Kur’an-ı Kerîm’i başından itibaren okumaya başladığımızda, daha altıncı ayette karşımıza çok geniş kapsamlı bir kavram çıkar: Sırât-ı Müstakim. Kur’an’ın ve İslam’ın özeti mahiyetinde olan Fatiha Süresi’nin altıncı ayetidir bu. Ve bu ayette Rabbimiz bizlere,“Bizi Sırat-ı Müstakime ilet” duasını öğretmektedir.
Günde kırk defa okumakla sorumlu tutulduğumuz Fatiha Süresinin içeriğindeki bu duayı da aynı miktarda okumakla yükümlü bulunuyoruz. Bir duanın günde en az kırk defa okunmasının emredilmesi, hiç şüphesiz o duanın hayatımızdaki önemine işaret etmektedir. Demek ki bu dua bizim için hayatî önem taşımaktadır. Okunmaması ise ölümcül sonuçlar doğuraçaktır.
“Sırât” kelimesi arapça bir isimdir. Sözlüklerde, cadde, anayol, işlek büyük yol manasına gelmektedir. Arapçada rastgele yola tarîk; işlek yola sebîl; işlek doğru, büyük geniş ve açık olan yola ise cadde, sırat, şâri’a denir.1
Bu kelime işlek doğru, geniş ve açık olan yol manasına gelmesine rağmen kayıtsız bırakılmamış, “Müstakîm” sıfatıyla sanlmış, çerçevelenmiş ve kayıtlanmıştır. Bu sıfat, inişi yokuşu olmayan, sağa sola kıvrılmayan, öteye beriye sapmayan manalarına gelmektedir. Bu yüzden bir geometri terimi olarak da “iki nokta arasındaki en kısa çizgi” manasında kullanılmaktadır. İşte bundan dolayı bu sıfata çok dikkat edilmelidir. Çünkü özellikle yaşadığımız bu çağda en çok muhtaç olduğumuz husus, her türlü çalışmalarımızda tuttuğumuz yolumuzun en kısa, en doğru, en kestirme ve her türlü muhataradan mutlak surette arındırılmış olmasıdır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Sırât-ı Müstakîm terkibini, “Hedeflenen hayra gerçekten götüren ve bâtıl olmayan manevî yol” şeklinde tercüme etmektedir. Fakat Fatiha Süresinin mana akışını izlediğimizde, bu vasıflardaki yola girebilmemiz ve bu yolda devam edebilmemiz için hem azami dikkat ve gayret göstererek her an kendimizi ve yolumuzu kontrol etmemiz gerektiğini ve hem de bununla yetinmeyip devamlı surette Rabbimizden bu konuda yardım istememiz gerektiğini görürüz. Çünkü “Sırat-ı Müstakîm” tamlaması, “İyyake nesta’in. İhdina= Sadece senden yardım dileriz. Bizleri ilet” ifadelerinden sonra gelmektedir. Demek ki her an sapılabileceğinin bilinci ve korkusu içinde, en doğru olana talip olmaya aralıksız ve molasız devam etmeliyiz. Bu bilinç ve dilekte verilecek en küçük bir molanın bile büyük savrulmalara sebep olabileceğini aklımızdan çıkarmamalıyız.
Burada, çok önemli bir husus ön plana çıkmaktadır. En doğru yol, insan tarafından kurulmaz. O, Âlemlerin Rabbi’nin emridir; işidir İnsana düşen, Âlemlerin Rabbinin kurduğu yola dâhil olma gayretinden ibarettir. Yani bizim görevimiz yol icat etmek değil, var olan yola girip o yolda ilerlememizdir. Ne ilim sahasında ve ne de din sahasında insanın yol oluşturmaya mecali ve kudreti yoktur. Batı düşüncesi içinde bile putlaştırılan bilimin yapabildiği, sadece ve sadece var olanın yani yaratılmışın ilkelerini fark edebilmek ve keşfedebilmektir. Bilim adamları ve kâşifler; var olanı bulurlar; onları yoktan var edemezler. Dolayısıyla insanı hayati düzeyde ilgilendiren yaşam ilkeleri bütünü olan ed-Din de aynı şekilde insan tarafından oluşturulamaz. İnsan, var olanı bulup ona uymak zorundadır. Öyleyse günlük yaşantımız boyunca ofisimizde, iş yerimizde, evimizde, yolda, çarşıda, okumalarımızda, yazmalarımızda, yürümemizde, durmamızda, oturmamızda, kalkmamızda, ilişkilerimizde, alışverişlerimizde, öfkelerimizde, sabrımızda, iş kadrosu oluşturmamızda, onları yönetmemizde, sözleşmelerimizde, hâsılı her an ve her işimizde Rahibimizin belirlediği en doğru olanın arayışı ve talebi içinde bulunmalıyız.
Tasavvufun biricik hedefi, insanın Sırat-ı Müstakîm üzere olmasını kolaylaştırmaktır. Ancak tasavvuf bu hedefi, içi doldurulmamış fantastik bir iddia olarak bırakmaz. Bunu pratize edebilmek için gerekli olan bütün alet ve edevat tasavvuf sistemi içinde mevcuttur. Esasında tasavvuf, bu hedefi tutturabilmek için Kur’an ve Sünnetin bizlere tavsiye ettiği ilkeler; metotlar ve yöntemlerin toplamından başka bir şey değildir. İslam tarihinin mümtaz şahsiyetlerinden biri olan büyük mutasavvıf İmam-ı Rabbanî Mektubât’ında bu hususu şöyle vurgulamaktadır: “Tasavvuf yoluna girmekten maksat, Şeriatin akaid esaslarına tereddütsüz inancı artırmak, fıkıh hükümlerini yerine getirmekte kolaylık yolunu bulmaktır. İş bunun ötesinde bir şey değildir.”2
“Matlub olan, her durumda İSTİKAMETTİR. Kesin olan ve itimadı hak eden sadece Kur’an ve Hadistin Ulemanın icmaı ve müçtehitlerin içtihadı bu iki esasa dayanır. Bundan sonra gelen her şey, her ne olursa olsun, bu esaslara muvafık ise makbuldür. Aksi halde makbul değildir. İstense onlar; sofiyyenin ilimlerinden, üstün maarifinden, güzel ilham ve keşiflerinden olsun. Çünkü bu makamda şeriat terazisi ile tartılmadıkça vecd ve hal yarım arpa bile etmez. Kitap ve sünnet mihengine vurulmadıkça bunlar; yarım darı yerine geçmez.”3
Tasavvufun hedefi konusundaki en ilginç yaklaşım, hiç şüphesiz İslam tarihinin en renkli simalarından biri olan İbn-i Teymiye tarafından sergilenmektedir O, tasavvuf kelimesi etrafındaki tartışmaları, kendine has yalın ve sert üslûbuyla şöyle değerlendirmektedir:
“Müteahhir salihler Allah’a sülük edene fakîr veya sûfî dediler. Sonraları Sûfi tabiri tutulur oldu. Bu noktaya ait münakaşa lafzî, ıstılahî ve şeklîdir. Hakikatte sûfi veya fakir kelimeleriyle kastedilen, Kitap ve sünnette yer alan velî, sıddîk veya salih kişilerdir.”4
“H. II. Asırda, zühde sarılanlara sûfî dendi. Çünkü bu zahidler sûf giymeye çok rağbet gösteriyorlardı. Sûfî sözünün sofyaya, safaya, saffı evvele, Benû Sûfe’ye nispetle ortaya çıktığını sanan, Yahudi ve Nasranilerden daha kafirdir..”5
Tasavvuf, insanı Sırat-ı Müstakîm hedefine ulaştırmak için her türlü tedbiri sisteminde bulundurmaktadır. Bu husustaki en önemli tedbir; Sırat-ı Müstakîm hassasiyetine sahip bir mürşid-i kâmilin mevcudiyetidir. Bu Mürşid-i Kâmil Sırat-ı Müstakîmi, kâmil bir mürşitten hem tedris yoluyla ilmen ve hem de müşahade yoluyla görerek öğrenmiştir. Bu bizzat “Görerek” ve icazet alarak öğrenme, müteselsilen Hz. Peygamber’e ulaşır. İslam’ı en mükemmel düzeyde yaşayandan bizzat görerek öğrenme yöntemi, İslam’ın benimsediği en güvenilir ilim aktarma ve bilgiye meşruiyet kazandırma yöntemidir. Mürşit, kendisini görenler arasından en gayretli, en hassas ve en muttakî olanı çevresindekilere işaret eder. İşaret edilen o zât, zaten diğerleri arasından ciddiyet, hassasiyet ve takvasıyla temayüz etmiştir. Mürşit fenomeninin bahsettiğimiz yönüyle Kur’an’dan en etkili delili, Tevbe Süresi’nin I 19. Ayetidir:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sâdıklarla birlikte olun.” Sırat-ı Müstakîm hedefini kolaylaştırmak için tasavvufun bünyesinde barındırdığı ikinci tedbir cemaattir. Cemaat, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker görevini hassasiyetle yerine getirmeye çalışan insan gurubudur.
Kardeşlik hukukunun en belirgin yansıması, Allah yolunda yardımlaşmaktır. Bu yardımlaşma da, iyiliği teşvik ve emretme, kötülükten de bedenen ve lisanen alıkoyma şeklinde cereyan etmektedir. Cemaatin sîgaya çeken ve hizaya sokan bu tutumu, özellikle fiillerin düzeltilmesinde etkili bir tekniktir.
Yine tasavvufun insanı istikamet üzene tutmak için kullandığı yöntemlerden biri de kendisinden istenen günlük dersler ve çalışmalardır. Bu dersler; insana farkındalık kazandıran bazı tefekkürler ve iç telkinlerden oluşmaktadır.
Bunlar; sistematik bir düşünce yoluyla ölüm tefekkürü, mürşitle birlikte olduğunu hayal etmeden ibaret olan rabıta ve çeşitli zikir sözleridir.
Bütün bunlardan şu sonuca ulaşabiliriz: Tasavvuf, Kur’an ve Sünnetten devşirdiği ilkeler; yöntemler ve teknikleri kullanarak insanı Sırat-ı Mütakîme ulaştırmayı hedefleyen sistemin adıdır.
1 -Bkz. Çakan, Sırat-ı Müstakîm veYolculan
2-207. mektup
3-217. mektup
4-lbnTeymiye, Resail, 1/45
5-ibnTeymiye, Resail, 1/220-221