Allah Zülcelâle hamd ü senâlar olsun.
Rasûlüne, âline, ashabına, tabiîne, tebe-i tabiîne, bütün enbiya ve rasûllere, onların âl ve ashablarına ve bütün sâlih ve muttakî kullara salât ve selâmlar olsun.
Seyr fi’l eser hakkında bir önceki yazımızdaki kısa izahtan sonra Allah Teâlâ’nın izni ve tevfikat-ı sübhaniyesiyle bu yazımızda seyr fil ef’al yolculuğuna işaret eden hususların izahına çalışacağız.
Biz bu hususları izaha niyet ederken, bu yolculuğun insan için ne kadar önemli bir ilim yolu olduğunu da asla göz ardı etmemekteyiz. Bizim bu gerçekleri sizlere anlatmaya cesaret etmemiz, sahip olduğumuz ilmimizden kaynaklanmamaktadır.
Biz bu izahları Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bizlere beyan buyurduğu “Her kim bizim eserlerimizi, yaratmış olduğumuz mahlûkatı ve yapmış olduğumuz fiilleri müşâhade ederek Bizi hâlikiyet sıfatımız ile tanımaya cehdedip, azmedip çalışırsa; muhakkak bu yollarla onu hidayete erdirir ve onu arzusuna kavuştururuz.”[1] Âyet-i Celîlesi’ndeki vaad-i ilâhiyesine dayanıp güvenerek yapmaya gayret etmekteyiz.
Sizler de bu yazılanları, Allah (c.c) sevgisi ile çağlayan diri bir kalble okumalısınız.
Bu marifetullah yolundan hissedar olmanız için; Allah Zülcelâlın tevfikine ihtiyacınız vardır. Bu büyük yolda muvaffak olmak için, bu ilim yolculuğuna ihlas ve samimiyetle başlamak gerekir. İhlasla başlanan bu yolculukta muvaffak olmak için ise öncelikle sebat edip azimkâr olmak gerekir.
Bu büyük yolculuğun sonunda arzu edilen neticelere kavuşmanın temel şartı ise Allah Zülcelâl Hazretlerine olan teslimiyet ve güvenin tamamlanması olduğunu da bilmeli ve buna samimiyetle inanmalıyız.
Marifetullah ilminin beşerî akıl ve idrâkin dışında olduğunu bilmeli ve ilk iş olarak Halik-i Zülcelâl’i eserleriyle, yarattıklarıyla ve işleriyle, Kendisini nasıl tanıtmışsa o şekilde, tanımalıyız. Ancak o zaman her şeyi olduğu gibi tanırız. Ancak o zaman Allah Zülcelâl’i tanımakla tevhid çemberi içerisinde birleşmiş oluruz.
Eğer heva ve hevesimizi akıl zannedip, Allah (c.c)’ı tanımak için heva ve hevesimizin peşine takılarak hakkı araştırmaya başlarsak tevhid akidesinin aslına ulaşmamız mümkün olamayacağı için insanlığın birlik ve beraberliği de aradan kalkmış olur.
Bâtıl görüş ve zihniyet sahipleri birbirleriyle münazara ve münakaşadan başka hiçbir iş yapamadıklarından dolayı hayır üzere bir şey elde edemeden dünyaya gözlerini kapayacakları an kaybettiklerine karşı duydukları hasretlik çok büyük olacaktır.
Bu hasretlik içerisinde “Eyvah, biz ne yüzle Hâlik-i Kâinatı tanımak için gönderildiğimiz irfan mektebi olan bu dünyadan kulluk diploması alamadan, Haktan gâfil, din hususunda câhil olarak Âlemlerin Rabbi’nin huzuruna gidiyoruz.” diye feryat ederler.
Bizler de böyle bir hasretlikle karşı karşıya kalmadan toparlanalım. Çünkü Allah Zülcelâl kullarından “Ya Rabb! Cehaletimiz sebebiyle Seni tanıyamadık.” şeklindeki mazereti asla kabul etmez.
Bundan dolayı boş bir gönlün ve inançsız bir kalbin oluşturduğu vahşet, dehşet ve hasretlikle yola çıkmadan önce izahına çalıştığımız ve çalışmaya devam edeceğimiz Allah (c.c)’a giden yolculukla ilgili ilmimizi tamamlamak için Kitab-ı İlâhiyeye müracaat ederek aklî delillerle Kitab-ı İlâhideki naklî delilleri birleştirmeli ve kalbimize yerleştirerek, yakînimizi arttırmalı, Allah Zülcelâlı tanımakta kısa zamanda büyük mesafeler katetmek için samimi ve ciddi bir çalışmanın ne kadar önemli olduğunu öğrenmeliyiz.
Çünkü Seyr İlallah denilen Allah yolculuğu ilmî bir yolculuktur. Seyr İlallah denilen bu yolcuğunun ilmi eşref-i ilimdir.
Buyrulmuştur ki ilim ma’lûma tabidir. Yani bir ilmi o ilmin muhtevası değerli kılmaktadır. Demek oluyor ki bir şey ne kadar kıymetli ne kadar lüzumlu ve büyükse o şeyin ilmi de o seviyede değerli ve büyüktür. Bu sapık düşünceler için de aynı şekildedir. Öğretilmeye ve öğrenilmeye çalışılan şeyin kötülüğünün büyüklüğü de o ilmin kötülük ve felâket seviyesini göstermektedir.
Kâinatın tek başına yaratıcısı olan Allah Zülcelâlın sıfatlarını, ef’al ve eserlerini düşünmeye başladığımız vakit Hâlikin küçücük bir eserindeki sırları öğrenmenin ne kadar şerefli ve büyük bir ilim olduğunu kavrarız.
Allah Teâlâ Hazretlerinin hangi eserini düşünüp araştırırsak tekrar tekrar acziyetimizi kabul etme mecburiyetinde olduğumuzu görürüz.
Yokluk âleminden varlık âlemine nasıl geldiğimizi, geldikten sonra nasıl şekillendirildiğimizi, hangi halden hangi hale dönüş yaptırıldığımızı araştırdığımız vakit; tefekkür eden akıl, sahip olduğumuz nimetler karşısında acziyetini idrak ederek Sübhanallah yani bu eşyayı, bu zerreyi meydana getiren kuvvet ve kudrette bir eksiklik olmadığını idrak ediyorum. Ya Rab! Sen (c.c) bütün noksan sıfatlardan uzaksın, o noksan sıfatların her biri benim sıfatımdır, demekten başka bir çaresi olmadığını kabul eder.
Aklın bu gerçek karşısında inkâr edebileceği bir husus kalmadığı için şüphesi de izâle olur ve onu yokluk âleminden varlık âlemine getirme gücünün Allah’tan başka sahibi olamadığını anlar. Ve bu hale geliş gerçeğini idrak edecek kadar da bir anlayışımızın olmayışı ise benim acziyetimi kendime ispat ettiren en büyük ve muazzam bir delildir.
Acziyetini ikrar eden akıl bütün bu eserleri meydana getiren varlığın ne muazzam bir müessir olduğunu da idrak ederek Rabbine itaate ve O’nun emir ve yasaklarına boyun bükmeye karar vermelidir.
Çünkü kendi dışındaki bütün eşya Hâlikin itaatine boyun büküp teslim olmuştur. İnsana ise varlık ve akıl verilmiş fakat o bu aklı emredilen şekilde kullanamadığı zaman bu şekil sapık fikirlerin peşinde sürüklenip gitmiştir.
Onun için akıl sahibi olan insan iradesi kendisine teslim edildiği an kendisini süflî âlem denilen bu alçak dünyadan kurtaracak olan seyr fi’l eser yolculuğuna başlamalıdır.
Bu yolculuğun ilk anında onu var eden Hâlik-i Zülcelâl onu yola çıkarır, şekillendirir, belli mesafeler ve belli merhalelerden geçirir ve bu merhaleleri nasıl geçtiğini, nereden nerelere geldiğini, sonra dünyaya nasıl gözlerini açtığını düşünmesi gerektiğini ona bildirir.
Dünyaya baktığımız bu ilk an seyir fi’l eser mertebesini meydana getirir. Bu eserin meydana gelişi evvela onu meydana getirenin ne güzel ve ne büyük kudret sahibi bir Halik olduğunu kendimize ispat ettiren bir delildir.
Allah Zülcelâl’in “Allah en güzel Hâliktir.”[2] uyarısı ile kendimizi karşı karşıya getirerek bu Âyet-i Celîle’yi düşündüğümüz anı hatırlayalım. Bakın ki bu Âyet-i Celîle ile kendi inancımız aramızda bir benzerlik bulabiliyor muyuz? Eğer bulabiliyorsak içimizden büyük bir aşkla lailahe illallah inancı O’ndan başka en güzel Hâlik yoktur şekliyle kalbimizde yakîn mertebesi haline gelir.
Muhakkak ki Allah Zülcelâl, marifetullah yolculuğuna layık gördüğü ve müstesna bir şekilde yarattığı insanın bu maddî hayatını süflî âlem denilen bu alçak dünya âlemin en üstün mevkiinde bulunan bir saltanat tahtına yerleştirerek başlatmıştır.
Dünyaya gelip bu makama yerleştirilen bu masum yavrunun korunması için nöbetçi tayin edilmiştir. Bu nöbetçiler bu yavruya onu yaratanı tanıtmakla görevlidir. Ve bu vazifeyi ergenlik çağına gelinceye kadar yerine getirmeye memur ve mecburdurlar.
Süfli âlemin en üstün makamına oturan insan, ergenlik çağına gelince yani irâdesi kendisine teslim edilince Hz. İbrahim (a.s) gibi yeryüzündeki eşyaları düşünüp onların kimin eseri olduğunu tespit etmeye başlamalıdır. Daha sonra semâya dönüp Allah (c.c)’ın ne güzel eserleri olduğunu tasdikten sonra yine Allah Zülcelâl’in ef’âlini ve işlerini düşünüp araştırarak inancını tamamlar. Allah Zülcelâl’in seyir fi’l ef’âlini yani işlerdeki seyrini babasına izaha başlar ve “Benim bir Rabbim var, O beni yokluk âleminden varlık âlemine getirdi. Beni yedirir, içirir, hasta edip şifa verir. O bütün varlıkları da yaratandır.” buyurur.
Ef’alullah’ı öğrenmek için dikkatimizi bizi yokluk âleminden varlık âlemine gönderen Halik-i Zülcelâl’i düşünmeye yöneltmeliyiz. Bunun için Âyet-i Celîle’de Cenâb-ı Hakk; “Allah sizi halk edendir.”[3] buyurmuştur.
İnsanı yokluktan varlığa getiren Allah Zülcelâl’in ef’aline, hâlikiyet ismi verilir. Allah Zülcelâlı hâlikiyet sıfatı ile tanıyınca; lailahe illallah derken la hâlike illallah yani Allah’tan başka hâlik yoktur manası ile tevhid inancını tamamlayarak seyr ilallah yolculuğuna çıkarız.
Kâinattaki eserlerin içinde Allah Teâlâ’nın eserlerinden başka hiçbir şeyin bulunmadığını ilmî olarak araştırıp tevhidin ilk merhalesini kalbimizde tamamlayarak ikinci merhale olan lâ hâlike illallah yolculuğuna başlarız.
Bu merhalede Allah Zülcelâl’in “Allah sizi halk edendir.”[4] Âyet-i Celîle’sini tefekkür ederiz.
Düşünebildiğimiz, görebildiğimiz, mahlûkatın bütününü kim halk etti sorusunun cevabını Allah olarak alınca, lâ hâlike illallah tevhid inancını kalbimize yerleştirdiğimiz an bütün şüpheler aradan kalkmış, yakîn meydana gelmiş ve bu mertebedeki yolculuğa başlamış oluruz.
Allah Zülcelâl’i birkaç esmâ ve sıfat ile tevhid eden kişi, tevhid akidesini tamamlamış olamayacağı için Allah Zülcelâl’i diğer ef’al ve sıfat esmâlarıyla da tevhid etmeye devam etmelidir.
Lâ hâlike illallah tevhidinde Ebu Cehil, Ebu Leheb ve müşrik toplulukları da ittifak halindeydiler.
Çünkü Allah Zülcelâl, “Ey Habibim! Onlara yerleri ve göktekileri kim yarattı diye sorsan, andolsun Allah derler.”[5] buyurmaktadır. Çünkü o müşriklerin hiç biri tapındıklarının bir şey meydana getirdiğini iddia etmedi. İddia etmiş olsaydılar yanındakilerin tenkidine maruz kalırdılar. Onun için Cenab-ı Hakk bu seviyedeki tevhidle kulların kemâle ermediğini bildirmek üzere “Yaptıklarınızı halk eden Allah’tır.” buyurmuştur.
Bu Âyet-i Celîle mûcibince kul kâinata aklıyla, fikriyle dönüş yapınca hareket eden ve hareket etmeyen varlıklar görür. Kâinatta, ucu bucağı olmayan sınırsız bir yapıya sahip olan hareketli ve sakin olan varlıklar vardır. Bunların durumu fikir sahasında açılınca içindeki “Duranı kim durdurdu, hareket edeni kim hareket ettiriyor?” sorusuna Hazreti Zülcelâl: “Yapmakta olduklarınızı Allah yarattı.” buyurarak duranla, mekân halk edip yerinde durduran, hareket edenin yörüngelerini halk edip hareket emri veren, gördüren, konuşturan, işleri yaptıran varlığın yalnız Kendi olduğunu Âyet-i Celîle ile bize bildirmiştir.
Bu hakikatleri öğrenip Allah Zülcelâl’in işlerinin fikir sahamızda ve gözümüzün önünde, sınırsızca sergilenişine bakınca bütün varlığın “İşleri yapan kim?” sualine “Allah” diye cevap verdiğini duyarız.
O zaman kul lâ ilahe illallah derken lâ fâile illa hû’nun manasını kavrar. Evet işleri yapan yalnız O’dur. Bu hareketlerin bütününe ulaşmak mümkün olamadığı için bizlere bazı efalini kitab-i ilahisinde örneklerle bildiriyor ve buyuruyor ki:
“Ey Habibim! Onlara söyle ki toprağa ektiğiniz tohumları siz mi bitiriyorsunuz? Ziraatçı siz misiniz? Yoksa o ektiğiniz tohumları bitiren Biz miyiz?”[6]
Evet, toprak O’ndan, tohum O’ndan, tohumun yetişmesi için ihtiyaç duyulan her şey O’ndan, Sana kuvvet ve kudret veren de O.
Hâlik-i Zülcelâl’in ef’âlini gerçek manada öğrenen akıllı mü’min güneş, ay ve yıldızların doğuşunu ve batışını engelleyemeyen varlıkların acziyyetini ve Halik-i Zülcelâl’in kâinattaki eserlerini düşünerek seyr fi’l ef’âl denilen yolculuktaki bütün işlerin O’nda başlayıp O’nda sona erdiğini öğrenir.
O zaman seyr fi’l ef’âl yolculuğundan seyr fi’s sıfat yolculuğuna geçmek için Allah Zülcelâl’in kitab-ı ilâhisinde beyan buyurduğu hâlikiyet ve ef’aliyatına ait Âyet-i Celîleleri düşünerek bu yolculuğu tamamlar.
Seyir fi’s sıfat yolculuğuna Allah Zülcelâl “Bizim eserlerimizden ef’allerimizi ve sıfatlarımızı öğrenerek yola çıkanlara yol gösteririz.” vaadi gereği evveli ve sonu olmayan sıfat âlemindeki ilim kapılarını açıp, Hz. İbrahim’in milletinden olmanın sırrına, şerefine ve zevkine vakıf olarak seyr ilallah yolculuğuna devam etmeye başlar.
Allah Zülcelâl bu yolculuklarda hidayette hissesi olanlara zaman kaybına sebebiyet verecek işlerden korunarak girdikleri bu yolda azimkâr bir şekilde ilim tahsil etmeyi nasip buyursun.
Bu kimselere bu yolda sabır ve sebatla ilerlemeyi nasip buyursun.
Cenab-ı Hakkın selâm-ı ilâhiyesine kavuşup, “Selamla cennete girin, bugün ebediyete kavuşma günüdür.”[7] hitabına muhatap olmayı bizlere nasip buyursun.
Selâma ve selâmete ermeyi Allah (c.c) cümlemize nasip etsin
[1] Ankebut, 29/69
[2] Mü’minûn, 23/14
[3] Saffat, 37/96
[4] Saffat, 37/96
[5] Ankebut, 29/61
[6] Vâkıa, 56/64
[7] Hicr, 15/46