İçeriğe geç
Anasayfa » TANIMADIĞINIZ BİR KİMSEYE NE KADAR GÜVENEBİLİRSİNİZ?

TANIMADIĞINIZ BİR KİMSEYE NE KADAR GÜVENEBİLİRSİNİZ?

“Ey Kureyşliler!

Şu dağın ardında size saldırmak üzere olan bir düşman ordusu var, desem

bana inanır mısınız?”

“–Evet, inanırız! Çünkü seni hep doğru olarak bulduk.

Senin yalan söylediğini hiç işitmedik!”

Neredeyse her an yeni şeyler duyuyor, yeni haberler alıyoruz. Bunlarla birlikte çok önemli bir soruyu da gündemimize taşıyoruz:

Bu haberlere nasıl güvenebiliriz?

Tabi ki kendilerine yöneldiğimiz bu haber kaynaklarını tanıyarak.

***

Haber kaynakları ifadesiyle belirli kurum ve kuruluşları kastetmiyoruz. Bu kelimeyle kastımız bir şeyler öğrenmek maksadıyla kendilerine kulak verdiğimiz, yöneldiğimiz herkes. Bu herkes bilfiil yanı başımızda olabileceği gibi bir kitap veya gazete sayfasında, televizyon ya da bilgisayar ekranında, telefonumuzda da karşımıza çıkabilir.

Kitap, dergi, gazete, radyo, televizyon, bilgisayar, telefon… bizi bilgiyle buluşturan bütün bu vasıtalar tarih boyunca farklı sûretlerde karşımıza çıktılar. Bundan sonra da çıkacaklar, muhtemelen de eskisinden çok daha hızlı bir şekilde kılıflarını yenileyerek, farklı şekillere bürünerek bizlerle var olacaklar. Fakat ne olursa olsun bütün bu vasıtalar bize -bizler gibi- bazı insanların cümlelerini aktarıyorlar. Bu itibarla en ibtidâî devirlerdeki habere ulaşma süreciyle bugünkü arasında; hız, çeşitlilik, takdim tarzı gibi teknik detaylar dışında çok da bir fark yok: Bilfiil yaşayamadığımız/hissedemediğimiz bir hâdisenin/haberin birileri tarafından bizlere anlatılması/aktarılması/öğretilmesi.

[1] Ben — [2] Bana bilgi getiren bir ya da birkaç kimse : [3] Bilgi sahibi olmam.

Süreç kabaca bu üç adımdan ibaret.

Şimdi yukarıdaki sorumuza geri dönelim:

Bir vesileyle bizlere aktarılan bu haberlere nasıl güvenebilirim?

İfade ettiğimiz gibi bu sorunun cevabı başka bir fiilimizle belirginleşecek: Haber kaynaklarını tanıma çabamızla. 

Kelimeleri biraz daha değiştirerek cevabımızı yineleyelim: Bize bilgi taşıyan televizyon kanallarına, internet sitelerine, haber ajanslarına, twitter hesaplarına olan güvenimiz onların ardında bulunan ilim ehlini, doktorları, hocaları, fikir adamlarını, yazarları… tanımamız nispetinde belirginleşecektir. Dikkat edin kanalları, siteleri, ajansları tanımak demiyorum, onlar vasıtasıyla bize hitap eden insanları tanımaktan bahsediyorum.  

Peki, bu kadar çok insanı tanımamız mümkün mü? Değil ve kimse de bizden böyle bir şey istemiyor. Çünkü her ne kadar söylediklerine, yazdıklarına ulaşabilsek de bir fert olarak bizim o kadar çok doktora, o kadar çok ilim ve fikir adamına ihtiyacımız yok.

Bu cümle pek çok kimse tarafından yadırganabilir. Ama emin olun ki bizim gerçekten o kadar doktora, fikir adamına vs. ye ihtiyacımız yok. Geriye dönüp geçirdiğiniz senelere baktığınızda bu kanaatimize siz de katılacaksınız. Sıradan, mevsimlik hastalıkları bir kenara koyacak olursak ciddi ciddi kendisine müracaat ettiğiniz, hastası olduğunuz kaç doktorunuz var; birikimine itimat ederek kulak verdiğiniz, fırsat bulduğunuzda önemli kararlarınızı istişare etmek istediğiniz kaç ilim adamı var hayatınızda? İki elin parmaklarını bulmaz.

Bu insanları bulma arayışında çok kimselere müracaat etmeniz, nice kimselere kulak vermeniz değil maksadımız. Kastımız bu arayışın bir şekilde sonuçlanması ve maddî imkânı elverişli olan birinin girdiği hazır giyim mağazasından sadece kendi ölçülerine uygun olanı alarak hayatına devam etmesi gibi bizim de ulaşabildiğimiz kimselerden kulak vereceklerimizi bulup onlara yönelmemiz.

Günümüz dünyası bu arayışın bir türlü sonuçlanmasını istemiyor ama. Bilgiye ulaşılabilirliğin her geçen gün daha da artması bizlere “Önemli-önemsiz, faydalı faydasız ayrımı yapmaksızın ulaşabildiğim her bilgiye sahip olmalıyım.” anlayışını da dayatıyor sanki.

Bu dayatma karşısında mağlup olmamamız gerekiyor. Bunun için de ilk vazifemiz kendimize çekilip ihtiyacımız olan bilgilerin tasnifini yapmak olmalı. Ancak bu adımla, nitelikli bir bilgi birikimine ulaşabilir, faydalı bir düşünce yolculuğuna başlayabiliriz.

 İlgi sahalarımızı güzelce tespit edip kendilerine yönelmemiz gereken insanları tespit ettikten sonra ancak, yazımızın başında sorduğumuz sorunun gerçek muhatabı haline geliriz:

Bu kimselere nasıl güvenebilirim?

Cevabımızı tekrar edelim: Onları TANIYARAK.

Gerek ahirete taalluk eden gerekse de önemli kabul ettiğimiz dünyevî herhangi bir bilgiyi elde etmek için ulaşabiliyorsak o bilgiyi bilfiil yaşayarak elde etmiş bir kimseye, olmadı o kimseden öğrenmiş kimseye veya kimselere ulaşmalı ve onları tanımaya çalışmalıyız.

Muhatabımız durumundaki insanın unvanıyla, kılık kıyafetiyle, konuştuğu mecranın ve takipçilerinin reklamıyla yetinmemeli, o kimseye yakın olmaya, onu yakînen tanımaya çalışmalıyız.

Bu konu hep önemli olmuştur ama,

Medyanın geliştiği haber akışının çok daha kısa zamanda çok daha geniş kitlelere ulaştığı;

Unvanların, markaların sürekli reklam edildiği ve bariz bir şekilde insanların ahlâk ve kimlikleriyle aramıza girdiği bu devirde,

Kendilerine ulaşılamayan, korumalar ve haddinden fazla protokoller ardında hayat süren ilim ehlinin, fikir adamının yaşadığı günümüz dünyasında çok daha önemli olmuştur.

Bu önemin farkına varamamak bizler için mazeret değildir. Zira bu mazereti dünyevî hayat tecrübesiyle bile bertaraf edebilecek insanoğluna Cenâb-ı Hak bir ikazda daha bulunmuş ve haber kaynaklarını araştırmasını ona adeta emir buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Fâsığın biri size önemli bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkîk edin, araştırın. Yoksa bilmeyerek/cehaletle birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[1]

Âyet-i kerîmede her ne kadar fâsıktan gelen haberin araştırılmasına vurgu yapılıyorsa da yukarıdan beri ifade ettiğimiz gibi sonu pişmanlık olan bir hataya düşmememiz için atılması gereken ilk adım bilgi kaynaklarımızın araştırılması, tanınmasıdır. Zira bir kimsenin fâsık olup olmadığını, onun sözüne güvenip güvenemeyeceğimizi ancak bu şekilde tespit edebiliriz.

***

“Ey Kureyşliler!…”

Kendisine güvenmediğimiz bir kimsenin bilgisine itimat edilmeyeceğine bir delil de Peygamber Efendimizin (s.a.v) açık davete başlarken takip ettiği yoldur. O, Mekkelileri şu sözleriyle kendisine kulak vermeye çağırmıştır:

“Ey Kureyşliler! Şu dağın ardında size saldırmak üzere olan bir düşman ordusu var, desem bana inanır mısınız?”

Civarındaki insanlar da Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) yaşantısını yakînen bildikleri, onu tanıdıkları için O’na Muhammedü’l-Emin demiş ve Peygamberimizin tebliğ çalışmasının bu ilk sorusuna hep birlikte evet cevabını vermişlerdir.

Gelelim bizlere.

Bazen lisanen bazen de halen nice kimselere “Evet senin sözlerine güveniyorum.” diyen bizler…

 Acaba kulak verdiğimiz, kendileri vasıtasıyla bilgi sahibi olduğumuz, fikir ve zihin dünyamızı, inançlarımızı ve hayatımızı şekillendirdiğimiz bu insanlardan kaç kişi için “Onu tanıyorum; hayatını, yaşantısını biliyorum ve o sebeple sözlerine güvenebiliyorum.” diyebiliyoruz?

Hiç düşündünüz mü?


[1] Hucûrat, 49/6.