifâyelerle olacaktır.

7. Farz-ı kifâyelerde hem asıl-fer ilişkisi hem de ehem mühim sıralaması gözetilmelidir: Farz-ı kifâyeler de mukaddimeler gibi bir hiyerarşiyi gerektirebilir. Yani bir farzın hakikî anlamda yerine getirilmesi başka bir farzın ikame edilmiş olmasına bağlı olabilir. Bu durumda zamansal olarak aslın fere takdim edilmesi gerekir. Aksi takdirde Müslümanların vakitleri ve imkânlarının heba edilmesi söz konusu olur. Ayrıca asıl-fer ilişkisi olmayan farzlar arasında da daha hayatî ve daha önemli olanların öncelenmesi gerekir.

Sonuç

Seküler dünyada Müslümanca var olmak, itikâdî ve amelî olmak üzere iki hususta muvaffak olabilmeye bağlıdır. Birincisi, seküler dünyanın âmentüsüne bilinçli bir şekilde “Lâ” diyerek kendi âmentümüzü hayatın her alanında hissetmeye çalışmak. İkincisi, seküler dünyanın ilmihaline teslim olmayarak kendi ilmihalimizi ortaya koymak. Bunun için de her mükellefin yukarıdaki yedi kâideyi dikkate alarak ciddi bir tefakkuhta bulunmaya ihtiyacı vardır. Zira sekülerliği besleyen önemli bir damar da fıkhın ve tefakkuhun eksikliğidir. Fıkhın takva ehli gerçek fukahânın elinde tecdit edilmesi ve toplumda aslî fonksiyonunu icra etmesi çok büyük ve uzun vadeli bir mesele. Ancak tefakkuh hususunda kimsenin bir mazereti yok. Çocuklarını Müslümanca bir terbiyeyle yetiştirmeye talip bir ebeveyn alternatifler üzerinde tefakkuh etmeye mecburdur. Kampüste Müslümanca var olmayı isteyen öğrenciler kampüsü ve üniversite hayatını tefakkuh edeceklerdir. Seküler bir dünyaya teşne olmak istemeyen, âhiretini dert edinen devlet ve siyaset ricâli, ilim ve fıkıh ehliyle dirsek temasında olacak, bulundukları makamlarda Müslümanca var olabilmenin imkânlarını zorlayacaklardır. İslamî ilimleri tahsil eden talebeler akademinin seküler gaye ve doktrinlerine teslim olmayacak; İslamî ilimleri şer‘î bir zeminde ve büyük imamların kavrayışıyla nasıl tahsil edip geliştireceğini düşünecek ve bu minvalde bugün için ilim tahsilinin mâhiyeti üzerine tefakkuhta bulunacaktır.


[1] Buhârî, 2778; Müslim, 1337.

[2] Mâide, 5/2.