İçeriğe geç

SÜNNETİ KALDIRIRSANIZ KUR’AN’I ANLAYAMAZSINIZ (Mülâkat)

CEVAT AKŞİT HOCAEFENDİ ile…

Muhterem hocam, bir Müslüman için akâid mevzuu ne ifade etmektedir? Müslüman için akâidin ehemmiyeti nedir?

Akâid, İslamî ilimlerde temeldir. Buna asıl, usûl denir. İslamî ilimler asıl ve furûât diye ayrılır. Akâid ilmi bütün ilimlerin temelidir. İnanç olmadan hiçbir şey olmaz. Akâid ilmi: Allah’ın zâtından, sıfatlarından, varlığından, dinin lüzumundan bahseder, inanç esaslarından bahseder. Her şeyin başı inanç, iman. İman olmayınca ötekiler hiç olmaz. Akâid bunun için çok önemlidir. Maalesef, şimdi bu konuda halkımız yeterince bilgi alamıyor, akâid bilmiyor, inançla ilgili esasları bilmiyor. Zaten fıkıh da bilmiyor.

Bir de biliyorsunuz İmam-ı Azam Hazretleri zamanında, ‘furûât’ ile ‘asıl’ birleştirilmiş, beraber mütalaa edilmiş ki doğrudur. Aslında inanç ve ona bağlı, onun meyvesi olan haramlara gitmemek, helalle uğraşmak, ona göre muamele etmek, davranışlarda bulunmak birbiriyle iç içedir. İmanın semeresi bu zaten, amel. Fakat sonra bunu fıkıh diye, daha çok uygulamayla, pratikle ilgili, amelen kaydını koymuşlar. İnsanın lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi. Akâid inanç bakımından, fıkıh da amel bakımından bilmek olmuş, böyle ayırmışlar. Maalesef şimdi bu konularda halkımız; akâid bakımından müslümanım diyor; ama İslam’ın temelini, iman esaslarını bilmiyor. Allah’ın sıfatları hakkında yeterli bilgi sahibi değil. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e inanmak neyi ifade eder, bunu bilmiyor. Maalesef günümüz hocalarından bazıları da bu konuları, İslam âlemindeki “fırak-ı dâlle” dediğimiz sapık fırkaların görüşlerini şimdi pişirip pişirip ortaya koyuyorlar. Halbuki bunlar bin sene evvel tartışılmış, rayına oturmuş meselelerdir. İstikrarlı bir şekilde halkımız bin senedir inancında yürürken şimdi tekrar o konuları, bin sene evvelki konuları televizyonlardan ortaya koyuyorlar. Kafalarda soru işaretlerine sebep oluyorlar. Halkımız da bu akâid ilmi bakımından, inançla ilgili bilgisi kıt olduğundan, maalesef çok büyük yıkımlar oluyor. Halkımızın üzerinde çok yanlış etkileri oluyor. Bu itikad konularını halkımıza öğretmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bizim halkımız “Müslümanım!” der, müslümanlığa bağlıdır; ama nasıl inanacağını bilmez. Yani saygısı var, sevgisi var; ama bunun teknik usûllerini bilmiyor. Bilmediği için de çok yanlış şeyler yapıyor. Mesela Allah doğmaz, doğurulmaz, baba olmaz, Allah’ın oğlu olmaz. Bizim Kur’an’ımızda böyledir. İhlâs sûresini bilmeyen vatandaşımız yoktur. Orada da “lem yelid ve lem yûled” söylenir. Ama bir anne çocuğuna “Aman yapma, Allah baba seni cezalandır.” gibi laflar ediyor. Bunlar, dinimizde yeri olmayan laflardır. İhlâs sûresini de okur aynı kadın, namaz da kılar. İşte hep bilgi eksikliğinden, inançla alakalı bilgi kıtlığından oluyor. Yine daha geçenlerde söyledi, hem de devletin üst kademelerindeki biri, Hıristiyan bir adam öldü de ‘şehit’ falan diye. Yahu Müslüman olmayan şehit olur mu? Bizim bilgilerimize göre? Biz başkasının dinine karışmıyoruz, kimsenin diniyle inancıyla oynamıyoruz. Onları horlamıyoruz, hakaret etmiyoruz. Buna yetkimiz yok. Kur’an-ı Kerim’de böyle buyruluyor: “Kâfirlerin yani İslam dininin dışındaki kimselerin dinine sövmeyin, onlara hakaret etmeyin. Onlar da bilmeden sizin dininiz hakkında konuşurlar.” mealindeki ayet-i celîle[1]  sebebiyle. Bizim böyle bir niyetimiz yok da halkımızın işte, ta aşağıdan yukarıya bu konuda bilgisi yetersiz olduğundan böyle laf ediyor adam, “O da şehittir.” diyor. Gazetelerde geziyor bu, televizyonlar da bu beyanâtı veriyorlar. Şehitlik Kur’an’a göre “Allah’tan başka ilah yoktur, Muhammed (s.a.v) O’nun Rasûlüdür.” kelimesini dünyanın her tarafına yaymak için, i’lâ-yı kelimetullah için canını bezleden insana verilen bir sıfattır. Ama şimdi, maalesef bu bilinmediği için öyle diyor adam.

Bizim eski insanımız bu konularda bilgiliydi. Onun için mesela, Müslümanların defnedildiği yere mezar, mezarlık denir. Mezar ne demek? Ziyaret edilen yer, demek. Yani ahireti hatırlatması için gideceksin, ölülere rahmet okuyacaksın. Allah’tan onlara rahmet, mağfiret dileyeceksin, okuyacaksın. Onun için mezardır adı. Müslüman olmayanlar için maşatlık derlerdi, yani mezarlık demezlerdi. Bizim insanımız eskiden böyle idi, maşatlık, mezarlık ayırmıştı. Ama şimdi en başta gelen, önemli mevkilerde olan adam bile Müslüman olmayan bir kimsenin ölümünde ‘şehit’ diyor. Bu konularda çok büyük bilgi kıtlığı var maalesef. Bunu öğretmesi gereken kimseler de yeni fikir söyleyeceğim diye mi veya dikkat çekeceğim diye mi artık onu bilmiyoruz, Allah kalplerde olanı/sırları bilir, çıkıyor böyle bin sene evvel tartışılmış konuları yine ortaya getiriyor. Mutezile mezhebinin, kaderiye mezhebinin, cebriye mezhebinin görüşlerini televizyonlardan bu aziz millete, “ehl-i sünnet” inancına sahip aziz milletimize söylüyor. Milletimiz de bu konuda bilgi açısından yetersiz olduğundan onu dinliyor. Tepki görmüyor. Bu çok önemli bir konu. Mutlaka halkımıza bunu, benimsediği akâidin esaslarını delilli olarak öğretmeliyiz.

Hocam bu kadar önemli bir mevzuda son senelerde cemiyetin kendilerini hoca diye bildiği bazı ilim adamları, İslam ümmetinin genel kabullerine, ehl-i sünnete muhalif fikirler beyan ediyorlar. Öncelikle şunu sormak istiyoruz ki ehl-i sünnet itikadı İslam’dan ayrı bir şey midir?

İslam’ın ta kendisidir. Biliyorsunuz insan düşünen varlıktır. Düşüncenin de sınırı yoktur tabi. Onun için insanlar çeşitli şekillerde düşünebilirler. İnsan düşüncesine dur diyemeyiz. Ancak ona nasıl düşüneceğine dair, neleri düşünmeyeceğine dair birtakım bilgiler veririz. O yine bildiğini söyleyecek. Aksi halde insanın özgürlüğü elinden alınmış olur. Cebriyenin dediği o, “İnsanın elinde hiçbir yetki yoktur, insan saman çöpü gibidir.” der. Bu sakat bir görüştür. O zaman insanda sorumluluk olmaz. Sorumluluk olmayınca da cehennemin, cennetin ne anlamı var! Peygamber göndermenin ne anlamı var! Şu haram, şu yasak, demenin ne anlamı var! Bu sapık bir görüş. Oraya götürür yani düşüncelere engel konulmaz, sadece prensipler öğretilir. Şöyle düşünülmesi lazım, şu konularda şöyle olması lazım, gibi bilimsel esaslar öğretilir. İşte bunlardan yoksun şimdiki insanlar. Bu arkadaşlarımız da maalesef, söylediğim gibi biraz evvel ya adının duyulması için ya da ilgi çeken bir şey söylemiş olmak için böyle konuşuyorlar.

Onu da sormuş olalım, bu gibi ifadelerin sebepleri nelerdir?

İşte, tabi bunu söyleyenlerin niçin söylediğini kendilerine sormak lazım. Maalesef işte, tabi bunu biz araştıracağız. Yanlışı öğrenmeden doğrunun kıymeti bilinmez. Evliyaullaha “İffeti nereden öğrendin?” diyorlar. “İffetsize baktım, öyle öğrendim.” diyor. Eskiden beri var. Bu dünya, imtihan dünyası. İnsan dünyaya imtihan için gönderilmiş.[2] İmtihan olmak için de bir iyi olacak, bir kötü olacak. Değil mi? İnsanın da bu, iyiyle kötüyü seçme iktidarı, iradesi, yetkisi olacak ki imtihan olsun. Eskiden beri var bu iyi fikir, kötü fikir. İslam âleminde de var. Zaten bu insanın yaratılışından, karakterinden ileri geliyor. İnsanlar çeşitli şekillerde düşünebilir. Bunun da kuraları var. Nasıl düşüneceğiz, düşünmeliyiz? Temel bilgileri var. Buna göre düşünmeliyiz. Düşünceye dur dersek; ilerleme, her şey kalır. İslam’da böyle bir şey yok. Ama taban bilgilerden yoksun olunca maalesef bu kimseler çıkıyor ve de dinleniyor. Halkımız aslen ehl-i sünnet inancını benimsemiş kişilerdir. Fakat temel bilgileri almadıkları için bunları da dinliyor ve bazen kafasında sorular meydana geliyor. Yani şimdiki durumumuz o. Bu kimseler eski şeyleri pişirip ortaya koyuyorlar. Yani yeni bir şey söyledikleri yok. Söyledikleri şey ta eskiden, bin sene evvelki, bin iki yüz sene evvelki sapık mezheplerin görüşleridir. Kendilerinin ortaya bir şey koydukları yok.

Burada şu var, bugünkü durumda şunu da düşünebiliriz, şöyle söyleyebiliriz -bu adamlar mutlaka böyledir demiyorum da- batılılar, Avrupalılar biliyorsunuz şimdi bizimle birleşmek istiyorlar. Bizi çok sevdiklerinden değil, asla sevmezler. Ama Allah bize öyle bir güzel vatan vermiş, kilit noktada, çok önemli bir mevkide ve de biz İslam âlemi ile batı arasında bir köprü durumundayız. Hem vatan itibariyle, fizik olarak hem de inanç itibariyle, o hale gelmişiz ya da getirilmişiz bilmem de. Onun için bizi bırakmak istemiyorlar. Aslen onlar bir Hırisytiyan birliği kurmuş. Avrupa Birliği zaten kuruluşu da bidayette öyledir, Hıristiyan birliğidir ki sonradan bunu ekonomik yöne aktardılar. Şimdi birbirlerinden geçmişler, hakikatte onlar birbirlerini de sevmez. Bütün bunların üstüne bir sünger çekelim, üst kavramlarda buluşalım diye, insan hakları falan filan diye laf değiştirdiler. İşte bu yere de bizi vatanımızın jeopolitik durumundan dolayı almak istiyorlar. Fakat alırken de kendilerine benzetmek istiyorlar. Yani sözde Müslüman; ama hiç temel bilgisi yok. Ne inanç konusunda ne pratik konuda. Furûât dediğimiz muamelat ve ibadetler bahsinde hiç bilgisi olmayan, sadece sözde Müslüman. Çünkü onlar öyle. Kendileri gibi yapmak istiyorlar, bize böyle dayatıyorlar. Bu sadece şimdi değil -şimdi bunu resmen istiyorlar da- tâ Tanzimat’tan beri onların hedefleri bu, hedefleri oradan başlamış. Tanzimat’ta bakmışlar ki bizi harp yoluyla, kuvvet yoluyla yenemeyecekler. İşi değiştirmişler, oturmuşlar bizim inancımızı, örflerimizi, adetlerimizi, bizi biz yapan nitelikleri, değerleri gevşetelim, zayıflatalım, yok edelim, demişler. Mesela bu milliyetçilik akımı da böyle oyundur. Evet bir insan milletini sever, sevmesi de lazımdır. Vatanını sever, sevmesi de lazımdır. Peygamberimiz (s.a.v) de hicrete giderken “Ey Mekke, yeryüzünde en sevdiğim yer sensin. Kavmim beni çıkarmasa vallahi çıkmazdım.” diyor, gözleri yaşlı ağlıyor. Evet, insan ailesini sever, milletini sever, memleketini sever. Bu dinimize göre şeydir. Ama bu ırkçılık, şovenizm dediğimiz; ben en üstünüm, ötekiler bayağı insandır, fikrini bizim kafamıza sokmuşlar maalesef. Zaten böyle olunca koskoca Osmanlı Devleti’nde bir anda her millet, “Madem siz Türk iseniz, biz de Arap’ız, Rum’uz, Ermeni’yiz…” diye ayrılıvermiş işte.

İslam dünyasında mütecanis bir topluluk olarak Anadolu insanı var. Çünkü biz, dokuz yüz yirmi altı (926)’da toptan müslüman olmuşuz, Türk milleti olarak. Ve o zaman da Kaderiye, Cebriye, Mutezile gibi her türlü sapık fırka (fırak-ı dâlle) var. Ehl-i sünnet de var tabi. Yani Kur’an ve sünnet yolu, peygamberimizin ve sahabenin yolu. Bu yola ‘ehl-i sünnet’ deniyor, o da var. Oturmuşlar ehl-i sünnet inancını seçmişler. Pratikte de Hanefi mezhebini seçmişler. Bunda tabi İmam-ı Azam’ın Arap olmayışı, Türk oluşu da rol oynamış olabilir. Bunu seçmişler. Selçuklular keza, ehl-i sünnet inancını ve Hanefi mezhebini medreselerde resmi olarak okutmuşlar. Karahanlılar öyle olduğu gibi Osmanlılar da böyle devam etmişler. Ama burada mezhep taassubu yoktur. Mesela Melik Şah, kudretli bir hükümdar olmasına rağmen ve sapasağlam bir ehl-i sünnet inancına sahip böyle bu konuda çok hassas. Medreselerde ehl-i sünnet akâidini okutuyor ve Hanefi mezhebini okutuyor, devlet olarak. Ama baş veziri, başbakanı Nizamülmülk Şafiî mezhebi imamıdır. Yani kesinlikle taassub yok.

Anadolu insanı mütecanis, kaynaşmış, birbirinden kopuk değil. İtikad aynı, pratik de aynı. Ehl-i sünnet itikadı ve Hanefi. Aralarında olanlara da çok geniş müsamaha gösteriliyor, dinimizin emri bu. Yani Şafii de var; ama müsamaha ve böyle bir kaynaşma da var. Anadoluda işte bu seçim, ehl-i sünnet inancı ve Hanefi mezhebi öğretilmesi halkımızın mütecanis olmasında önemli rol oynamış. Onun için biz bu birlik sayesinde çabuk toparlanmasını bilen bir milletiz de. Mesela Timur gelmiş Yıldırım Han’ı mağlub edip, bizi sıfır etmiş. Sıfır olmamıza rağmen kısa zamanda çabucak yine Fatih olmuşuz, İstanbul’u feth etmişiz. Çağ açıp çağ kapatmışız. Bunda bunun çok büyük rolü var. İtikat birliği pratik birliği.

Daha sonra ,yıllarca Kafkasya’da Galiçya’da Yemen’de savaşa savaşa Osmanlı devletinin zaten pili bitmiş. Çanakkale en son ikiyüz elli küsür bin gencimiz ölmüş, ondan sonra da istiklal harbi başlamış ama yediden yetmişe omuz omuza hemen birleşmişiz. Bunda yine neyin rolü var? İtikat birliğinin ve pratik birliğinin çok önemli rolü var.

Yine, bizim insanımız bayram namazına gelir değil mi? Beş vakiti kılmaz bazısı. Cuma namazını da kılmayan çok maalesef, biliyorsunuz. Bayram namazına gelir; ama hiç kavga olmaz. Böyle uslu uslu edebiyle oturur dağılır. Neden? Gelenek olarak bilmese bile ‘ehl-i sünnet’ inancında. Bilmese bile. Bu gelenek bunu sağlıyor. İşte onun için bunu devam ettirmeliyiz. Bizim bazı ilahiyatçı arkadaşlarımız, bu önemli pratik sonucu bile hiç düşünmeden ileri geri konuşuyor. Maalesef bunu düşünmeden sanki çok orijinal bir şeyler bulmuş gibi bir şeyler söylüyorlar: “İşte Hıristiyanlar da Yahudiler de cennete gidecek. Çünkü Allah’a ve âhiret gününe inanıyorlar.” Yahu bin senedir biz onları kâfir biliyoruz. Müslüman mü’mindir. Müslüman olmayan kâfirdir. Kur’an’ın tabiridir bu. Kâfir deyince de adam bozuluyor. “Yok efendim, onlar da inanıyor.” Tamam, putperestler de inanıyor, onlar inançsız değil ki. İnançsız kimse yok ki. Öyle yaratılıyor çünkü. İşte bu fikirleri ortaya atıyorlar. “Efendim, Kur’an’da böyle ayet var.” Yahu Kur’an da, Kur’an bir bütün kitap. Altı bin altı yüz küsur ayetten oluşuyor. Bir meseleye sadece bir yerde değinilmiyor ki. Muhtelif yerlerde de değiniliyor çeşitli vesilelerle. İlgili olduğu yerde şu konuya giriliyor, bir başka konuda yine aynı konu ile ilgili atıflar yapılıyor. Bu iş, bugün de böyledir. Mesela bir mahkemeye giderseniz, mesela ben İzmir’de avukatlık yaparken sulh hukuk hâkimi vardı. Yaşlı bir adamdı, belki yirmi otuz sene sulh hukûku hususunda karar vermiş biri. Yani medenî kanunun tüm hükümlerini ezbere biliyor bu adam. Otuz senedir, günde belki yüz defa okuyor aynı maddeleri. Karar vereceği zaman -hep dikkatimi çekmiştir, her yerde böyledir ve doğrusu da budur- falan maddenin falan cümlesine göre, çeviriyor, onunla ilgili başka maddeleri de, falan maddenin falan fıkrasına göre, çeviriyor yine, onunla ilgli başka madde varsa yine, falan maddenin falan bendine göre diye, hepsini karıştırıyor, sonra gereği düşünüldü diye karar veriyor. İslam’da böyledir. Yani kırk yedi tane ayet var ehl-i kitapla ilgili, Yahudi ve Hıristiyanlarla. Bir tane ayeti çıkarıp, “Ha onlar da mü’min, onlar da Cennet’e gidecek.” derseniz olmaz. Kırk altı tane ayette de onlar kâfirdir, diyor. “Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kesin olarak kâfirdir.”[3] “Meryem oğlu İsa Allah’tır, diyenler kesin kâfirdir.”[4] diyen ayetler var. Nasıl, bu ayetler varken sen onları mümin yaparsın! Hepsini yan yana getireceksin, ona göre söz söyleyeceksin. Maalesef böyle lâf ebeliği yapıyorlar, halkın kafasını karıştırıyorlar.

Neymiş efendim, onlarla diyalog kurulacaklarmış da, işte tebliğ yapılıyormuş da, bizim insanımız kafir olmazmış; ama onların belki gözü açılırmış, falan olurmuş… Hidayet Allah’tandır. Yanlış metodla doğruya gidilmez. Bâtıldan Hakk’a varılmaz. Biz Kur’an’ı olduğu gibi aktarmak mecburiyetindeyiz. Hidayet ise Allah’tan. Biz tebliğ ediciyiz. Yani olduğu gibi göstermek zorundayız. Kabul eder, etmez bize ne. Kendine göre saklıyor, güya şöyle yapacak. Maalesef böyle fikirler var, bunlar da zaten yeni değil; ama şimdi bunlar da yeniden pişirilip, işte bu Avrupa Birliğinin bize bastırması ile tekrardan gündeme getiriliyor. Milletin itikadıyla oynanıyor. Hatta şimdi her şeyi söylüyorlar. Halbuki böyle sağlam ve köklü bir düzen varken halkımız arasında, böyle kafaları karıştırmanın ne anlamı var ki. Tamam, beraber konuşalım, tartışalım ve hakikati görüp tabi olalım.

Mesela bugün Amerika’da akılcılık ve pragmatizm yani çıkarcılık ön plandadır.  Amerika’nın temeli budur. Akıl her şeyi çözemez ki. Her şey çıkarcılıkla hallolmaz ki. Bu, güçlünün dediğinin olması noktasına götürür. Zaten Amerika da bugün gücü sayesinde bütün dünyayı sömürüyor. Fakir milletleri sömürülüyor. Çıkarcılık oraya götürüyor. Hiç söz hakkı tanınmıyor. Bizde ise böyle değil, bu onların fikirleri. “Akılcılık”, bu nedir? Bu, Mutezile mezhebinin görüşü. Şimdilerde hep “akıl, akıl, akıl”. Yahu akıl her şeyi çözmez. Bunlar tartışılmış, tartışılmış ve hepsine cevapları verilmiş. Bunları durup durup ortaya koyuyorlar. Maalesef bunları yapıyorlar. Ne pahasına yapıyorlar, ne maksatla yapıyorlar bilemiyorum. Biz, asîl milletimizin tarihten gelen, sahip olduğu inanca bağlıyız, aynı şeyin en sâlim yol olduğuna inanıyoruz. Ehl-i sünnet inancının öğretilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ve bunun için çalışıyoruz. Ehl-i sünnet inancında âlimler yetiştirmek için gayret ediyoruz, derdimiz odur. Yapabildiğimiz kadar tabi, gerisi Allah’a kalmış bir şeydir. Biz, halkımıza ehl-i sünnet inancını öğretmeliyiz.

Ne oluyorsa aslında bilmemekten oluyor. Bilmeden bir Müslüman kız, gavurla evleniyor. Bunun da nikâhını ilahiyat hocası kıyıyor ve “Olabilir.” diyor mesela. Olabilir mi, olamaz mı bilgi karışıklığı var. Vatandaşımızı şaşırtma var. Bunları bizim bilgilendirmemiz lazım, öğretmemiz lazım. Daha bilinçli hale gelmeliyiz. Biz hocalara bu konuda çok önemli vazife düşüyor. Her Müslüman’ın gelecek nesillere tarihten gelen bu ehl-i sünnet inancını anlatması lazım, öğretmesi lazım. Bunu en başta gelen bir görev bilmesi lazım.

 

Hocam bu bahsettiğiniz hususlarda televizyonlarda olsun, İlahiyat Fakültelerinde olsun, ilmî çevrelerde olsun konuşulan bazı meseleler var. Mesela Peygamber Efendimiz için “O da bir peygamberdir.” söyledikten sonra İslam’a girmeyen birinin cennete girmesi mümkün müdür?

İşte maalesef bunu, Hıristiyanları cennete sokan adamlar söylüyor. Peygamberimiz güya onları davet etmemiş kendisine inanmaya. Etme hoca yahu! “(Habibim, söyle!) Ben hepinize gönderilmiş Allah’ın peygamberiyim.”[5] Bu ayet ne demek? Onları davet değil mi bu? “Biz seni (Habibim!) bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azâbımızın habercisi gönderdik olarak gönderdik.”[6] Bu ne demek, bütün insanlara gönderdik? “Muhammed Rasulullah ve son peygamberdir.”[7] Bütün peygamberlerin sonuncusudur. Şimdi ehl-i sünnet inancını yaşatanlara göre Kur’an’dan bir ayeti inkâr eden kâfir olur. İman parçalara bölünmez, bir bütündür, tecezzî kabul etmez. İman esasları böyledir. Bu ayetlerden hadislerden çıkıyor: “Muhakkak o kimseler ki, Allah Teâlâ’yı ve O’nun peygamberlerini inkar ederler ve Allah Teâlâ ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler ve ‘Bazısına imân eder ve bazısını inkâr eyleriz.’ derler.”[8] Ayet söylüyor bunu. Yani bu İmam-ı Azam’ın veya İmam Maturîdî’nin veya bir başka hocanın kanaati değil, ayet-i kerime böyle. İman bölünme kabul etmez buradan çıkıyor. Bin tane inanılacak madde olsa, inanılması gereken bin maddenin farz-ı ma hal 999’unu kabul etse adam ve birisine, aklım ermiyor, dese hepsini reddetmiş olur, kâfir olur. Ve bunu maalesef bir zaman, devletin başındaki adam söyledi. Ahkâm ayetlerini atarız dedi, şunları alırız. Yahu sen bir kere devlet adamısın din adamı değilsin ne halt ediyorsun. Niye konuşuyorsun böyle. Sen kimsin ki ahkâm ayetlerini atacaksın! Dinin sahibi sen misin! Dinin sahibi Allah Teâlâ’dır. İnanırsın inanmazsın o sana kalmış bir iş. Allah’ın dininden bir şeyleri atmaya senin yetkin yok ki. Böyle saçma şey söylenir mi yani. Devletin başındaki adam böyle laf etti resmen, böyle söyledi. Bu tamamen onlara yaranmak için, Siyonizme yaranmak için, Avrupalılara yaranmak için söylenmiş bir söz. Akıllı adam bunu söyler mi kardeşim! İnanmayacaksan inanma; ama Allah’ın koyduğu dini sen değiştiremezsin. Kendine göre yorum yapamazsın ki. Sen devlet adamısın, bir müctehid değilsin ki, bir din âlimi değilsin ki, böyle halt ediyorsun, konuşuyorsun. Yani bizde bu, yetki karmaşası var. Şimdi bir ayakkabıcı kalkıyor: “Kanaatime göre…” veya bir doktor: “Kanaatime göre…” olmaz ki arkadaş. Ben şimdi hocalık mesleğindeyim. Kanserin ilacını buldum diye reçete yazsam, inanır mısın? Benim saham değil ki bu, ben kanserle ilgili çalışmıyorum ki; bu konuda ahkâm kessem, hakikaten beni dinlemez, kâle almazsınız, gayet normaldir. Sen de niye karıştırıyorsun o zaman? Sen devlet adamısın, dinî tahsilin yoksa ne işin var anlamadığın din sahasında. İnanamayacaksan inanma… Böyle şey olur mu? Fakat bunu birçokları yapıyor: “Kanaatime göre falan…”, maalesef bizi bu şekilde bozmaya yıpratmaya çalışıyorlar. Tanzimat’tan beri gelen bir şeydir bu.

Halkımız çok temiz, çok samimi. Pratiği yok, namaz yok, beynamaz; ama gelenek olarak inancında ve saygılı. Maalesef ki; şimdilerde hocalarımız çok tehlikeli. Dine şuradan asılıyorlar, buradan asılıyorlar; işte efendim, “Peygamber, herkesin Peygamber’i değilmiş; onlar da müslümanmış, mü’minmiş…” Yapma hoca yahu! Bin senedir, hiç senin gibi âlim, akıllı adam çıkmamış mı? “Sünnetler şüpheliymiş, onun için Kur’an bize yeter…” Kur’an bir anayasadır (lâ teşbîh ve lâ temsîl). Anayasa da hükümler detaylı anlaşılmaz ki, bu hukuk tekniği böyle. Türkiye Cumhuriyeti anayasası bir formadan ibaret, küçük bir kitap. Kaç tane kanun var, genel prensipleri açıklama sadedinde. Kanunlar yetmiyor, tüzükler var, yönetmelikler var. Yönetmelikler de yetmiyor, genelgeler var. Aynı sistem işliyor, aklın yolu birdir. İslâm’da da var. Kur’an genel prensipleri açıklıyor. Bu genel prensipleri çözmek için, açıklamak için Peygamber’in sünneti var.  O kanun, onda da her şeyi bulamayabilirsin. İcma var. Sahabenin icması, müctehiderin icması  var. Onda da bulamayabilirisin. Müctehid dediğimiz, bu konuda yetkili kişilerin kanaati, bunlar var. İşte olay böyle. Mahkemelerde verilen kararlar nereye gidiyor? Yargıtay’a gidiyor. Yargıtay daireleri var, onayladı mı, kesinleşiyor. Bazen iki daire zıtlaşıyor, bütün genel kurul toplanıyor. İçtihadı birleştirme gibi. İslâm’da da var bu. Maalesef bizim hocalarımız milletimizin kafasını karıştırıyorlar.

Sünneti kaldırırsanız Kur’an’ı anlayamazsınız. Kur’an’ı kendi keyfinize göre yorumlamaya kalkarsanız, namaz kalmaz. Onların derdi zaten o ya, “Namaz duadır.” diyorlar. Böyle, bizim rükulu, secdeli namazı pratik olarak tarif eden hadis-i şeriftir. Hadisi reddettiniz mi din kalmaz. Peygamber (s.a.v) “namazı kıl(ın).” denilince, sabah namazını kılmış; ‘Allahuekber’ demiş ayakta durmuş, Fatiha okumuş, kıraat yapmış, arkasına ruküya gitmiş, ‘semiallahu limen hamideh’ demiş, secdeye gitmiş… pratik olarak bunu açıklamış. Allah Teâlâ da böyle buyuruyor peygamberine, bakın bu da Allah’ın emri. Evet, bu da fiilen bütün dünyada aynı, mezhepler farklı olsa bile, herkes beş vakit namaz kılıyor. Sabah namazı, öğle namazı, ikindi namazı, akşam namazı, yatsı namazı. Fiilen her yerde aynı olunca, buna “tevatür” derler. Tevatüren sabit olan kesin olmuştur. İnkâr eden dinden çıkar. Şimdi adam diyor ki: “Hadisler şüpheli, daha sonradan yazılmış.” Gâvurlar söylemiyor bunu ha! Maalesef ki bizimkiler. Peygamberimizin hadislerine dair tomarlar bulundu, oryantalistler buldular. Mesela Abdullah ibn-i Amr bin el-Âs (r.a) hadisler yazmış, Efendimizden bizzat. Evet, Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir ara yasaklamış, Kur’an’la karışır diye; o zaman o da: “Müsaade buyur ya Rasûlallah!” demiş. Efendimiz de “Yaz!” deyince, o da: “Ya Rasûlallah, bazen neşeli oluyorsunuz, inciler saçıyorsunuz, yazıyorum; bazen de üzülüyorsunuz, yine yazıyorum; bazen de öfkeleniyorsunuz, hangisini yazayım?” Rasûlullah (s.a.v): “Yaz, vallahi, bu iki dudak arasından haktan başkası çıkmaz. Üzülsem de, sevinsem de, öfkelensem de neşeliyken de olsa haktan başkası çıkmaz.” Kendisi bin hadis-i şerif yazmış bizzat peygamberin huzurun da. Sonra ölüm döşeğinde yastığının altında imiş bu tomarlar. “Bize ver.” demişler. “Yok, vermem, onlardan ayrılmam.” demiş. O kadar kıymetli, sonra buldular bu hadis tomarını, bakıyorlar ki İmam Buhârî’nin iki yüz sene sonra topladığı hadislerle hiç bir farkı yok. Son derece sağlam toplamış Buharî. Bu demektir bu. İşte onun için artık batılılar bir şey demiyorlar. “Çürük yok, bir şey bulamadık.” diyorlar; ama bizim adamlarımız: “Hadisler şüphelidir, sonradan yazılmıştır, işte Kur’an var, ona bakalım.” diyorlar. Kur’an’ı hemen anlayamıyorsun ki, Kuran’ın bazı yerlerini anlamak için hadise bakmak zorundasın. Namaz işte, hadislerde sabit, yapılış şekli sabit. Sünneti inkâr ettin mi, namaz kalmaz. Hıristiyanların böyle yaptığı gibi iş bitecek. Dini bölmeye çalışıyor şimdi.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “el-Haccü arafe (Hac, Arafat’tan ibrettir).” Arafat’ta durmayan, vakfe yapmayan hacı olamaz. Bu hadisi dinden at, bunu attın mı sonra, üç aya yayacaklar, sonra on iki aya yayacaklar din kuşa dönecek… Maalesef bunlarla uğraşıyor arkadaşlarımız. Bir ilahiyat profesörü hanım, bir kaç kez telefon açtılar bana, “ Sizi uyutmuşlar, bin senedir uyutmuşlar.” diyormuş. Böyle beyanat vermiş. Diyanete demişler ki: Bu profesöre ne diyorsunuz?” “Aman, onla biz uğraşamayız…” böyle çirkef bir kadın, ötekine soruyorlar: “Yok, onla ben dalaşmam…” İşte bana söylediler. “Açın telefon.” dedim. Şimdi, bu kadın ilmî konuşsa, böyle saçmalamaz. Bunla nasıl mücadele etmek lazım? Anlayacağı dille. Ben de avukatlık yapmışım zaten bir müddet. Neyse “Bağlayın.” dedim, sonra: “Hanımefendi, bin senedir bu aziz millet ayakta uyuyacak kadar aptal mıdır?” dedim. Şimdi “Evet.” dese herkes duyuyor, millete “aptal” demiş olacak, sokağa çıkamaz daha. Sustu tabi. O yolla onu yendim, çünkü ilmî yolda kimse bu lafları etmez. Kesinlikle buna inanmıyorum, bizim aziz milletimiz ayakta uyuyacak kadar aptal değildir. Demek ki, bu sünnet yolunu öğreten âlimler gerçekleri anlatıyorlar ki, bu aziz millet bunlara inanmış, kabul etmiş, hiçbir şey diyememiş. Maalesef böyle çok şeyler var ilmîlikten çok öte…

Dedim ya, bir hâkim karar verirken, kanunun tamamını, ilgili maddelerini gözden geçirir öyle karar verir. Fakat bunlar alıyorlar bir ayeti, aynı mevzudaki diğer ayetleri göz ardı ederek Yahudi ve Hıristiyanlar da cennetliktir, diyorlar. Fakat burada bahsolunan onların anladıkları değil ‘Peygamberimizin peygamberlik haberi ulaşmayan kimselerdir’. Efendimizin peygamber olduğuna dair, Kur’an geldiğine dair haber ulaşmayan dağ başındaki muvahhid kimselerle alakalı ayet-i celile. Hiç haberi yok, gerçek mü’mindir cennetliktir. Musa (a.s)’a inanan, İsâ (a.s)’a inanan o mü’minler, gerçek mü’mindir. Biz onlara da dua ediyoruz, Allah (c.c) öyle öğretiyor. ‘Bizden evvel mü’min olanların hepsini affet Ya Rabbi, kalbimizde şu anda yaşayan mü’minlere karşı kin, nefret, haset, fesat bırakma ya Rabbi’ diye. Allah Teâlâ bize böyle öğretiyor. ‘Geçmiş müminleri de halen yaşayanları da affet ya Rabbi’. Böyle demezsek biz, doğru dürüst mümin bile olamayız. Hz. Hüseyin’e gelmişler Kerbelâ’da, Iraklılar kalleşlik ettiler, çağırdılar, çağırdılar; sonra da yalnız bıraktılar. Şimdi de zincirlerle dövünüyorlar. Sahtekâr hepsi. Adamı yalnız bırakacaktınız niye çağırdınız! Gelmek istemedi, Kâbe’ye kaçtı, oraya da gittiler, “Canımız sana feda, ya Hüseyin gel!” Gitti ama biliyor, bilmez olur mu evliya insan. Çoluk çocuğunu almış, harbe giden adam bebesini alır mı? Öleceğini biliyor yani, bu o demek. Çocuklarını almış taze bebelerini almış kızını almış, karısını almış, hepsini götürmüş. Biliyor yani başına geleceği kaderden kaçılamaz, o kadar ısrar edip sonra yalnız bırakmışlar. Gelmişler işte: Ebubekir öyle şöyle zalim, Ömer şöyle müfteri…” diyorlar. Hz Ömer’e müfteri diyorlar. İşte “Osman şöyle idi, zalim falan…” Hz. Hüseyin’e canımız feda olsun, diye halife yapmaya gelenler bunlar. O da demiş ki: “Siz sahabe misiniz?” “Yok.” demişler. “Peki, siz tabiînden misiniz, sahabeyi görenlerden misiniz?” “Yok.” demişler. Bunun üzerine “Vallahi üçüncü gruptan olmadığınıza da ben şahitlik ederim.” diyerek bu ayeti okumuş: “Onlar, bizden evvel ki müminleri affet Allah’ım, derler; halen sağ olanlara da kin beslemezler, onları da affet, derler.”[9] “Sizler böyle dediğinize göre, siz üçüncüler de değilsiniz, defolun şuradan.” deyip kovmuş onları. Ama şimdi hala küfrediyorlar. Ben o mahallede Necef’te bulundum. O kadar küfrediyorlar, lanet ediyorlar Ebubekir, Osman ve Muaviye hazretlerine -Allah onlardan razı olsun- onlara küfrediyorlar utanmadan. Rasûlullah (s.a.v) da buyuruyor ki: “Dünya bir tarafa, Ebubekir bir tarafa.” “Benden sonra peygamberlik olsaydı, Ömer peygamber olurdu.” “Bir kızım değil, bin kızım olsa yine veririm Osman’a.” Peygamber Efendimiz böyle söylerken, onlar arsızca küfür ediyorlar lanet ediyorlar. Muaviye Hazretlerine sövüyorlar yine. İnsan hatasız olmaz, biz oraya karışmıyoruz. Hâkim ben değilim ki hâkim Allah’tır. Zaten Rasûlullah (s.a.v) buyuruyor: “İlk hesap, Ali ile Muaviye’ye arasında olacak.” diye. Muaviye (r.a) vahiy kâtibidir, âlim bir kişidir, deha sahibi bir kişidir. Peygamberimiz onu vahiy kâtibi yapmış, Kur’an’ı yazdırmış, ayrıca Efendimizin kayınbiraderidir. Şimdi bu adama nasıl sebbedilir!? Hata etti ise -ki ben hata etti demiyorum- orda susarım. Hz. Ali (r.a)’ye karşı çıktı diye ben ona kızamam. Tabi ki ben Hz. Ali (r.a) taraftarıyım; severim de ama bu, onu sevmek, diğerine kötü söz söylemek anlamına gelmez ki.

Zaten bu sünnî-şiî çatışmasını çıkaran da Abdullah ibn-i Sebe adında bir Yahudi dönmesidir. Müslümanların zayıf noktasından girdi, Mısır’ı ayaklandırdı, oradan ordular geldi. Sonra bunu felsefik kılıflara soktular, böyle basit şeyleri. Hâlâ kanayan bir yara. İşte biz, millet olarak her zaman sünnet demişiz. Falancaya küfretmeyiz, falancayı putlaştırmayız. Kur’an’da ne varsa, Rasûlullah (s.a.v) ne demişse, sahabeler ne demişse biz onun yolunda gideriz. Ne yaptı İmam-ı Azam; Ali, Osman (r.anhümâ) işini Allah’a bıraktı, sen orada mıydın, ya, değildin. Şuraya bakıyorsun Ali (r.a), karşı tarafta kim var, Muaviye (r.a). Nasıl bir şey diyeceksin?! “Sahabem hakkında ileri-geri bir şey konuşmayın.” buyuruyor Peygamberimiz. Bunları bahane ederek onlara küfretmenin, bunlara lanet etmenin ne anlamı var! Müslümanları bölmenin, tabii o Yahudi yapıyor, her türlü kılıfa sokuyor.

İşte diğer konularda aynen böyle. Şimdiki batılıların da yaptığı böyle: “Siz fundamantelist Müslümansınız bırakın bunu.” diyorlar. Yani “Müslümanım de; ama haram yok, helal yok, Allah’ın emirlerini bilme yok, inanç konusunda hiç bir şey yok. Sadece laftan ibaret Müslümanlık” olsun. Onu istiyorlar, bizi yıkmak istiyorlar tabi. Amerikalı da böyle. Yoksa bizim kürt meselesi, alevi meselesi diye bir meselemiz yok. Bizim kürt vatandaşlarımız Çanakkale’de omuz omuza çarpıştılar, şehit oldular. İstiklal Harbini beraber yaptık. Ne oldu ya şimdi? Adam ille de “Devlet kuracak.” diyor. Sen onun piyonusun diyor. Avrupa’nın, Amerika’nın maşasısın. Bizim vatandaşımızın bizimle bir derdi yoktur. Onlar yaptılar bunu. İtikâden bozuyorlar, fiilen bozuyorlar. Bizden korktukları için tabi. Aman bunlar eski hüviyetlerine sahip olurlarsa, bunlar bizi yutar diye. Ben siyasetçi değilim, bütün İslam âlemini kurcaladılar her taraf alev alev yanıyor şimdi. Amerika’nın, batının oyunu bu yine. Tarihteki şeyler hiç değişmiyor yani bizim arkadaşlarımız da bunların oyunlarına geliyorlar. Allah Teâlâ ıslah eylesin.

Muhterem Hocam, vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

[1]  Bkz. Enâm, 6/108.

[2]  Bkz. Mülk, 67/2.

[3]  Mâide, 5/73.

[4]  Mâide, 5/73.

[5]  Arâf, 7/158.

[6]  Sebe, 34/28.

[7]  Bkz. Ahzâb, 33/40.

[8]  Nisâ, 4/150.

[9]  Bkz. Haşr, 59/10.

Mülâkat: Ahmet SERDAROĞLU