İçeriğe geç
Anasayfa » SON NEFESİNİ “EV”İN DIŞINDA VERME ya da EVİNDE ÖLEMEME SORUNU

SON NEFESİNİ “EV”İN DIŞINDA VERME ya da EVİNDE ÖLEMEME SORUNU

Bu yazımız günümüzde ölümün giderek bir probleme dönüşmesiyle ilgilidir. Yazımızda problem edeceğimiz temel meseleler şunlardır: “Beni evime götürün, öleceksem evimde ölmek istiyorum.” ne demektir? Günümüzde bir kişi arzu etse bile evinde ölme imkânı var mıdır? Evde ölmekle ev dışında, yabancı bir mekânda ölmek arasında nasıl farklılıklar vardır?

Ölüm hiç şüphesiz insanların, hangi meşrepten olurlarsa olsunlar, görmezden gelemeyecekleri kadar mutlak bir hakikate tekabül etmektedir. Ölüm inkâr edilemez bir hakikattir. Ölüm duygusuyla baş etme, kişinin içinde yaşadığı toplumun ölüme yaklaşımı ile yakından ilgilidir. Günlük hayatın meşgaleleri kişiyi kuşatmışken bir salâ okunur ve bir kişinin adı zikredilir. Kim ölmüş, kaç yaşındaymış, kimlerdenmiş soruları, özellikle Anadolu insanının merakını celp eder. Eğer ölen kişi, hayatının baharında, genç bir kişi ise üzüntü kat be kat artar ve tutulan yas daha derin olur. Ancak ölen kişi yaşlı ve hasta, özellikle bakıma muhtaç bir kişi ise “Kurtuldu.” denilir. Ölen kişi kim olursa olsun hayatında hep eksik bir şeyler bırakmıştır. Günümüzde ise ölüm başlı başına bir probleme dönüşmüştür, çünkü içinde yaşadığımız modern dünyada yaşlılara yer yoktur.

Günümüzde yaşlılık, üretemeyen ve tüketemeyen bir organizma olarak hayatın dışında konumlandırılmıştır. Geçenlerde gazetede şöyle bir habere denk gelmiştim: İngiltere’de pandemi sürecinde bakıma muhtaç yaşlıların yüzde altmışının ölmesiyle devlet şu kadar kâr elde etti. Üretemeyen ve tüketemeyen kişiler olarak yaşlılar çoktan ıskartaya çıkarılmış. Günümüz dünyasında yaşlıların elinden alınan sadece toplumdaki yerleri değil elbette. Günümüzde bir yaşlının “evinde ölme” hakkı da elinden alınmıştır. Ölüm kaygısının yüksek olduğu bir zaman diliminde yaşlılar ölümle, hastane odalarında, bir başlarına, “yabancısı” oldukları bir mekânda yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Bu “yabancı” mekânda ne başlarında “Yâsîn” okuyan bir akrabası var ne de onları son anlarında teselli edecekleri dostları. İnsanlar kendilerini saran bir toplum içinde yaşıyorlar ama ölürken tek başlarına ölmek zorunda bırakılıyorlar. “Falanca ağırlaşmış hadi bir gidip ziyaret edelim, teselli verelim.” diyecek yakın bir çevreden çok uzaktalar. Hastane prosedürlerinin düzenlediği ziyaret saatleri dışında bir hastayı ziyaret etmek hâlihazırda çok zor. Bu ziyaretin kalabalık bir gurupla gerçekleşmesi ise neredeyse imkânsız bir durum, dolayısıyla hastanede ölüm sürecinde geleneksel olarak yapılagelen dinî ya da geleneksel törenlerin yapılması pek mümkün görünmüyor. Bunun farkında olan birçok yaşlının, onunla ilgilenen yakınlarından son isteği “Beni evime götürün, evimde ölmek istiyorum.” oluyor. Bu istek öylesine söylenmiş, içi boş bir cümle değildir.

Ancak bir kişi günümüzde arzu etse de evinde ölme imkânına pek kavuşamıyor. Ölüm döşeğinde olan kişinin yakınları ya da hastane görevlileri kişinin evinde ölme isteğini kabul etmeyebiliyor veya umursamayabiliyor. Kişi ölüm gibi insan için sancılı bir tecrübeyi evinin dışında yabancı bir mekânda yaşayabiliyor. Bir kişi için ev mekânı, evinin iklimi, havası tanıdıktır. Özellikle yaşlı kişiler için evinde olmak çok önemlidir. Birçok yaşlı, bakım için bile evini terk edip çocuklarının yanına gitmek istemez. Şartları gideceği yerden daha kötü de olsa evinde huzur bulur. Yaşlı kişinin evi onun için bir sığınak ve teselli bulduğu bir mekândır. Bunun için evini terk etmek demek yaşlı kişi için, güvensiz, tekin olmayan bir mekânda olmak demektir. Ölüm gibi hayatın en önemli bir safhasını bu tanıdık mekândan uzakta, hiç tanıdık olmayan bir mekân içinde yaşamak başlı başına bir olumsuzluktur. Ancak modern dünya kişiye nerede öleceği konusunda bir tercih sunmuyor ve hastane mekânını kişilere dayatıyor. Kişi evinde ölmek istese de bu pek mümkün olmuyor.

İnsanlar, içinde yaşadıkları toplumun normlarını, inandıkları dinin gerekliliklerini bizzat görerek, yaşayarak öğrenirler. Sahura kalkmak, teravih namazına gitmek, bayramlaşmak, selamlaşmak gibi, bir ölüm hadisesi durumunda nelerin nasıl ve ne şekilde yapılacağı da bu tecrübî öğrenmeye dâhildir. Eğer bu gibi normlar belli bir zaman diliminde terk edilir ya da önemsenmezse toplum içinde gelenekselleşmiş törenler, dinî kurallar bir sonraki kuşağa aktarılamaz. Bu kaygıyı taşıyan kişiler olarak bizler istediğimiz kadar bu hususlarla ilgili kitaplar yazalım, televizyon ya da radyo programları yapalım veya vaazlar verelim, sohbetler düzenleyelim bu gibi normları gelecek kuşaklara aktaramayız. Çünkü bu normlar, dinî kurallar tecrübe edilerek, bizzat cari hayatın içinde öğrenilir. Son zamanlarda bir salgın neticesinde yaşadığımız cami içinde bir saf tutma düzeni/düzensizliği var. Diyanet İşleri Başkanlığı eski saf düzenine geçilmesi yönünde talimat vermesine rağmen camiye gelen insanların bir kısmı buna riayet ederken çoğunluk ayrı ayrı durarak (buna saf diyemiyorum) namazlarını kılıyorlar. Şimdi önümüzde, Allah nasip ederse, teravih namazı var. Bu namazlar iki yıldan beri maalesef kılınmıyor ve önümüzdeki teravih namazlarına insanların teveccühünün eskisi gibi olmayacağını şimdiden öngörebiliriz. İşte bu tür ibadetler ve dinî törenler gibi bir kişinin evde ölmesi ve bu ölüme akrabaların, komşuların şahitlik etmesi çok önemli bir toplumsal olaydır. Bir kişinin yaşlılığına, ölüm anına şahitlik etmemiş ve bu ortamı tecrübe etmeye imkânı olmamış bir kişiden ölümden nasihat almasını nasıl bekleriz? Bu kişi bir yakını öldüğünde ne yapması gerektiğini bilebilir mi ya da kendisinin de bir gün öleceğini düşünür mü? Evet, ölüm kişi için en büyük nasihattir ama ölümün ne demek olduğunu görürse, bu süreci bizzat tecrübe ederse böyledir. Hiç cenaze yıkanırken görmemiş, cenaze için ısınan suya odun taşımamış, cenaze namazı kılınırken uzaktan kılınışını seyretmiş, ağlayanlarla birlikte ağlamamış, mezarlığa gidip ölünün üzerine bir kürek toprak atmamış bir kişiden nasıl ölümle ilgili nasihat almasını bekleyebiliriz[AE1] ? Bu süreci kitaplardan, vaazlardan nasıl anlatırız?

Bugün biz Müslümanların üzerine düşen en büyük görev bunu tekrar toplum içinde tahakkuk ettirecek kurumsal yapıları oluşturmaktır. Toplum bir kez bir şeyi unuttuğunda onu ayağa kaldırmak çok zor ve maliyetli olacaktır. Yoksa evimizden uzak, bize yabancı, soğuk hastane köşelerinde ölmeye/ölememeye devam ederiz. Bir paket gibi her şeyiyle hazır getirilip toprakla buluşuruz.


* Dr. Öğr. Üyesi Gümüşhane Üniversitesi İlahiyat Fakültesi.


 [AE1]Dikkat çekilen nokta önemli ama nasihat almanın tek yolu bu mudur ki “nasıl nasihat almasını bekleriz?” diye soruluyor? Yani bunları yapmayan dışındakiler ölümden nasihat alamaz şeklinde anlaşılıyor. Bununla ilgili bazı şeylerin unutulması bir yana bunun ölümden nasihat almak için “bir vesile” olması bir yana.

Hastaları, yaşlıları, darülaceze gibi kurumları ziyaret etmek de nasihat için birer vesile olamaz mı?  “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirleri ziyaret, size ahireti hatırlatır.” hadis-i şerifi kabir ziyaretlerinin de bu anlamda tesiri olacağını göstermez mi?