İçeriğe geç
Anasayfa » TARİHİ KAYNAKLARDA HZ. MUHAMMED (SAV)

TARİHİ KAYNAKLARDA HZ. MUHAMMED (SAV)

Hz. Muhammed (s.a.v)’in ahir zamanda peygamber olarak gönderileceğine dair tarih kitaplarında birçok haber bulunmaktadır. Çok azı hariç, bunların  hemen hepsi, ehl-i kitap yani, Yahudi ve Hıristiyanlara ait haberlerdir. Bilhassa Hz. İsa (a.s)’dan sonra, her iki  dinin mensubu  din alimleri ve halkları, son bir peygamber kaldığını, gelme zamanının yaklaşmakta olduğunu, geleceği ve hicret edeceği yeri, her fırsatta söylüyor ve onu dört gözle bekliyorlardı. İslâm öncesi, bilhassa Medine’de yaşayan Araplar, son bir peygamberin  geleceği fikriyle yeterince doldurulmuşlardı. Öyle ki; Medineli Yahudiler, kendi kitaplarında geleceği haber verilen son peygamberin, Arap müşriklerine karşı  kendi yanlarında yer alacağı propagandasını bile yapıyorlardı. Bu bilgi sadece Hicaz bölgesinde değil, Yahudi ve Hristiyanların yaşadığı bütün coğrafyaya yayılmış, oralarda adeta tevatür derecesine ulaşmış bulunuyordu.

Tarihçi İbn-i İshak’ın anlattığına göre, Ömer’in  oğlu Asım, kavminden şu haberi nakleder. “Biz puta tapan şirk ehli bir kavimdik. Yahudilerle aramızda kavgalar olur, onlara karşı hoşlarına gitmeyen üstünlüklere ulaştığımızda, bize; gönderilecek nebinin zamanı yaklaştı. Ad ve İrem kavimlerinin, helak edildiği gibi, onunla birleşip sizi katledeceğiz.”derlerdi. Biz onlardan bu sözü çokça  duyardık. Rasûlullah (s.a.v) gönderilince, O’nun Allah’a davetine icabet ettik. Yahudilerin korktuğu hususu anlayarak onlardan önce davranıp iman ettik, onlar ise kabul etmediler. Ve Kur’an-ı Kerim’in;“Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkâr ettiler. Oysa daha önce (bu kitabı getirecek peygamberi vesile ederek) inkârcılara (Arap müşriklerine) karşı (Allah’tan) yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın laneti inkârcıların üzerine olsun.”[1] ayeti, bizimle onlar hakkında nazil olduğunu söylemiştir.”

İbn-i Abbas’ın anlattığına göre, Hayber Yahudileri, Gatafan Oğulları ile savaşırlar ve her karşılaşmalarında yenilirlerdi. Sonunda Yahudiler, Gatafanlarla yapacakları savaşta; “Ya Rabbi! Ahir zamanda çıkacak olan, onlara karşı bize yardımını  vaad  ettiğin  ümmi nebi hakkı ile senden yardım isteriz, bize onlara karşı yardım et.” diye dua edince, Gatafanlar’ı bozguna uğrattılar. Hz. Muhammed (s.a.v) gönderilince de inkâr ettiler. Yukarıdaki Ayetin nüzul sebeplerinden biri de budur.[2]

Nihayet; “Son bir peygamber kaldığı, gelme zamanının yaklaştığı, haremden çıkıp etrafı kara taşlı dağlarla çevrili, ortası hurmalık bir yere hicret edeceği, sadakadan yemeyip hediyeden  yiyebileceği, iki  küreği arasında nübüvvet mührü bulunacağı, yanında iki tarafı ateşten bir balta bulunacağı, yani cihatla memur olarak gönderileceği.” gibi, -Tevrat Zebur ve İncil’in dışında,-detaylara varıncaya kadar olan bu bilgiler, halkın dilinde dolaşıyordu. Kanaatimizce, ortada dolaşan bu bilgiler, Hz. Musa (a.s)’dan sonra değişik yerlere  gönderilen peygamberler ve o zamanın salih kişileri tarafından  bildirilmiş edilmiş, onların etrafındaki insanlar da, gelen nesillere bu bilgileri intikal ettirmişlerdir.

Allah Teâla daha Kur’an’ı indirmeden, -vahyin ilk merkezi Mekke’de edebiyatı ve şiiri geliştirmek suretiyle- Kur’an’ın daha iyi anlaşılmasına nasıl zemin hazırlamış ise, insanların Rasûlünü daha kolay kabul edebilmeleri  için de, Onu daha göndermeden,  geleceğini  dilden dile, ilden ile yaymak suretiyle, öylece zemin hazırlamıştır. Bu  inananların  delile  dayalı  inanmaları, inanmayanların da mazeretlerinin kalmaması içindi.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in ahir zamanda peygamber olarak gönderileceğine dair, tarihi kaynaklarda elliye yakın haber mevcuttur. Bütün bunları bir makalenin içerisinde anlatmak elbette ki mümkün değildir. Biz burada birkaç  tanesini daha takdim etmekle yetineceğiz.

Milattan önce altıncı yüzyılda yaşayan Babil hükümdarlarından Buhtunnasır, Beyt-i Mukaddes’i harap edip Yahudileri Babil’e sürdükten sora,  kendine göre kötü bir rüya görür. Gördüğü rüyayı unuttuğunu, kâhinlerden gördüğü rüyayı ve yorumunu üç güne kadar bildirmelerini ister, can telaşına düşen kâhinler, İsrail oğullarından, hapiste bulunan Danyal (a.s)’a müracaat ederler. Danyal (a.s) zindancı vasıtasıyla, Kral’a, hapiste rüyanı ve yorumunu bilen birisi var diye haber gönderir. Hükümdar Danyal (a.s)’ı çağırtır. O da, kralın huzuruna çıktığında, adetleri hilafına ona secde etmez.  Sebebi sorulunca da, “Allah bana kendi yanından ilim verdi. Ondan başka kimseye secde yapmamamı emretti” der. Hükümdar da, ben ahdine bağlı olanları severim. O halde, gördüğüm rüyayı anlat deyince, Hükümdara, “Rüyanda, altın, gümüş ve çeşitli madenlerden yapılmış, güzelliğine  hayran kaldığın, muhteşem bir putun üzerine, Allah’ın gökten bir taş saldığını, eczalarının (parçalarının) bir daha, bir araya gelmeyecek şekilde param parça olduğunu, ortada Allah’ın attığı taştan ve semadan başka  bir şeyin kalmadığını gördün.” der. O da, doğru söyledin. Şimdi de  bana bu rüyanın yorumunu yap. Danyal (a.s) da; “O gördüğün muhteşem put, zamanın başı, ortası ve sonundaki farklı ümmetlerdir. Atılan taş ise, Allah’ın ahir zamanda ümmetlere indireceği ve onlara üstün kılacağı dindir. Allah, Araplardan ümmi bir peygamber gönderecek. Taşın o putu parçalayıp ufaladığı gibi, bütün din ve ümmetleri küçültüp, işe yaramaz hale getirecek. Allah onunla hakkı arındırıp batılı hükümsüz koyacak. Sapanları hidayete erdirecek. Onunla ümmi olan kavmi bilge, zayıfları kuvvetli, hakirleri üstün yapıp, zayıflara yardım edecektir.”diye söyler.[3]

Böylece Rasûlullah (s.a.v)’ın  geleceğini haber verir. İslâm tarihçileri bu haberi, sonradan Müslüman olmuş, iki Yahudi âliminden nakletmişlerdir.

Yemen kral (tübba) larından, Ebi Kerip Tübban Esad, doğu tarafına yaptığı bir seferden dönerken, Medine-i Münevvere’ye uğrar. Askerlerinden biri, Neccar Oğullarından Ahmer’in bahçesinden hurma koparması  sebebiyle öldürülür. Başka bir haberde ise bu öldürülen kişinin Tübban’ın oğlu olduğu rivayet edilmektedir. Sefere giderken oğlunu Medine’ye koyup dönüşte hile ile oğlunun öldürüldüğünü görünce, Medine halkını kılıçtan geçirmeye karar verir. İki taraf arasında savaş başlar. Medine ve ahalisinin helak edileceğini duyan iki Yahudi âlimi, Tübban’a giderek, “Sakın bu işi yapmayasın, bu işi yaparsan senin hemen cezalandırılmayacağından da emin değiliz.” derler. Tübban sebebini sorunca, onlar: “Ahir zamanda haremden Kureyşli bir peygamber çıkacak ve buraya hicret edip buraya  yerleşecek, onun karargâhı burası olacaktır”  derler. Bunun üzerine Tübban savaşı bırakır. Peygamberimize teslim edilmek üzere bir ev yaptırır ve kendine  verilmek üzere de bir mektup yazıp altını mühürler. “Şayet O peygambere yetişemezseniz,    babalar oğullarına intikal ettirerek bu emanetleri ona ulaştırsınlar”, der. İşte bu ev ve mektup babalardan  oğullara geçer ve Ebu Eyyub el Ensari Hz.’ne kadar intikal eder. Tübban, Efendimiz hakkında söylediği  şiirinde;

“Varlığı yaratan Allah tarafından peygamber gönderilecek Ahmed’e şahadet ettim,

Ömrüm ömrüne ulaşsaydı. Onun yardımcısı ve amcaoğlu (gibi) olurdum,

Düşmanlarına karşı kılıçla cihat eder, gönlündeki kederleri silerdim.”

Rasûlullah (s.a.v)’dan yedi asır önce gelen bu zat, Ona iman etmişti. Bir şair de, “Daha dünyaya gelmeden, müminlerin vardı.” diyerek bunu anlatmak istemiştir. Ve Kâbe’ye ilk örtüyü  giydiren de Tübbandır. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, “Sakın Tübban’a sövmeyiniz çünkü O iman etmiştir. Kâbe’ye ilk örtüyü de o giydirmiştir.”diye buyurmuştur.[4]

M.Asım KÖKSAL’ın  Tarihçi İbn-i İshak’tan naklettiğine göre, Asım bin Ömer’e ihtiyar bir Yahudi: “Kureyzalılardan Saye’nin oğulları,  Salebe ve Esid ile Ubeyde’nin oğlu Esed’in, neden Müslüman olduklarını biliyor musun?” diye sorar. Asım da, hayır vallahi bilmiyorum der. İhtiyar Yahudi, “İslamiyet’ten birkaç yıl önce, Şam Yahudilerinden ibn-i Heyyeban diye anılan bir zat, yanımıza gelip yerleşmişti. Vallahi gayr-i müslimler arasında, ondan daha üstün bir kimse görmemişizdir. En sonunda O, ölüm döşeğine düştü. Öleceğini  anlayınca bize; Ey Yahudi cemaati! Ben, Şam gibi yiyecekleri, içecekleri bol bir yerden çıkıp bu darlıklar, yoksulluklar, açlıklar yurduna ne için geldiğimi bilir misiniz?” diye sordu. Ona, sen daha iyi bilirsin, dedik. O da; “Ben gelme zamanı çok yaklaşan peygamberi gözleyeyim diye bu şehre geldim. Bu şehir Onun hicret yurdudur. Ben Onun Allah tarafından bir an önce gönderilip kendisine tabi olmamı ne kadar arzu ederdim! Onun zuhuru zamanı size çok yaklaşmış, gölgesi, üzerinize düşmüştür. Ey Yahudi cemaati! Ona, inanmak ve tabi olmakta sakın sizi hiç bir kimse geçmesin!

O, kendisine karşı koyanların kanlarını dökmek, çoluk çocuk ve kadınlarını esir etmek yetkisiyle de gönderilecek, sizler de bu akıbete düşmekten kendinizi koruyamayacak ve ondan kurtulamayacaksınız!” dedi.

Rasûlullah Aleyhisselam, Allah tarafından gönderildiği ve Kureyza Oğullarını yurtlarında kuşattığı zaman da, şu yukarıda isimleri anılan zatlar-ki  o zaman pek gençtiler-“Ey Kureyza Oğulları! Vallahi bu zat (Muhammed), İbn-i Heyyeban’ın, size bahsetmiş olduğu ve kendisine uymamızı tavsiye eylediği peygamberdir.” Kureyza Oğulları ise, bu İbn-i Heyyeban’ın geleceğini haber vermiş olduğu Peygamber değildir, dediler. Onlar; “Evet! Vallahi, belli sıfatlarıyla beklenen Peygamber, muhakkak budur!” diyerek Müslüman oldular. Kanlarını, mallarını, çoluk çocuklarını kurtardılar.[5]

Hz. Ebu Bekir (r.a),  halifeliği zamanında  Hişam bin  As’ı, -İslâm’a davet etmesi  için, Bizans imparatoru Herakl’e- elçi olarak gönderir. Herakl de; Hz. Âdem Aleyhisselam’dan, Hz. Muhammed Aleyhisselam’a  kadar olan nebilerden, bir kısmının resimlerini ona gösterir. Bezin üzerinde, ak tenli canlı gibi  bir resim çıkarır. İslâm elçileri Onu görür görmez ağlamaya başlarlar. Herakl bunu tanıyor musunuz? diye sorunca, “Evet, bu Muhammed  Rasûlullah’dır” derler. O da ikram için ayağa kalkar ve oturur. Uzun uzadıya resme bakar. Onlara, siz Onun dininde misiniz?

Onlar da, evet derler ve Herakl’ı İslâm’a davet ederler. O da; “Vallahi mülkümden çıkmayı nefsim hoşlansaydı, size tabi ve ölünceye  kadar köleniz olurdum.” diyerek onları güzel hediyelerle geri gönderir.[6]

Peygamberimizin geleceği ile ilgili bir başka haber de Selman-ı Farisî’den nakledilmektedir

Bilindiği üzere Selman-ı Farisî İran halkından Mecusî bir beyin oğludur. Babası onu itina ile Mecusî dinine göre yetiştirmek ister. Ancak o, kendi şehirlerindeki bir kiliseye -babasının çiftliğine  bir  iş için giderken- tesadüfen uğrar. Oradaki Hıristiyanların ibadeti onu cezp eder. Akşam eve geldiğinde babasına durumu anlatır. Babası oğlunun bu tutumunu beğenmeyerek onu hapseder. Kendi dinlerinden daha hayırlı olduğuna kanaat getirdiği bu dinin merkezinin Şam olduğunu öğrenir.  O da, bir  yolunu bulup Şam’a gider ve bir kiliseye yerleşir. Uzun bir müddet orada kalır. Oradaki  din âlimine, “Kendisinden sonra  nereye gitmesi lazım geldiğini” sorar. O da, “Vallahi bizim halimiz ve gidişatımız üzerine, Musul’daki din âliminden başka birisini bilmiyorum. Sen gitmek istersen oraya git.”diye cevap verir. Böylece Selman-ı Farisi hizmet ettiği din âlimlerinden her birine bu soruyu yöneltir. Onlar da sırasıyla Selman’a Musul’a, Oradan Nusaybin’e, Oradan da, Amuriyye’ye gitmesini tavsiye ederler. Amuriyye -Afyon’un Emirdağ ilçesine on üç km uzaklıkta, Hisarcık köyü yakınında, bu güne harabeleri kalmış bir yerdir- o zaman Bizans’ın önemli şehirlerinden biriydi. Selman, oradaki din âlimine de, uzun bir müddet hizmet ettikten sonra, o âlim  ölürken ona da; kendisinden sonra ne yapması lazım geldiğini, sorar. O da; “İyi din adamları hep ölüp gittiler. Yaşayanlar da, dinin öteden beri tatbik edilegelen hükümlerini değiştirdiler. O hükümlerden çoğunu da bıraktılar. Şimdi ise, gidebileceğin birisini bilmiyorum. Ancak ahir zamanda gelecek olan peygamber’in, gelme zamanı yaklaştı. O, etrafı kara taşlı dağlarla çevrili, ortası hurmalık bir yere hicret edecektir. O, sadakadan yemez, hediyeden yer. Sırtında iki dalı arasında, Nübüvvet mührü vardır. Sen gideceksen ona git.” der.

Selman, bir ticaret kervanına karışır. Arabistan’a gider. Vadi-ül Kura’ya varınca, Kervancı onu, köle diye Yahudilere satar. Selman der ki, “Vadi-ül Kura’da hurma ağaçlarını görünce, Amuriye’deki efendimin dediği,- ahır zamanda ki peygamberin hicret edeceği- yer midir?” diye ümitlendim. Fakat kalbim buna pek yatışmadı. Sonra, Medineli Kureyza Yahudilerinden biri gelip beni satın aldı. Medine’yi gelip orayı gördüğümde; Amuriyye’deki efendimin tarif ettiği yer olduğunu, tanıdım ve anladım. Bir gün ben, hurma ağacının başında iken, altında oturan ağama, amcası oğlu; “Allah  Kayle oğullarını (Ensar’ı) kahretsin! Onlar Kuba köyünde, Mekke’den yanlarına gelen, Peygamber dedikleri bir adamın başına toplanmış bulunuyorlar.” dedi. Ağacın başında beni bir titreme tuttu. Nerde ise ağamın üstüne düşecektim. Aşağı inip, o kimdir? Diye sorunca, ağam beni tokatlayarak, senin neyine lazım. Sen işine bak. Diye söyledi. Sonra, Rasûlullah’ın Mekke’den hicret edip Medine’ye  geldiğini öğrendim. Ağamdan aldığım hurmaların bir kısmını, akşam kendilerine götürdüm. “Sadakadır.” dedim. Arkadaşlarına uzattı. Yeyin! Dedi. Ama kendi ondan hiç yemedi. Kendi kendime, “Bu bir.” dedim. Daha sonra, Rasûlullah Medine’nin içine gelmişti. Yine bir miktar hurma götürdüm. “Size hediyemdir.” dedim. Ondan hem kendi, hem de arkadaşları yediler. Bunun üzerine kendi kendime, “Bu iki.” dedim. Bundan sonra Rasûlullah (s.a.v) Baki ül Garkad’da bulunuyordu. Yanına varıp, Nübüvvet mührünü görebilir miyim? Diye, arka tarafına geçtim. Rasûlullah (s.a.v) maksadımı anlayınca, hırkasını sıyırdı. Nübüvvet mührünü gördüm. Ve tanıdım. Üzerine kapanıp öptüm ve ağlamaya başladım. Bu tarafa dön! buyurdu. Geldim önlerine oturdum. Meseleyi olduğu gibi anlattım. Bu hadiseyi ashabının işitmesi, Rasûlullah’ın  çok hoşuna gitti.” İşte Selman-ı Farisî böyle Müslüman oldu. Bu haberi ondan, İbn-i Abbas nakletmiştir. Selman-ı Farisî, Müslüman olduktan beş yıl sonra, ancak hürriyetine kavuşa bilmiştir. Ömer (r.a) tarafından Medayin’e vali olarak tayın edilmiş, Osman (r.a) zamanında ise görevden alınmış ve Onun hilafeti zamanında orada dar-ı bekaya irtihal etmiştir.[7]

[1] Bakara 2/89

[2] Siretü’n-Nebevî, c.1, s.291-292

[3] A.g.e. c.4, s.325-326

[4] A.g.e. c.1, s.22-24; A.Köksal, İslâm Tarihi, c.1, s.45

[5] A.g.e. c.4, s.103-104

[6] A.g.e. c.1, s.299; Siretü’n-Nebevî, c.1, s.332

[7] Alamü’l-Müslimîn, 3/24; İslam Tarihi, c.1, s.151-158