İçeriğe geç
Anasayfa » ŞÜKÜR İMTİHANIMIZ*

ŞÜKÜR İMTİHANIMIZ*

Recep ayı içerisinde, Regâib ve Miraç gecelerinde yaşama fırsatını bizlere nasip buyuran Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine sonsuz şükürler olsun.

Allah Zülcelâl’in sayısız nimetler ihsan ettiği kullarına yakışan, bu nimetleri hiçbir an unutmayarak bunların karşılığı olan şükür görevlerini hakkıyla yerine getirmektir. Bu hususta bütün beşerî gücünü en son noktasına kadar kullanmaya gayret etmektir.

Muhakkak ki her nimetin şükrü kendi cinsindendir. Bundan dolayı şükür görevimizin sadece “Elhamdülillah, Sana şükürler olsun Ya Rabbi!” demekle bitmeyeceği inancını kalbimize yerleştirmeliyiz.

Bu hakikat karşısında şükür vazifemizi ne zaman, nerede ve nasıl yapacağımızı ciddiyetle düşünmeli, araştırmalı ve yerine getirmeye başlamalıyız.

Allah Teâlâ ﷻ Hazretleri, “Eğer şükrederseniz size (nimetimi) daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!”[1] buyurarak bizleri şükürsüzlükten dolayı şiddetli azapla tehdit etmektedir.

Şükretmeye niyet eden insan öncelikle nimetleri yaratıp bize ikram edeni bulmalı ve Onu hakkıyla tanımalıdır.

Aklımız, fikrimiz ve varlıklarını müşahede ettiğimiz her şey bize bunları Allah Teâlâ ve Tekaddes ﷻ Hazretlerinin bizim için yaratmış olduğunu göstermektedir.

Bundan anlıyoruz ki bu nimetlerin her biri, bizim için hayatî bir değere sahiptir.

Bu nimetleri en küçüğünden en büyüğüne doğru saymaya başladığımızda anlarız ki onları hakkıyla bilip takdir edebilmek bizler için muhaldir.

Rabbimiz bu hususta “Allah’ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız, mümkün değil, sayamazsınız.”[2] buyurarak bizleri uyarmıştır.

Bizler şükür görevimizi hakkıyla yerine getirebilmek için öncelikle bu sayısız nimetleri bize ihsan edeni düşünmeli ve nimetin sahibi olan Rabbimizi tanıyarak şükürde ve hamdde tevhidi sağlamalıyız ki yalnızca, nimeti verene şükredip hamd edebilelim.

Nimetleri ihsan edenin sadece Allah ﷻ olduğunu idrak ederek “Allah’tan başka nimet verici yoktur.” inancında tevhidi sağlayamazsak; nimet vericileri çoğaltmış oluruz. O zaman “lâ ilâhe illallâh”ın bir manası olan “lâ mün‘ime illallah – Allah’tan başka nimet verici yoktur.” inancının ikrarından uzaklaşıp, gerçek nimet vericiyi unutup, şundan bundan nimet bekleyerek sebepler âleminin esareti altına girmiş oluruz. Bu inanç üzerinde iken Allah Zülcelâl’i hakkıyla tanıyıp Ona karşı şükür görevimizi yerine getirmeye başlamış olduğumuzu düşünmek ise boş bir hayalden öteye geçmez.  

Allah Zülcelâl âyet-i kerîmede, “Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır.”[3] buyurmaktadır.

Evet, bizlere küçük ve büyük olarak verilen nimetlerin hepsi Allah’tandır ﷻ.

Akıl sahibi insanlar insafa gelip kâinattaki nimetleri düşününce görürler ki:

Nimetlerin bazısını birileri, diğerlerini de başkaları yaratmıyor.

Bütün nimetleri yaratan Allah’tır.

Rızıkları döndürüp dolaştırarak nasip ettiği kuluna ve mahlûkatına ulaştıran O’dur.

Suyu yaratıp dolaştırarak yerden fışkırtan ve bulutlardan damlalar halinde indiren O’dur.

Havayı döndürüp dolaştırarak mahlûkatına hayat bahşeden O’dur.

Güneşi, ayı ve yıldızları belli bir düzen içerisinde döndürüp dolaştıran O’dur.

Kulunun varlığının devamı için toprağın içinden envâî çeşit nebatatı fışkırtan, ağaçların her birinde değişik tatlara sahip meyveler sunan, kokuları ile insanları mest eden çiçekleri yaratan O’dur.

Saydığımız ve sayamadığımız bütün bu nimetlerin hepsi Ondan olduğu için “lâ ilâhe illallâh”ı, “lâ mün‘ime illallâh” mânâsıyla ikrar ederiz.

“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı, yalnızca Allah’ın üzerinedir.”[4]

Evet, rızkın nerede yaratıldığı, kimin yanında emanet olduğu, kimler vasıtası ile kimlere ulaştırılacağı Rabbimiz tarafından tespit ve tâyin edilmiştir.

Rabbimiz, verdiği nimetleri nasıl kullanacağımızı da bizlere bildirmiştir.

Rabbimiz, bizleri ihsan ettiği nimetlere karşı vazifelerimizi yapıp yapmadığımız hususunda “şükür imtihanına” çekeceği için bizlere, bu nimetlerimi şu şekilde kullanmalısınız, diye Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîfler vasıtasıyla emirler buyurmuştur.

***

Rabbimizin bize verdiği nimetleri maddî ve manevî cihetten ikiye taksim edebiliriz. 

Aklın maddî nimetleri düşünmeden manevî nimetlere ulaşmasının mümkün olmadığı inancıyla; Allah Zülcelal’in ihsan buyurduğu nimetlerin ne büyük kıymetleri olduğunu düşünüp idrak etmeliyiz.

Düşünmeye, bize en yakın olan ve en çok sevdiğimiz duyularımızdan başlayalım.

Kâinattaki güzellikleri ve tehlikeleri görmemizi sağlayan gözlerimizin ne büyük bir nimet olduğunu…

Etrafımızda zikredilen hakikatleri ve yaklaşan tehlikeleri duymamızı sağlayan kulaklarımızın ne büyük bir nimet olduğunu…

Hakkı zikir, hakîkatleri tebliğ ve yanlışları ikaz etme imkânını ve yediklerimizden tat alma hissini bize sağlayan dilimiz ve benzeri kabiliyetlerin her birinin ne büyük nimetler olduğunu…

Bu nimetlerin bütününün, bünyemizde toplu halde bulunmasının da ayrı bir nimet olduğunu idrak etmeye çabalayalım. Ama bilelim ki bu hususta beşerî aklımız âciz kalacaktır.

Çünkü gözlerin kıymetini âmâlar, kulakların kıymetini sağırlar bilir.

Dilin kıymetini dilsizler, diğer azaların kıymetlerini de ancak o azalardan mahrum olanlar bilir.

Bizim sahip olduğumuz bir diğer nimet de bu hususların bütününe dikkatimizi yöneltecek olan hayat nimetidir.

Bu nimeti dünyanın hiçbir şeyiyle değiştirmeyeceğimiz, bir hakikattir. Hayat nimetini muhafaza için dünyayı, içindeki her şeyle beraber, fedâ etmekten çekinmeyeceğimiz de aşikârdır.

Bu nimetin de şükrü az önce zikrettiğimiz gibi onu Rabbimizin istediği istikamette kullanmakla mümkün olacaktır.

Mü’minler olarak bu inançla yaşayarak Allah Teâlâ’nın verdiği maddî hayat nimetlerini düşünüp, ihsan edilen bu nimetleri Onun istediği gibi kullanmaya karar vermeli ve asla ihmalkârlık göstermemeliyiz. Çünkü bu nimetleri veren Rabbimiz, “Yiyiniz içiniz fakat israf yapmayınız.”[5] buyurarak, en hassas noktalara kadar bizleri uyarmaktadır.

Şunu da unutmayınız ki; maddî nimetlerin değer ve şerefi kendilerinden değildir. Onlara değer katan, şeref kazandıran görünmez ve yeri bilinmez olan mânevî nimetlerdir.

Her şeyin olsa fakat aklın olmasa, sana ne şeref bahşeder? Veya bütün nimetlere sahip olduğun anda hayat ve ruh nimetin senden alınsa geriye bir müddet sonra kokmaya başlayan iğrenç bir cesetten başka ne kalır?

Yine düşünürsek hayat ve akıl nimetimize gerçek manada şeref bahşedenin “vahy-i ilâhi” olduğunu görürüz.

Allah Teâlâ ﷻ Hazretleri âyet-i kerîmede:

“Onların kalpleri var, (hayat nimetini vereni) düşünmez.

Gözleri var, bakıp ibret alamaz.

Kulakları var, Hakkı duyup uyanamaz.

Onlar hayvan seviyesindedir.

Hatta muhakkak daha da sapık bir seviyededir.”[6] buyurarak bu hususa dikkatimizi çekmektedir.  

Vahiy bütün yaratılışımızın kaynağıdır.

Vahiy, kâinatın bütününün yaratılış kaynağıdır.

Vahiy fâni hayatın sona ermesi ile başlayacak olan sonsuz hayatımızın değer kazanmasının da kaynağıdır.

Bundan dolayı vahiy en büyük nimettir. Bu nimeti veren de ancak Allah Teâlâ ﷻ Hazretleridir.

Onun için “lâ ilâhe illallâh”ı “lâ mün‘ime illallah – ondan başka nimet veren yoktur” şeklinde ikrar ederek tevhidi sağlarsak, nimetlere karşı şükür görevimizi yerine getirmiş oluruz.

 Allah Teâlâ ﷻ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmaktadır:

“Lâ ilâhe illallah, benim bir hisarımdır. Onun içine kim girerse Allah Zülcelâl’den emin olur.”

Allah Teâlâ ﷻ Hazretleri; bu hisarın içine girebilmeyi cümlemize nasip buyursun.

Allah’ın ﷻ selâmı bu hisarın içerisinde olanların ve bu hisarın içerisine girme gayreti içerisinde bulunanların üzerine olsun.


* Bu makale, merhum Ahmed Yaşar Hocaefendi’nin, 04.07.2008 tarihinde, İrşad Mektupları ismiyle internet üzerinden yayımladığı yazılardan dokuzuncusudur.

[1] İbrahim, 14/7.

[2] Nahl, 16/18.

[3] Nahl, 16/53.

[4] Hûd, 11/6.

[5] A‘râf, 7/31.

[6] A‘râf, 7/179.