Hazırlayan: Abdülmelik Zaîm
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا تَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى تُؤْمِنُوا وَلَا تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا أَوَلَا أَدُلُّكُمْ عَلَى شَيْءٍ إِذَا فَعَلْتُمُوهُ تَحَابَبْتُمْ أَفْشُوا السَّلَامَ بَيْنَكُمْ
Bu hadîs-i şerîfi ecille-i rüvât-ı[1] ashâbdan Ebu Hureyre radiyallâhu anh’tan mervî olan Sahîh-i Müslim hadîslerindendir. Mü’minlerin tabîbu’l-kulûbu olan Hazret-i Rasûl-i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz bize buyuruyor ki: “Nefsimi yed-i kudretinde tutan Zât-ı Ecel ü A‘lâ’ya kasem ederim ki siz iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Size bir şey göstereyim mi ki siz onu yapınca sevişesiniz? Kendi aranızda selâmı ifşâ ediniz.”
Bir bu hadîs-i şerîfi okuyorum, bir de bu asırda yaşayan Müslümanların haline bakıyorum da ruh-i İslâm’dan ne kadar uzaklaştığımıza hayretler ediyorum. Ta‘lîm-i Nebeviyye’nin fuyûz u necât bahşâsından[2], kalplere isâle-i hayat-ı câvidânî[3] eden evâmir-i Nebeviyye’den bu kadar gâfil olmasaydık, rûh-i İslâm’dan bu kadar bî-haber davranmasaydık, şüphesiz bugün mezelletin bu derekesine düşmezdik. İslâm’ın mecd-i sâbıkı kılıçla, kuvvetle hâsıl olmuş diye vehm edenlere karşı bu ve emsâli evâmir ve nevâhî-yi Nebeviyye’den daha parlak, daha mukni‘ bir burhan mı olur? Bir zamanlar her Müslümanın üssü’l-esâs-ı akâidi iken bugün -hezârân[4] teessüfle söylüyorum – habâyâ-yı[5] hakâik zümresine dâhil olan bu gibi desâtir-i hikmet hangi kavmin mülk-i yemîni olur da kişver-i saadeti[6] fethetmekte müşkilât çeker? Hangi bahtiyar millet sevişmenin düstûrunu havâs ve avâmına telkîn eder de yine zevâl ve izmihlâl girîvesine[7] düşer?
Biz Müslümanlar bugün[8] âyet-i kerîmesini münasebet düşsün düşmesin tilâvet ediyoruz da yine yekdiğerimizde gördüğümüz en ehemmiyetsiz taksîrâtı i‘zâm etmekle[9], yekdiğerimize buğz etmekle, her vesileden istifâde ederek birbirimizi tahkîr ve tezlîl etmekle dem-güzâr[10] oluyoruz. Teâvün ve tenâsur yerine birbirimize hasım olmaya, her birimiz diğerinin hazelâtına[11] karşı lâkayd kalmayı; tehâb u tevâdüd[12]yerine de buğz, nefret yarışına çıkmayı ikâme etmişiz. Hüdâ-i a‘zamımızın, muktedâ-yı mükremimizin sözleri ise meydanda. Buna muttali‘ olan zamâne Müslümanlarının yüzlerini hamret-i hacâlet[13] istilâ etmez mi? Yüzlerce milyonlara bâliğ olan ehl-i İslam’ın her yerde zelîl olması, her iklimde ecânibin ayakları altında hakîr düşmesi dîni unutmaktan, Peygamber-i Zîşan’ın evâmirine adem-i itâatten başka neye haml olunur?
Hepimiz Müslümanız diyoruz. Dâvâ-yı imanda sâdık isek, mü’min-i kâmil olmak istiyorsak işte bedreka-i[14]saadet, meşale-yi hidâyet gözümüzün önünde duruyor. Birbirimizi sevelim. Birbirimizi sevmek için evvel-be-evvel tanışalım. Her yerde Müslümanlar ne haldeymiş öğrenelim. Bir Müslüman bir Müslümana rast geldiği vakit selâm-ı ilâhîyeyi diriğ[15] etmeyelim. Bir, “es-selâmü aleyküm” demeye üşenmeyelim. Muhbir-i sâdık bu kelime-i tayyibenin iksir-i muhabbet, deva-yı âcil-i salâh u saadet olduğunu işte bize bildiriyor. Ne garip körlüktür ki bugün es-selamü aleyküm gibi muhâtabımız hakkında selâmet-i dâreyni temennî mânâsını mutedammın olan bir kelime-i tayyibeyi câ-nişîn-i ihtirâm[16] olanlardan esirgiyoruz da ona bir inhinâ-yı taabbüd[17] ikâmesinden sıkılmıyoruz! Ne acîb bir dalâlettir ki lafz-ı selâm ile yanımıza giren bir müslimi – tahkîr olundum zannıyla- bir nazar-ı işmi’zâz[18] ile karşılıyoruz! Âdâb-ı İslâmiye o derecede giriftâr-ı garâbet olmuştur ki muhâtaplarımız gücenmesin diye selâm-ı ilâhîyeyi çok kere terk ediyoruz da kalbini bir “bonjour” veya “bon suare” ile tatyîb etmeyi evlâ görüyoruz! Hacâlet o kadar ta‘mîm olmuştur[19] ki selâm veren kimseye karşı redd-i selâm farîzasını icrâ, “ve aleyküm selam” diyerek mukâbele etmeyi bile aklımıza getiremiyoruz. Bizi bu çıkmaz yollara sevk eden şey hep hüsn-i idâreden mahrûm bir sevdâ-yı temeddün ile ihtiyâr ettiğimiz taklîd-i bî-mânâdır.
Anlayamıyorum, biz mukallid olacak olduktan sonra celâlet-i kadrine mü’min ve mülhid bütün akvâm-ı cihân şehâdet eden bir Nebi-yi Zîşan’ı neden etmeyelim? O Rasûl-i Mükerreme ki kemâl-i tevâzu‘undan hakîr ve celîl, tanısın, tanımasın, her kime rastgelse selâm verirdi. Ve ümmetine de böyle emrederdi. Zira ifşâ-yı selâm, esbâb-ı ülfetin başlangıcıdır, isticlâb-ı meveddetin miftâhıdır. Zira lafz-ı selâm şeâir-i İslâmiyyedendir. Bu lafz-ı mübârek yalnız ehl-i İslâm’a has olan bir tahiyyedir. Bu tahiyye-i mahsûsa ile müslümanlar yekdiğerini tanır. Bir de lafz-ı selâmın müeddâsı bizâtihi buğz u adavete, fesad-ı zâti’l-beyne mânidir. Zira bir insan sevmediği, bozuştuğu kimsenin saâdet-mend olmasını istemeyeceğinden bu duâ-yı mübârekle muhâtabı için selâmet-i dâreyni Cenâb-ı Kâdı’l-Hâcât’tan talep edince -eğer ağızdan çıkanı kulağı işitir mekûledense[20]– içindeki hıkd ve buğza bedel muhabbet doğar. Müslüman kardeşi için istediği saâdet ve selâmetten kendisi de derhâl hisse-mend olur.
* Sebîlü’r-Reşad Dergisi, 25 Şa‘bân 1330/26 Temmuz 1328,
c. 1-8, Aded: 205-23, s. 433-434
[1] Ecille-i rüvât: Râvilerin büyükleri.
[2] Bahşâ: İhsan, ata’.
[3] İsâle-i hayat-ı câvidânî: Ebedî hayat ulaştırmak.
[4] Hezârân: Binlerce.
[5] Habâyâ: Gizli şeyler.
[6] Kişver-i saadet: Saadet ülkesi
[7] Girîve: Çıkmaz yol.
[8] “Mü’minler yalnızca kardeştir.” (Hucurât 49/10)
[9] İ‘zam etmek: Büyütmek.
[10] Dem-güzâr: Vakit geçirmek.
[11] Hazelât: Terk etmek, rüsvay eylemek.
[12] Tehâb u tevâdüd: Muhabbet ve şefkat.
[13] Hamret-i hacâlet: Yüz kızarması.
[14] Bedreka: Yol gösterici.
[15] Diriğ: Esirgeme.
[16] Câ-nişîn-i ihtirâm: İhtirama layık bir mevki.
[17] İnhinâ-yı taabbüd: İbadet edercesine eğilme.
[18] İşmi’zâz: Ürpermek.
[19] Ta‘mîm olmak: Yaygınlaşmak.
[20] Mekûle: Cins, tür.