Mülâkat: M. Akif Köse – M. Emre Arslan
Muhterem Hocam, tartışma adabı-usûlü ile ilgili neler söyleyebilirsiniz? Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadis-i şeriflerde bunlarla alakalı tavsiyeler var mıdır, nelerdir?
Öncelikle şunu söyleyelim; Kur’ân-ı Kerîm’de “وقالوا” (dediler ki) diye başlayan ayetlerin hepsi kâfirlerin sözüdür ve bunlar tartışma, cedel örnekleridir, bugünkü ifadeyle diyalektik diyebiliriz. Yine Kur’ân- Kerîm’de, (وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ اَحْسَنُ) “Onlarla mücadeleni en güzel (tarîk) hangisi ise onunla yap.”[1] buyrulmuştur. Bu münasebetle, tartışmanın meşru olduğunu söyleyebiliriz, çünkü bir hakkın duyurulması söz konusudur. Ama öncelikle karşı tarafın ne düşündüğünün bilinmesi gerekir. Karşı tarafın düşüncesi bilinmeli ki doğru ona göre anlatılsın. Onun için Rabbim, kâfirlerin söyleyebileceği şeyleri Firavun’un ağzından, Kârûn’un ağzından, Hâmân’ın ağzından, Hz. İbrahim’i ateşe atanın ağzından, şeytanın ağzından ve özellikle Benî İsrail’in ağzından naklediyor. Bu sözlerin nakledilmesinden sonra Peygamberimiz’e hitaben, (قُلْ) “(onlara) de ki”, ifadesiyle başlayan ayetler geliyor. Ne demektir bu: Yani dünyayı bir salon gibi düşünürsek, bu salonda kâfirler bir şeyler söylüyor, ama onların karşısında doğruyu söylemek gerektiğini Rabbim bize bildiriyor. Ama bunu yaparken, Nahl Sûresi’nde buyrulduğu şekliyle, “En güzel şekilde mücadele et.” ifadesindeki gibi olmalı. Bizim hocalarımız da bunu çok anlatırlar ancak çağın etkisinde kalarak belki farkında olmadan, alttan al, kâfiri üzme vb. şekillerde açıklarlar, ama aslı böyle değildir. Arapça bilenler bilir, ayetteki “بِالَّتِي” ifadesi ism-i mevsuldür, ism-i mevsuller de marifedir, bununla malum bir şey kastedilir yani, dolayısıyla âyet-i kerîmede geçen (اَحْسَنُ) “en güzel” aslında bilinen bir şeydir. Böylece, bilinen en güzel şey, bir yol ile sen onlara karşılık ver, anlamı ortaya çıkar. Bilinen mücadele şekli nedir? Bu da başka bir ayette geçer:
(وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آَمَنَّا بِالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَأُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ)
“Ehl-i Kitapla en güzeliyle mücadele et. Ancak onlardan zulmedenler hariç. Şöyle söyleyin: “Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir. Biz Ona teslim olmuşuz.”[2]
Yani, onlara doğruyu anlat, demektir. Doğru da benim, senin, benim siyasi liderimin, şeyhimin vs. doğrusu değil, Allah’ın doğrusudur. Örneğin İmam Muhammed ve Ebû Yusuf belli fıkhî konularda yorum yapabilir veya ihtilafa düşebilirler ama bir ayet hususunda, Allah böyle demiş ama biz böyle düşünmüyoruz, derler mi; demezler. Yani insanın doğrusu değil. İmam Azam mesela, bir konuda ayet, hadis gelmişse orada görüş yoktur, ona uyulur diyor. Sahabe sözünü de esas alıyor. Ancak tâbiîn sözüyse, o da rical ben de ricalim, diyor. İmam Ebû Hanife’nin, İmam Şafii’nin eserlerinden de naklederiz ancak onlar neye dayanmışlar; ayete, hadise dayandıkları için doğrudur yoksa mutlak hakikat, Allah’ın (c.c) Peygamberimiz’in (s.a.v) ve Kur’an’da bildirilen peygamberlerin (a.s) sözleridir.
Biriyle tartışırken, benim doğrum, bana göre gibi ifadeler olmaz. Ben bu konuda böyle düşünüyorum, diyebilirim kendi kendime ama karşı tarafa diyemem. Çünkü adam da seninle eşit hakka sahip; 8 milyar insan var ve herkesin, bana göre, deme hakkı var. Ama Allah’a karşı, peygambere karşı, bana göre, deme hakkı yok, çünkü Allah Teâlâ yarattı seni. Nasıl ki milyonlarca ampul, ışık kaynağı gece boyu yansa ve ortalığı aydınlatsa da güneşin doğuşuyla hepsinin parlaklığı kayboluyor, güneş karşısında görünmez oluyor; aynı bu şekilde, insanların, bana göre diyerek beyan ettikleri fikir kıvılcımları da Allah Teâlâ’nın bir âyet-i kerîmesi karşısında kaybolur. Allah’ın bir emri gelince, güneş gibidir, oradaki diğer bütün ışığı, parlaklığı yok eder. Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulduğu gibi; (جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ) “Hak geldi, batıl zail oldu.”[3] ‘Hak gelince batıl zail olur.
Bizim söylediklerimiz doğru olacak. Biz insanlara, âyet-i kerîmede de (هِيَ اَحْسَنُ) ifadesiyle beyan edilen, en güzeli, en doğru olanı söylemeliyiz. Doğruyu, en güzel şekliyle aktarmalıyız. Başka bir âyet-i kerîmede, (اَلَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ) “(O kullarım ki) onlar söze (dikkatle) kulak verirler de onun en güzeline uyarlar.”[4] En güzeli nedir; Kur’ân-ı Kerîm. Ne buyruluyor âyet-i kerîmede; (اَللّٰهُ نَزَّلَ اَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ) “Allah, sözün en güzelini, (âyetleri) birbirine benzeyen ve (hakikatleri) tekrarlanan bir kitab hâlinde indirdi.”[5] Her Cuma, imamlarımız hutbede, (اَلاَ اِنَّ اَحْسَنَ الْكَلَامِ وَاَبْلَغَ النِّظَامِ كَلَامُ اللَّهِ الْمَلِكِ الْعَزِيزِ الْعَلاَّمِ) ibaresini okurlar. Ne demektir bu; “Dikkat ediniz ki; sözün en güzeli, nizamın en beliği, Melik olan, Azîz olan ve her şeyi bilen Allah’ın kelamıdır.” Burada nizamla, devlet nizamı değil; Kur’an ayetlerinin dizilişi kastedilir; en beliğ şekilde olduğu ifade edilir.
En güzeliyle yani Allah’ın kelamı ile mücadele yapılacak. “En güzel şekilde” buyrulmuyor ayette, “en güzeliyle” buyruluyor. Dolayısıyla sen en güzeli sunacaksın karşı tarafa yani Allah’ın kelamını. Onu anlatacaksın, kendini arz etmeyeceksin. Kendi zekânı, kendi kültürünü, kendi görüşünü sunmayacaksın. Hani anlatılır ya; dört hoca oturmuşlar münakaşa yapıyorlarmış. Üçü uzunca konuşmuş durmuş, bir tanesi hiç konuşmuyormuş. “Yahu, niye sen konuşmuyorsun.” diye sorduklarında demiş ki: “Valla, ben o bana göre kitabını okumadığımdan bir şey söyleyemiyorum.” demiş. O üç kişi konuşurken, bana göre bana göre deyip konuşuyorlarmış sürekli. Sonra adam devamında; “Ama bu konuda Cenâb-ı Hak şöyle, şöyle buyuruyor. Peygamber Efendimiz de bunu şöyle izah ediyor.” deyiverince, diğerleri, “Başta konuşsaydın ya birader.” demişler. “Eee, sormadınız ki.” demiş o da. Böyle durumlarda sorulmasa bile cevabın en güzeli varsa yine de arz edilmeli, böylece uzun zaman israfı kesilmiş olur. Kabul ederlerse kabul ederler, kabul etmezlerse onların bileceği iş. Kabul etmezse yine tartışmıyorum. Çünkü ben kendimi arz etmiyorum ki, senin şu anda kalbini ve kalıbını çalıştıran Rabbinin sözünü söylüyorum. (وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ) “O hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.”[6] buyuruyor Allah Teâlâ.
Hani geçen senelerde bir haber olmuştu ya; çok fazla sıcak basınca, adam tabanca sıkmış güneşe. İşte güneşe tabanca sıkmadır bu. Bu kimseler, ( يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ) “Allah hakkında mücadele ediyorlar.”[7] veya (يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ) “Allah’ın ayetleri hakkında mücadele ediyorlar.”[8] Allah’ın güneşine kurşun sıkan adam gibi Allah’ın ayetlerine laf kurşunu sıkıyor, zarar verir mi, hiçbir zarar vermez. O, “bir şem‘a ki Mevla yaka, üflemekle sönmez.” Bir âyet-i kerîmede de şöyle buyruluyor: (يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِم) “Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar.”[9] Ama sonrasında, (وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪) “Allah, nurunu tamamlayıcıdır.” buyruluyor. Yani söndüremeyecekler bu nuru. 8 milyar kâfir olsa hepsi birden üfürseler veya hepsinin teknolojisini bir araya getirseler güneşi söndürebilirler mi? Dünyanın kendisi, güneşe atom bombası olarak atılsa o, ona sobaya atılan gazel gibi gelir. İşte bunun gibi, bütün insanların inkârcı sözlerinin toplamı Allah Teâlâ’nın bir ayeti karşısında varlık gösteremez.
Şunu tekrar belirtelim; cedel ancak en güzel sözü duyurmak için yapılır. Tartışma tebliğ için olursa olur. Yoksa fikir jimnastiği yapalım diye olursa bu dünyevî işler için olmuş olur. Fabrika kuracaksan, mühendislik yapacaksan orada sahasında uzman olanlar var, onlarla yapacaksın bunu da. Bu konuda boş adamlarla konuşmaya gerek yok.
Mesela bakın tv programlarında yapılan tartışmalara, hakikatin ortaya çıkması filan hiç söz konusu değil. Reytingin yükselmesi adına ortalığı karıştırıp kızıştırıyorlar. Bazen bakıyorsunuz, dört tane muhalif adam bir aradalar, o işin abonesiler artık. Tahmin ediyorum, bilerek ortalığı kızıştırıp reyting arttırmak istiyorlar. Bunlara tartışma denmez; bunlar doğruyu ciddiyetten uzaklaştırıp cıvıtıyorlar. Bu tür yerlerde sözden anlamayan, halden anlamayan, boş söz konuşan insanlarla tartışmamak gerekiyor.
Rabbim Furkan Sûresi’nde, وَعِبَادُ الرَّحْمٰنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْاَرْضِ هَوْنًا وَاِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا) (سَلَامًا “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve cahiller onlara (edepsizce) konuştuklarında, “Selam!” derler (geçerler).”[10] buyuruyor. İşte cahiller hitap ettiğinde, tartışmak istediğinde, selam, Allah’a ısmarladık demek gerekiyor.
وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آَيَاتِ اللَّهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِثْلُهُمْ إِنَّ اللَّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعً
“Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini veya o ayetlerle alay edildiğini duyduğunuzda, onlar bir başka söze dalıncaya kadar onlarla oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Muhakkak Allah, münafıklarla, kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır diye, size kitap da indirdi.”[11]
Ayrıca siz doğruyu açıkladıktan sonra da onlar kötü üslûpta bulunmaya devam ediyorlarsa onlara uymamak gerekiyor. Meşhur bir hadîs-i şerîf var:
(عَنْ زَيْدِ بْنِ أُشَيِّعَ: أَنَّ رَجُلًا كَانَ يَشْتِمُ أَبَا بَكْرٍ وَرَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ جَالِسٌ، فَلَمَّا ذَهَبَ أَبُو بَكْرٍ يَنْتَصِرُ مِنْهُ قَامَ النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَقَامَ إِلَيْهِ أَبُو بَكْرٍ، قَالَ: شَتَمَنِي فَلَمَّا ذَهَبْتُ أَرُدُّ عَلَيْهِ قُمْتَ، فَقَالَ: ” إِنَّ الْمَلَكَ كَانَ مَعَكَ فَلَمَّا ذَهَبْتَ لِتَرُدَّ عَلَيْهِ قَامَ فَقُمْتُ)
Hz. Ebubekir ile bir adam Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) yanında tartışıyorlar. Efendimiz (s.a.v), tartışmayı gülerek seyrediyor. Hz Ebubekir’in tavırlarını da çok beğenmiş. Gülerek, beğenerek seyrederken Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) gülmesi durmuş, kalkmış ve gitmiş oradan. Hz. Ebubekir, “Ya Rasûlallah, ne oluyor? Adam bana söverken gülüyordun. Daha sonra ben de ona cevap verirken kalktın, gittin.” deyince Efendimiz (s.a.v), “Sen onu dinlerken o sana söverken melek senin yanındaydı; ama sen de ona ağır sözler söylemeye başlayınca o melek gitti, ben de kalktım gittim.” buyurmuş.[12]
Yani biz köpek ısırdığı için köpeği ısırmayalım diye bir tabir var ya, aynen öyle adam sana hakaret ediyorsa sen ona hakaret etmeyeceksin. Tamam kardeşim burada bitiriyoruz, ben bu kelimeleri ağzıma sokmak istemiyorum, sana aynısı ile iade etmek de istemiyorum deyivereceğiz.
Onun için cedel yani tartışma arzu eden insana bakarız; doğruyu öğrenmek için değil de sırf tartışma olsun diye gelmişse tartışmayız. Bir Cuma vaaz yaptım. Cuma namazını kıldıktan sonra bir adam yaklaştı. Tipi ve duruşundan o adam hakkında bir kanaat hasıl oldu bana. “Hocam, bir sorum var da.” dedi. “Buyur.” dedim. Şunu yaptığımda sehiv secdesi gerekir mi gerekmez mi, diye sordu adam. Ben de dedim ki, “Bak ben cevabı verdikten sonra kimseye sormayacağına söz verirsen, bunun cevabını veririm.” Adam demesin mi, “Ama sen on altıncısın.” diye. Bana gelene kadar on beş tane hocaya aynı soruyu sormuş. Böyle kimselerle de tartışmaya gerek yok. O, netice almak için sormuyor, konuşmuyor. O konuda bir bilgisi var onun; “Ahmet efendi böyle diyor, Mehmet efendi şöyle diyor, falan şöyle diyor… sen onlara karşı mı geliyorsun…” tarzında kışkırtma olayları da girecek işin içine. Ben de ona, “Ben bir şey demiyorum. Benim bildiğim bilgi budur, kaynağı da filandır, tartışmaya da girmiyorum.” şeklinde cevap verince, “Yahu, seninle de konuşulmaz.” dedi, gitti adam. İşte öyle adamlarla tartışma olmaz. Mesela, adam İslami sahada belirli birkaç maddeyi iyi ezberliyor. Kur’andan öğrenmiyor, o konuda yazılmış birkaç makaleyi okuyor ve onu her yerde mevzu etme hususunda maharet gösteriyor. Bunlarla da tartışmaya girmemeye dikkat edin. “Ben böyle inanıyorum.” deyin geçin.
Şu da var; mesela tıp ile alakalı bir tartışmaya dâhil olmam ben, orası saham değil. Ama din konusunda herkes biliyor. Siyasiler giriyor, doktorlar giriyor, mühendisler giriyor… İsmini söylemeyeceğim, bildiğiniz bir adam bir salonda, “Bin dört yüz yıl bizi kandırmışlar, ulema kandırmış bizi…” diye millete anlatıyor, ben de dinliyorum. Bin dört yüz yıldır mezhep imamları, hadis uleması, tefsir uleması, fıkıh uleması… hepsi bizi kandırmış. Çünkü bahsettiği konuda mezhepler arasında ihtilaf yok da o konuda, o yüzden öyle diyor. Konuyu da söylemeyeceğim, söylesem bilinir, ünlü de bir adam. Dedim ki “Senin Arapçan olmadığından bunu ayırt edemiyorsun. Türkçeye aktarıldığında diğer kelimeyle aynı yazılır bu.” Hangi kelime olduğunu da söylemeyeceğim ama demek istediğim anlaşılsın diye bir örnek vereyim. Hani mesela Arapçada “خلق” ve “حلق” kelimeleri vardır. Bunlar harf, okunuş ve anlam bakımından farklıdır, ama bu kelimeleri Latin harfleriyle yazdığınızda yazılış bakımından aynı olacağı için manayı ayırt etmeniz mümkün olmaz. Bu iki kelimeyi “halak” diye aynı şekilde yazarsınız. İşte o adam da bu şekildeki bir kelimeyi okuduğunda başka bir kelimeyle karıştırıyor. Ben de dedim ki, “Bu kelimeyi sen yanlış anlamışsın. O, Türkçede karşılığı olmayan şu harfle yazılıyor. Sen Türkçesinden okuduğundan o manayı vermişsin ama kelimenin aslı o değil, şudur.” deyince adam, “Yahu, kitaba da bu şekilde yazdım. Hani sözdür orada kaybolur gider ama kitaba da yazdım ben bunu, yüz binin üzerinde de satmış kitap.” Bu kimse hoca değil. İmam hatip mezunuymuş. İmam hatipler filan şimdi ulema, allame kabul ediliyor. Hâlbuki İslam enstitüsünden yetişen bile hoca sayılmaz. Ondan sonra özel gayret gösterecek, iyi hocalardan özel dersler alacak.
Konuyla alakalı olarak başka bir hatıramı daha nakledeyim: 12 Mart muhtırası verilmişti askerler tarafından. O zaman ben Karaman’da imamdım. Karaman’ın solcularını yani solcu da demeyelim biraz daha komünist olanlarını içeriye aldılar. Ben de ne yapayım ne yapayım derken şehrin kaymakamına, emniyet müdürüne, emniyet amirine, hâkimlerine, savcılarına banka müdürlerine ve daire amirlerine posta yoluyla birer kitap hediye ettim. Adresimi de yazdım, hediyemdir diye gönderdim. Hâkim ve savcılara, Abdülkadir Udeh isminde, Seyyid Kutup’tan önce şehit edilen, İhvan-ı Müslimin’den bir kimsenin İslam Şeriatı adlı bir kitabını gönderdim. Cuma günü postaladım, Pazartesi günü eve polis geldi. Beraber gittik, savcı beyin huzuruna çıktık. Oradaki konuşmaları geçiyorum ama savcı beyle ahbap olduk biz. Daha sonra, ne yapayım ne yapayım diye düşündüm; hapishaneye bir kütüphane kurayım, dedim. Param yok; arkadaşlardan, evlerden toplayarak İslamî eserlerle doldurdum kütüphaneyi. O günlerde, komünist partisi derlerdi, İşçi Partisi’nin başkanını da kütüphane müdürü yaptım. Gelene kitap verecek, onu kayda geçecek, geldiğinde de aldığına dair kayıt düşüp yeni kitap verecek. Bir gün savcı beye dedim ki, “Efendim, ben hapishanede bazılarıyla konuşmak istiyorum.” Savcı da “Tamam, hapishane müdürü senin istediğini yerine getirecektir.” dedi. Telefon etti hapishane müdürüne, “Mahmut hocam geliyor, konuşma yapacak.” dedi. Aslında ben onların lideri durumunda olan adamla görüşmek istiyordum. Fakat tecelli daha iyi oldu, benim istediğimden daha iyi oldu. Ben onunla oturup tartışacağım, onun etrafındaki komünistler de dinleyecekler. O söyleyecek ben söyleyeceğim, o söyleyecek ben söyleyeceğim ve ben onu mağlup edeceğim, o da Müslüman olacak. Ben öyle düşünüyordum ama öyle bir şey yok tarihte hiç. Cezaevi müdürü de savcının emrini güzel anlamış, hepsini toplamış bir salona Mahmut Toptaş hoca gelecek, konuşacak diye. Ben hepsine konuştum orada, öylesi daha iyi oldu. Ben konuşuyorum yalnızca, onun itiraz etme imkânı yok. Ama ben ona konuşuyorum. Onun da iç dünyasında benim söylediklerimi tartıp kabul etmesi kendisini küçük düşürmüyor arkadaşlarının nezdinde. En başta düşündüğüm gibi ben onunla karşılıklı konuşsaydım; o yanlışını söyleyecek ben doğrusunu söyleyeceğim, o kendine göre fikrini savunacaktı adamlarının yanında mağlup olmamak için ve biz birbirimize kindar olacaktık orada. Ama diğer türlü olunca biz onunla çok iyi olduk ve daha sonra da çok büyük hizmetleri oldu orada. Tabi o konuşmayla olmadı sadece. O bir başlangıç oldu, çok iyi şeyler oldu.
Muhterem Hocam, aynı soru üzerinden konuyu farklı bir yere çeksek; mesela insan kendi yakınları ile olsun arkadaşları ile olsun birçok konuda anlaşmazlığa düşebiliyor, tartışabiliyorlar. Bu hususta neler söyleyebilirsiniz?
Öncelikle şunu söyleyelim; akrabalık bağlarını kuvvetlendirme, Kur’ân-ı Kerîm’de çokça tekrarlanan hususlardan biridir. Akrabalar arasındaki bağı koparacak sözlerden uzak duracağız. İnsanın ağzından çıkan her kelime testerenin dişi gibidir. Onun için iki düşünüp bir konuşacağız. Annemizi, babamızı, halamızı, teyzemizi, dayımızı, amcamızı, onların çocuklarını, komşularımızı, mahallemizi, şehrimizi, milletimizi ve topyekûn İslam milletini ve ondan sonra insanlık âlemini bizden, dinden nefret ettirecek veya soğutacak cümlelere değil kelimelere bile itibar etmememiz gerekir.
Bir konu hakkında haklı olsan da karşı tarafa konuşmayabilirsin, susabilirsin. Varsın adam söylesin. Mesela, kendi hayatımda olur; bana söyler söyler, ben hiç ağzımı açmam akrabalarımdan kim ne söylerse söylesin. Sonra, haydi bakalım çaylar gelsin filan diyerek işi yumuşatma, geçiştirme tarafına giderim.
“Cevap vermemek de cevaptır.” derken, bazıları susarak adamı delirtiyor; bu şekilde kızdırma da olmayacak. “Tamam abi, bunu yarın konuşuruz, senin sinirin biraz yatışsın, biraz kendinde değilsin…” gibi cümlelerle yatıştırmak lazım. Ama bazıları, külahıma anlat der gibi susuyor, bu da tehlikelidir.
Hz. Muaviye’ye (r.a) sormuşlar; “Ali (r.a) haklı mıydı?”, “Evet, haklıydı.” demiş. “O zaman niye sahabenin çoğunluğu senin yanında yer aldı?” diye sorduklarında “Ali (r.a) haklıydı ama dili çok keskindi.” diye cevap vermiş. Hz. Hasan’ın (r.a) da babasına; “Baba, dilini biraz yumuşat, hep karşı tarafa gidiyor insanlar.” şeklinde tavsiyesi vardır
Demiş ki Hz. Muaviye; “Bir adamla aramda çiğ (daha bükülmemiş) iplikle de olsun aramızda bir bağ olsa, bizi onunla bağlasalar, adam benden kaçsa iplik kopmasın diye ben onun koştuğu kadar arkasında koşarım.” Biz bunu yapacağız işte. Ahbabımız, dostumuz haksız ama onun haksızlık içerisinde boğulmasına da gönlümüz razı değil, haksız olarak onun ahirete gitmesini istemiyorum değil mi, onun için bağı koparmamam lazım. Bunun için de kızdığında filan onun ses tonunda konuşmamam lazım. Hani az önce anlattık ya, adam, Hz. Ebubekir’e sövüyordu o da susuyordu ama onun yanında bir melek yer alıyordu. Ne zamanki Hz. Ebubekir de aynı tonda cevap vermeye başladı melek de Efendimiz (s.a.v) de oradan ayrıldı. Hz. Ebubekir, bir sahâbî, Efendimiz’in (s.a.v) en yakınlarından. Demek ki her insan farkında olmadan da bu şekildeki bir davranışta bulunabiliyor. Hz. Ebubekir’in bu şeyi bize örnektir, fakat ondan sonra Hz. Ebubekir’in (r.a) ağzından öyle cümleler çıkmamış, bu da bizim için bir örnektir. Bu ağızdan kötü kelime çıkmaz demeyeceğiz, çıkabilir. Başkaları tahrik edebilir. Öyleyse dikkatli olmamız lazım. Kendimize güvenmeyeceğiz, Allah Teâlâ’ya güveneceğiz.
Muhterem Hocam, tartışma sırasında, sonrasında insanların birbiriyle anlaşabilmelerinin önündeki engeller hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bir kere en büyük engelimiz, birinci sıradaki engelimiz; benlik duygusudur. Benliklerimiz, Çin seddinden daha büyüktür. Bu hepimizde var yani olmayan yok. Bizi birbirimizle, kardeşlerimizle, eşlerimizle çatışmaya sevk eden benlik, burada Çin seddi gibi ortaya çıkıyor. Bunu yıkmak zor. Buna mağlup olup karşı tarafı yıkarken sen de yıkılıyorsun zaten. O da seni yıkarken yıkılıyor. Hâlbuki biz yapmak için gelmişiz bu dünyaya.
Tartışmanın en hararetli bölümünde dahi olsa muhatabın kim olursa olsun, doğru söylüyorsa ona doğru diyeceksin, o kimse kâfir de olsa. Bu seni ezmez, yüceltir. Bazen bakıyorsun adam doğru olduğunu anlıyor, fakat yine de “doğru, ama…” gibi cümlelerle kabule yanaşmıyor. “Ben yanılıyormuşum.” diyebileceksin.
Her bir insan ayrı bir cevherdir. Her insanın fikir kıvılcımları hepsi birbirinden değerlidir. Efendim mesela, hilyeleri biliriz. Ama manasını hiç düşünmeyiz. Orada Hz. Ali, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i mübarek saçından ayağına kadar tarif ediyor. En alt bölümde naklediyor ki, “Bir insanla konuşurken şu iki omzuyla şu iki kulağının arasını yani yüzünü adama döndürürdü.” Mesela, Ebû Cehil oradan Efendimiz’e sataşıyor, Efendimiz (s.a.v) yan bakarak, “Ya ne diyorsun!?” demiyor. Şöyle dönüyor yüzüyle ve iki omuzuyla adama, muhatap alıyor, değer veriyor ona. Düşmanların birinci sırasındaki adama, insan olarak değer veriyor; orada değersiz olan adamın gâvurluğu. Ondan sonra “Bir şey mi dediniz.” veya “Söyleyeceğini söyle.” buyuruyor. Hiç kırıcı cümle ağzından çıkmıyor. Bizim de bunlara dikkat etmemiz gerekiyor, karşındaki adam Ebû Cehil, cehaletin babası olsa bile. Peygamberimiz’in (s.a.v), Ebû Cehil ile ilgili duası vardı: “Ya Rabbi, iki Ömer’den birisinin Müslüman olmasını istiyorum.” Yani kalite var adamda, o kaliteyi istiyor Peygamber Efendimiz. Ama iman, Hz Ömer’e nasip oluyor, Ebû Cehil’e nasip olmuyor. Ama Peygamber Efendimiz, onlara karşı bile üzücü bir kelime sarf etmemiş, şahsiyetlerini rencide edici bir kelime söylememiştir. Peki, düşman olduğumuz nedir; ondaki imansızlıktır. Kelime-i şehadet onu temizleyiverdiği zaman, “Ömer” derken “Hz. Ömer radıyallâhu anh” olur. Onun için hiçbir insanı hafife almamaya dikkat etmeli. Hani bir hikâye anlatılır:
Padişah, Bakırköy’deki deli hastanesine ziyarete gitmiş. Eskiden hekimler, ilaçları kendileri otlardan yapıyorlarmış. Başhekim de onun için bazı iş yapan delileri kullanıyormuş orda. “Sen şunu dibekte ez, sen şunu şöyle karıştır…” dermiş delilere. Deliler de o işleri yaparlarmış. Padişah varmış oraya, “Ne yaptınız başhekim efendi?” demiş. Başhekim de “Şunlar şuna yarıyor, bunlar baş ağrısı için, bunlar diş ağrısına, bunlar böbrek ağrısına, bunlar ciğer ağrısına iyi gelir…” diye sıralamış. Padişah, “Peki, günah hastalığına da bir ilacınız var mı?” demiş. Başhekim, “Bu hastalık bizim işimiz değil maalesef.” diye cevap vermiş. Oradaki bir deli, “Ben biliyorum.” demiş. Padişah ona dönmüş, “Günah hastalığının ilacı nedir?” diye sorunca deli cevap vermiş; “Efendim! Tevbe kökünü alacaksın, istiğfar yaprağıyla bir araya getireceksin, gönül tenceresine koyacaksın, pişmanlık ateşini alttan yakacaksın, iyice olgunlaştıktan sonra sabahları kanaat kaşığıyla yiyeceksin.” Bunun üzerine padişah kâğıt, kalem istemiş, şöyle yazmış oraya:
“Ehl-i irfânım deyu kimseyi ta‘n etme sen
Defter-i dîvâne sığmaz söz gelir dîvâneden.”
Sosyal medyada okuduğum başka bir olayı daha anlatayım; diş macunları var ya, bir fabrika bunların üretimini yapıyor, tüplere doldurup kutusuna koyuyor, piyasaya satıyor. Ama tüplere doldurma sırasında makinalar bazı tüpleri doldurmuyormuş. Satın alan kimseler de bunları açıyor, hiçbir şey yok içinde. Şikâyetler geliyor, epeyce de oluyormuş. Derken milyon dolar harcadıkları bir alet ile bu sorunu halletmişler. Bu alet, dolu olanları geçirirken boş olan, eksik olanlarda zil çaldırıyormuş. Zil çalınca koşuyorlar, onu alıyorlar, dolduruyorlarmış. Ama milyon dolar harcamışlar bunun için. Başmühendis bir gün bakmış ki zil hiç çalmıyor, kimse de koşmuyor. Merak etmiş, gitmiş, soruşturmuş. Demişler ki, “Vallahi, efendim, buraya bir vantilatör koyuverdik, boş gelen olduğu zaman şu tarafa düşürüyor.” Başmühendis, “Oğlum bunu baştan söyleseydiniz ya.” deyince, adam da “Sormadınız ki.” demiş. Milyon dolarlık iş yerine bir vantilatör yetmiş. Onun için biz hiçbir insanı hafife almamaya dikkat edeceğiz. Kim olursa olsun bir şey söylemek istiyorsa demek ki adamda bir şey var diye düşünmeli, onu dinlemeliyiz.
Bu itibarla biz, akıllısına da delisine de velisine de dervişine de berduşuna da bizim insanımızdır, Rabbimizin yarattığıdır diyeceğiz onları kırıp dökmeyeceğiz. Hani Peygamber Efendimiz bir gün şarap içen birini cezalandıracağı zaman başkası o kimseye, “Allah seni kahretsin! Yine mi içtin.” demiş. Peygamber Efendimiz de, “Kardeşinin şeytanına yardımcı oluyorsun, onun yerine, “Allah seni ıslah etsin.” de.” buyurmuş. İşte bunlar aradaki muhabbeti, bağı kesen kelimelerdir, bizim ağzımızdan çıkmamasına dikkat edeceğiz.
Muhterem Hocam, anlaşabilmenin önündeki engellerden en büyüğünü söylediniz az önce. Bunun haricindeki engellerden de bahsedebilir misiniz?
Mesela taassupçuluk. Bu, her sahada gördüğümüz bir şey. Adamın ırk taassubu var, mezhep taassubu var… Aslında mezhep hususunda mutaassıp olmamızın önüne geçiliyor, dört hak mezhep vardır diyoruz, Bu bizi taassup noktasında yumuşatıyor.
Başka biri, “Benim şeyhimi kabul etmeyenin cennete gitme ihtimali yok. Çünkü zamanın kutbu bizimkisidir…” gibi cümleler ediyor. Bunların hepsi taassup. İslam’a bağlılık, insanı cennete götürür. Şahıslara bağlılık götürmez. Şahıslar bizi Kur’an ve sünnet doğrultusunda yönlendiren mürşitlerdir, yol gösteren adamlardır. Yol gösteren adam da kendi fikriyle değil, Allah’ın kitabıyla, Rasûlü’nün sünnetiyle yol gösterecek. Onun için ilimsiz tasavvuf olmaz. “İlimsiz tasavvuf şeytanın emrine girmektir.” demiş İmam Malik (r.a).
Taassubu, işe sıkıca sarılmak anlamında alacak olursak
(وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا) “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın.” âyet-i kerîmesinin fehvasınca Allah’ın kitabına, Râsûlünün sünnetine sarılmakta bunu gösteriniz. Burada şahsilik yok.
Son bir soruyla mülakatımızı nihayete erdirebiliriz hocam. İnsanların kendisine kulak verdiği, sözlerini dinlediği, peşinden gittiği liderler, hocalar vs. arasındaki tartışmalar, anlaşmazlıklar, kullandıkları dil-üslûp kendilerine değer verenler arasında çok daha büyük anlaşmazlıkların, kaosların… sebebi oluyor. Bu manada, takip edilen, sözü dinlenen kimseler ve takip edenler için neler tavsiye edersiniz?
Hazreti Ali’nin bir sözü vardır: (اُنْظُرْ اِلَی مَا قَالَ، لَا تَنْظُرْ اِلَی مَنْ قَالَ) “Söylenene bak, söyleyene değil.” Söylenen doğru ise kim söylerse söylesin al. Söylenen yanlış ise kim söylerse söylesin bırak. Yine biz sırtımızı sağlam yere yaslıyoruz; Rabbim böyle buyuruyor, Efendimiz şöyle buyuruyor, diyoruz; söyleyen güzel, söylenen de güzel. Ama bizim sözümüzün doğru veya yanlış olabilme ihtimali de var. Kur’ân-ı Kerîm’de buyuruluyor ki;( اِنْ يَتَّبِعُونَ اِلَّا الظَّنَّۚ) “(Onlar) Sadece zanna uyuyorlar.” Ama zanna uyan adama yine de yanlış söylüyor, yapıyor demiyoruz. Fıkıh kitaplarımızda zannın tarifi, doğru olma ihtimali ile yanlış olma ihtimali eşit olandır, diye tarif edilir. Mesela bir kimse kâfir de olsa hep yanlış söylemez. Söylenen bir söz, zan ifade eder, doğru mu değil mi mihengimiz var, Allah’ın kitabı Rasûlullah’ın sünneti, oraya vururuz. Yanlışsa bırakır, doğruysa alırız. Buna en canlı örnek, trafik lambaları; yeşilde geç, kırmızıda dur, sarıda hazır ol. Biz, “Bunu kim bulmuş, buna uyalım mı uymayalım mı, bunu yapan ateşperest miymiş, budist miymiş…” diye düşünmüyoruz. Milletin maslahatına uygun mu, uygun; öyleyse biz bunu alıyoruz. Ama söylediği söz yanlışsa kim söylerse söylesin, o bizim için geçersizdir; ister bir tarikat şeyhi söylesin, ister bir partinin lideri söylesin, kim söylerse söylesin hiç önemli değil. Bize çocukluğumuzda öğretilen nedir; Edille-i şer‘iyye dörttür; Kitap, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukahadır. Bunlar dışında her şey tartışmaya açıktır. Kabul etme veya etmemekte muhayyerim. Bunun için ölçümüze uyuyorsa kabul ediyoruz, uymuyorsa kabul etmiyoruz Ölçümüz bu olacak. Âyet-i kerîmede buyruluyor; (وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ وَالَّذِينَ آَمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ) “İnsanlar arasında, Allah’tan başkasını O’na ortak koşanlar ve onları Allah’ı sever gibi sevenler vardır. İman edenlerin Allah’a sevgisi ise daha kuvvetlidir. Zalimler azabı görecekleri zaman bütün güç ve kuvvetin şüphesiz Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın gerçekten çetin azaplı olduğunu keşke (Bu dünyada iken)bilselerdi.”[13] Kâfirlerin taptığı putlar aslında daha önce yaşamış insanlardır; Lât, Menat, Uzza… bunlar daha önce yaşamışlar. Onların daha önce yaşadıklarına Kur’an nasıl işaret eder; müşrikler, (بَلْ نَتَّبِعُ مَٓا اَلْفَيْنَا عَلَيْهِ اٰبَٓاءَنَا) “(Biz) atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey(ler)e tâbî oluruz.”[14] derler. Biz putları yaratan, insanları yaratan Allah’a tâbi oluruz, Onun Peygamberine tâbî oluruz. Bizim için Kur’an ve sünnet ile çatışan hiçbir sözün, kim söylerse söylesin, geçerliliği yoktur.
[1] Nahl, 16/125.
[2] Ankebût, 29/46.
[3] İsrâ, 17/81.
[4] Zümer, 39/18.
[5] Zümer, 39/23.
[6] Kehf, 18/29.
[7] Ra‘d, 13/13.
[8] Mü’min, 40/69.
[9] Saf, 61/8.
[10] Furkan, 25/63.
[11] Nisâ, 4/140.
[12] Beyhaki, Şuab’ül-İman, 44. Fasıl, Bab: Fî ta‘ridı a’râzı’n-nas.
[13] Bakara, 2/165.
[14] Bakara, 2/170.