İçeriğe geç
Anasayfa » SÛRET-İ HAK’TAN GÖRÜNMEYE ÇALIŞAN DİN TAHRİPÇİLERİ

SÛRET-İ HAK’TAN GÖRÜNMEYE ÇALIŞAN DİN TAHRİPÇİLERİ

Şefaat, kabir azabı, mezhep ve önemi hâiz daha nice birçok hak ve hakikati görmezden gelip örtbas etmeye çalışanların asıl hedef ve gayeleri; suya sabuna dokunmayan, cihat şuurundan yoksun, İslam şeriatinin birçok hükmünün devre dışı bırakıldığı, sulandırılmış, yumuşatılmış, ehilleştirilmiş, ılımlı, şeriatsiz, fıkıhsız, sünnetsiz, cihatsız ve nihayet peygambersiz bir İslam modelini ihdas ederek batının ve ehl-i sâlibin övgüsünü ve beğenisini kazanmaktır. Gaye ve maksatları işte budur. Bütün bu gayretleri, Kur’ân Müslümanlığına bürünerek aheste aheste ve sinsice bu ümmeti ehl-i sünnet prensiplerinden uzaklaştırmak, peygamberî bir hayattan mahrum bırakmaktır.

Ehl-i Sünnet:

İslam şeriatinin kâmil manada hayata hâkim kılınmasının ve yaşanmasının adıdır. O, bir hilâfet-i kübrâ Müslümanlığıdır. O, bir fırka-i nâciyedir. Sevâd-i zemdir (büyük bir İslam topluluğudur). Cennete ve ebedî saadete götüren en emin ve en doğru bir yoldur. O, bir cadde-i kübradır.O, Devlet-i Âliyye-i Osmâniyye’nin kabul ettiği ve bütün yönleri ile hayatta hâkim kılınan bir İslam nizamı, bir İslam medeniyetidir. Din ve dünya ayrımını kabul etmeyen İslâmî bir anlayıştır. Efendimiz’in (s.a.v) sahâbe-i kirâmın, tâbiînin, etbâuttâbiînin yâni selef-i sâlihînin mutlu yoludur. Hulefâ-i râşidînin, aşere-i mübeşşerenin, beyatu er-Rizvân’ın, Bedir ashâbının, ehl-i beytin ve bilcümle sahâbe-i kirâmın, aleyhimü’r-Rizvân hazerâtının, izlediği bir cadde-i kübrâ’dır. Ve nihayet evliyâullahın, cumhur ulemânın ve bilumum müctehid imamların titizlikle izlediği ve hayata tavizsiz hâkim kıldıkları kutlu ve mutlu bir yoldur. İşte bu yol ehl-i sünnet yoludur. Ya Rabbi! Bizleri bu mutlu yoldan şaşırtmaya, kaydırmaya, yanıltmaya ve soğutmaya çalışanlara bir an bile fırsat verme ve bizleri bu yolda dâim ve kâim eyle.

Ne yazık ki bugün İslam âlemi ve özellikle ülkemiz hadîs-i şerîflerin dışlandığı, sünnet-i seniyyenin (Efendimiz’in (s.a.v) hayatının) dikkate alınmadığı, içi boşaltılmış bir İslam modeli, “Light İslam” ile çalkalanıyor. Birileri, kimilerinin adına bu modeli sürekli gündemde tutmaya çalışıyor. Tarihte hadis inkârcılığı (hadis düşmanlığı) fitnesi hicrî ikinci asrın sonlarına doğru yâni etbâuttâbiîn döneminde ortaya çıktı. Bu fitneyi körükleyenlerin başında Hâricîler ve Mûtezîle (ehl-i sünnet dışı) fırkaları var idi. Böylesi tehlikeli yolu neden seçtiler? Çünkü o dönemde asr-ı saadetten itibaren İslam toplumunda devam edegelen bir İslam ahlâkı, peygamberî bir ahlak nizamı hâkim idi. Bu ahlak nizamı terörü, anarşiyi her türlü fitne ve fesadı körüklemek isteyenlere karşı bir kalkandı, en büyük engeldi.

Menfur emellerine kavuşabilmeleri için toplumda hâkim olan bu peygamberî nizamın ortadan kalkması gerekirdi. Bunun için de tek seçenek hadis ve sünnet düşmanlığını yaymaktı. Onların yegâne amaç ve hedefleri; Kur’ân-ı Kerîm’i onun tebliğcisi olan Efendimiz’in (s.a.v) sözlü ve pratik açıklamalarından soyutlayarak mücerret bir kitap haline getirmek ve bu sayede de Kur’ân âyetlerini, “keyfe mâ yeşâ”, yani kendi hevâ ve heveslerine göre, gelişigüzel te’vil etmek ve yorumlamaktı. Bunu yaparken de şu iki hususu gerçekleştirmeye çalışıyorlardı:

Birincisi, bilumum hadîs-i şerîflerin Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e ait olup olmadığı hususunda şüphe uyandırmak; ikincisi de Ona ait olsa bile hadislere uyma (onlarla amel etme) mecbûriyetinin olmadığı inancını yaymak ve benimsetmekti. Bunların halefi olan ve aynı zihniyeti paylaşan asrımızın hadis ve sünnet muârızları da selefleri gibi İmam-ı Buhârî’nin hadislerini bile kabul etmiyorlar. Üçüncü asrın başlarında ortaya çıkan bu hadis inkârcılığı fitnesi yayılma istidâdını bulamayınca kısa bir süre sonra sönmeye yüz tuttu ve gündemden düştü. Ancak Mısır ve Hindistan’ın işgallerinden sonra bu fitne tekrar hortlatıldı. Bu defa bu fitneyi uyandıranların başında Mısır’da mason Muhammet Abduh ve sonrasında Ebû Rey’dir. Hindistan’da ise Mirzâ Ğulam Ahmed ve aveneleridir. İslâmiyet’in güçlü ve egemen olduğu bu dönemlerde bu gibi bozuk, zararlı düşünce ve akımlara yer yoktu. Ancak daha sonraki dönemlerde Müslümanlar iktidarı kaybedip zayıflamaya başlayınca İslam düşmanları bu menfur düşünce ve emellerini yeniden yaymaya başladılar. Bu defa da bu fitnenin bayraktarlığını batılı müsteşrikler üstlendi. Ülkemizde İlahiyat fakülteleri açılıp da Avrupa’ya, İslam düşmanı müsteşriklerin yanında ihtisas (doktora) yapmak üzere giden İlahiyat fakültesi öğrencileri vâsıtası ile bu sünnet ve hadis düşmanlığı maalesef ülkemizde ve İslam ülkelerinde yayılmış oldu. Ehl-i sünnet akidesi mensubu, ilim erbâbı muhterem hocalarımıza bu konuda çok büyük görevler düşmektedir.

Tirmizî şârihi el-Mübarekfurî, “Hadîs-i şerîfleri reddedip yalnız Kur’ânla amel gerekir diyenler, Allah’a (karşı) iftirada bulunan ehl-i ilhaddandır.” diyor.[1]

İmam Suyûtî de şu hususu kaydediyor: “Şunu biliniz ki, aslı bilinmek şartıyla (yâni sahih olması şartıyla) ister kavlî olsun ister fiilî olsun Efendimiz’in (s.a.v) hadisinin hüccet olduğunu inkâr eden küfre girer, İslam dairesinden çıkar. Yahudi, Hristiyan ve kâfir fırkalarından biri ile haşrolunur.”[2]

İmam eş-Şâtibî, “Sünnet, Kur’ân’ı tefsir (ve tebyin) eder. Kim sünneti bilmeden Kur’ân’a sarılırsa sünnetten uzaklaştığı gibi Kur’ân’dan da uzaklaşır.” der.

Hadis-i şeriflerin etrafında şüphe bulutlarını oluşturarak Rasûlullah’ın (s.a.v) Kur’ân âyetlerini tefsir ve tebyin etmesini bir türlü hazmedemeyenler, hatta daha da ileri gidip Allah’ın, Rasûlü’ne verdiği bu yetki ve görevi Efendimiz’e (s.a.v) revâ görmeyenler sanki Kur’ân-ı Kerîm kendilerine inmiş gibi bu alanı kendileri için alabildiğine genişletmekte ve “keyfe mâ yeşâ”,  diledikleri ve arzu ettikleri şekilde yorum ve açıklama yapmaktadırlar. Yani bunlar murad-ı İlâhî’yi anlama noktasında (hâşâ) kendilerini zımnen Allah Rasûlü’nün önüne geçirme gibi büyük bir gaflet ve cesareti göstermek suretiyle, kendilerini büyük bir felâketin eşiğine sürüklemişlerdir, mâzallah! Ve böylece Allah’ın koymuş olduğu bu nizam ve intizama alenen başkaldırmış oluyorlar. Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i nebeviyye tıpkı et ile kemik gibidir. Eğer sünnet-i nebeviyyenin Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması noktasında rehberliği ve kılavuz oluşu reddedilir, kabul edilmezse geriye hevâ ve hevese göre yorum yapmaktan başka bir şey kalır mı? Sünneti devre dışı bırakmak isteyenlerin asıl hedef ve maksatları Hristiyanlıktaki bir ibadet modelini İslam toplumuna kabul ettirmektir.

Yaklaşık on beş asır önce bu tip kimselerin ortaya çıkacağını nübüvvet nuru ile, nûr-ı Muhammedî ile gören ve bu tehlikeli çıkışları haber veren Allah Rasûlü (s.a.v) şöyle buyuruyordu:

(Öyle bir) gün gelip içinizden çıkacak şöyle birisiyle karşılaşmayın. Rahat koltuğuna yan gelip oturmuş duruyor. Yapılması gereken bir iş için verdiğim bir emir veya yapılmaması gereken bir konudaki nehyim (yasağım) kendisine ulaşınca o kişi, “Ben öyle bir şey bilmiyorum, tanımıyorum ve kabul etmiyorum. Biz (sadece) Allah’ın Kitabı’nda ne buluyorsak onu yapar, yalnız onu takip ederiz. Ondan başkasını kabul etmeyiz.” der.

Bu hadîs-i şerîfin sahih olduğunu hemen ifade edelim. Hadisin râvîsi olan Ebû İsmâil et-Tirmîzî hadîs-i şerîfin sıhhati ile ilgili kanaatini şöyle açıklıyor: “Bu hadis hasendir ve sahihtir.”[3]

Mikdam bin Ma‘dikerib (r.a) rivâyet ettiği bir başka hadîs-i şerîfte Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:

Bana Kur’ân-ı Kerîm vahyedildi. Onunla birlikte bir o kadar da ek bilgi verildi. Çok zaman kalmadı.(Çok yakında) koltuğuna kurulmuş, karnı tok adamlar türeyecek. “Bütün dikkatinizi (sadece) bu Kur’ân’a verin. Biz onda bulduğumuz helali helal; haramı da haram kabul ederiz (ondan başka bir şey kabul etmeyiz, tanımayız).” diyeceklerdir.

Allah (c.c), Rasûlüne iki türlü vahiy indirmiş ve kullarına da her iki vahye inanmasını ve bunlarla amel etmesini emretmiştir. Bu iki vahiyden biri Kur’ân-ı Kerîm’dir, diğeri ise hikmettir: “Allah Sana Kitabı ve hikmeti indirmiştir…”[4]

Selef-i Sâlihîn uleması; Kitaptan maksadın Kur’ân-ı Kerîm, hikmetten maksadın da sünnet olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

Burada selef derken, mezhepler ortaya çıkmadan önceki dönemi, “selefiye”  ismi ile maruf olan (bilinen) sahâbî ve tâbiîni, bu güzide zevât-ı kirâmı kastediyorum. Son 200 yıldır ortaya çıkan ve kendilerini “Selefîler” diye adlandıran, ne oldukları belirli olmayan ve ahkâm kesen uyduruk grupları kastetmiyorum.

“Ümmîlere (okuma-yazma bilmeyenlere) içlerinden kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları (hata ve kusurlarından) arındıran (tertemiz hâle getiren), onlara Kitabı ve hikmeti (sünneti) öğreten bir peygamber gönderen Allah’tır.”[5]

“Ey peygamber hanımları! Evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti (sünneti) hatırlayın…”[6]

“Andolsun ki Allah, mü’minlere kendilerinden (içlerinden) Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran (hata ve kusurlardan temizleyen) ve onlara Kitabı ve hikmeti (sünneti) öğreten enfes bir Rasûl göndermekle büyük bir lütûfta bulunmuştur…”[7]

Allah (c.c) her ne haber verdi ise hepsine, Allah kelâmı olması hasebiyle, inanmak, tasdik etmek nasıl farz ise, ne kadar gerekli ve lüzumlu ise, Efendimiz’in (s.a.v) bizzat fem-i saadetlerinden dökülen o inci tanelerine ve sair ef‘âl u hareketlerine ki bunlara Kur’an’ın ifadesi ile “hikmet” yâni sünnet-i Rasûlillah denir, bunlara tümüyle inanmak ve tasdik etmek gerekli ve elzemdir. Bu husus gayr-i Müslimler hariç bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bir hakikattir.[8]

Meallerini sunduğum âyet-i celîlelerde geçen “hikmet” kelimesinden maksadın sünnet olduğunu daha evvel ifade etmiştik. Sünnet ise Efendimiz’in (s.a.v) fem-i saadetlerinden dökülen inci taneleri ve sair ef‘âl u hareket ve ahvalleridir. Bu durumda sünneti Kur’ân’dan ayrı mütalaa edemezsiniz. Çünkü sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in “mücmel” olan yönlerini îzah eden, açıklayan, mufassal hâle getiren ilâhî bir vahiydir. Yani Kur’ân ve sünnet birbirinden ayrı iki kaynak değildir. Bunları birbirinden ayrı kabul edemezsiniz, et ile kemik gibidir. Çünkü hem vahy-i metlûv olan Kur’ân-ı Kerîm’in hem de vahy-i gayr-i metlûv olan sünnet-i mutahharanın kaynağı tektir; her ikisinin de kaynağı Allah zü’l-Celâl ve’l-Kemâl Hazretleridir.

Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biri de “Zikir”dir. “Zikr’i (Kur’ân’ı) biz sana indirdik. Muhakkak onun muhafızı, koruyucusu biziz.”[9]

Bu âyette Kur’ân ifadesi yerine “Zikir” ifadesi geçiyor. Zikir nedir; Kur’ân-ı Kerim’dir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesi ile sünnetin de aynı şekilde bir zikir olduğunu görüyoruz.

“Biz sana Zikr’i indirdik. İnsanlara kendilerine indirileni beyan edesin (açıklayasın) diye.”[10]

Yâni sünneti indirdik ki insanlara indirilen Kur’ân’ı, sünnet ile beyan edesin diye. Dolayısıyla kaynak tektir. Netice olarak tezâhür eden vahy-i İlâhî iki ana unsurdan ibarettir. Birisi Kur’ân-ı Kerîm diğeri ise sünnettir. Ama her ikisi de Allah’ın indirmesidir. Dolayısıyla sünnet ile Kur’ân arasında asla bir çelişki bulamazsınız. Aksine tam bir uyum ve ahenk görürsünüz. Kur’ân-ı Kerîm’i sünnetsiz koruyamazsınız. Çünkü sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in korunmasında bir zırhtır. Sünnet, Kur’ân-ı Kerîm’in olmazsa olmazıdır.[11]

Said bin Mansur, Mekhul eş-Şâmî’nin şöyle dediğini rivâyet eder: “Sünnetin, Kur’ân’ı Kerîm’in mücmel olan yönlerini beyan ve izah etmesi, (ve bu şekliyle) Kur’ân-ı Kerîm’in bütün yönleriyle hayatta uygulanması noktasında Kur’ân’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’ân’a olan ihtiyacından daha fazladır.”[12]

Hadis ilmi dalında çok önemli bir yeri olan Dârimî’nin es-Sünen isimli eserinde Yahya bin Kesir şöyle der: “Sünnet, Kur’ân’a hükmedicidir. Kur’an ise sünnete hükmedici değildir. Sünnet, Kur’ân âyetlerini bir hükme bağlar.”

Ahmet ibn Hanbel bu sözü duyduğunda, “Ben bunu söylemeye cesaret edemem. Ancak sünnetin, Kur’ân’ı açıklaması (ve Kur’ân âyetlerini bir hükme bağlaması hususu) bir gerçektir. Bunun aksi iddia edilemez.” der.[13]

Ya Rabbi, bütün dünya Müslümanlarını ehl-i sünnet akidesinin dışındaki her türlü mezmûm ve menfûr akımlara karşı hıfz u emîn eyle…


[1] Tuhfetu’l-Ahvazi.

[2] Miftâhu’l-Cenne.

[3] Ebû Dâvud, 5/12; Hâkim 1/108-İlim; İbn Mâce 1/7-Mukaddime; Tirmizî 4/144-İlim.

[4] Nisâ, 4/113.

[5] Cumâ, 62/2.

[6] Ahzâb, 33/34.

[7] Âl-i İmrân, 3/164.

[8] İbn Kayyum el-Cevzi, er-Ruh, 8. bölüm, s. 102.

[9] Hicr, 15/ 9.

[10] Nahl, 16/44.

[11] Süleyman Ramazanoğlu, “Hüküm Verme Merci‘ Olarak Sünnet”, Reyhan Dergisi, sayı:45 (2017/1), s. 54-55.

[12] Ebû Abdillah el-Kurtûbî, el-Câmi li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 1/170.

[13] Dârimî, es-Sünen,  2/44.