İçeriğe geç
Anasayfa » TARTIŞMA USULÜ ve ADABI*

TARTIŞMA USULÜ ve ADABI*

Dinî konularda sözlü veya yazılı tartışmalarda dikkate alınması gereken usul ve adaba dair temel ilkeler vardır. İhtilaf ahlakı denilebilecek bu ilkeleri maddeler hâlinde şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Hakikat peşinde olmak

Tartışmada temel hedef hakikate ulaşmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için “heva ve hevesini tanrı edinen”[1] anlayıştan kaçınıp iyi niyet, samimiyet, insaf ve teenni ile hareket etmek, doğrunun ve gerçeğin izini sürmek gerekir. Abdullah ibn Mes‘ud (r.a) diyor ki: “Kim dinine ikram etmek isterse, heva sahipleriyle tartışmasın!”[2] İmam Malik de, “Hadis ilmi, insanları hevasına çağıran bağnaz kimseden alınmaz.” der. Şüphesiz bu uyarılar, egosunun isteklerini tatmin peşinde olan kimselere değer vermeyip onlarla tartışılmaması gerektiğini öğretir. Bunun gerekçesi ise şairin, “Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel / Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!” sözünde saklı olmalıdır.

Bu itibarla, ön yargılı ve ideolojik değil, tahkik ruhuna dayalı, istifade amaçlı okuma ve düşünme yöntemi benimsenmelidir. Çünkü tartışma esnasında, naklî-aklî açık delillerle ortaya konulan hakikat karşısında demagoji yapıp başka konulara girerek hedef saptırmak aczin ifadesidir. Bu yüzden, tartışma ortamında mükâbere iyi karşılanmaz. Mükâbere, doğruyu ortaya çıkarmak için değil, tartıştığı kimseyi susturmak için ilmî bir mesele hakkında yapılan münakaşaya denir. Bu ise insanın, egosunun isteklerine uymasından başka bir şey değildir.

Hâlbuki böyle bir tartışma ortamında ikna olan aklın, muhatabının görüşüne saygı duyup hakikate teslim olması, her şeyden önce ihtilaf ahlakının gereğidir. İmam Şafii’nin dikkate aldığı şu münazara edebi son derece önemlidir: “Ben biriyle münazara ettiğimde hep şöyle demişimdir: Allah’ım, hakkı onun kalbinde göster ve dilinde söylet. Şayet hak benimle beraber ise o bana tâbî olsun, hak onunla beraber ise ben ona tâbî olayım!”

Burada geçen hak kelimesi, “Kitap ve sünnetin doğrudan veya dolaylı olarak getirdikleri” diye tarif edilir. Bu demektir ki, sağlam din anlayışının merkezinde şahıs (rical) değil, Kur’an, sünnet ve her ikisinden beslenen aklıselim vardır.

Nitekim Kûfeli tâbii Kümeyl b. Ziyad, Hz. Ali’ye gelerek, “Acaba senin hak üzerinde olduğuna, Talha ve Zübeyr’in de batıl yolda olduklarına itikat etsek ne olur?” diye sorar. Ali (r.a.), onun bu talebine şu cevabı vererek yeni bir fitne ve fesadın önüne geçer: “Sen şahısları hak ile tanı, hakkı şahıslarla tanıma. Yeter ki sen hakkı tanı, onun ehlini de tanırsın (İ‘rif er-ricâle bi’l-hakkı velâ ta‘rif el-hakka bi’r-ricâli i‘rif el-hakka ta‘rif ehlehû)”[3]

2. Bilgili ve bilinçli olmak

Basralı tâbii âlim Katâde b. Diâme, “Âlimlerin / fakihlerin ihtilaflarını bilmeyen kimse âlim / fakih değildir.” der. Doğrusu “ihtilaf-ı memduh” diye nitelenen furu-i dindeki ihtilaflar ve içtihat farkları, İslam dünyasının inkişafı için birer rahmet vesilesidir. Kaçınılması gereken, korku ve endişe veren ihtilaf ise devletin bütünlüğünü ve toplumun birlik ve beraberliğini sarsacak nitelikteki bölünme ve parçalanmadır. Bu nevi bir ihtilaf, teferruk anlamında “ihtilaf-ı mezmum” adını alır.

İlim ve devlet adamı Ömer b. Abdülaziz’in şu sözü, tartışmalı bir meselenin henüz mutfakta pişirilip olgunlaşmadan halk önünde konuşulmaması gerektiğini öğretir: “Avamın önünde dinî bir mesele hakkında fısıldaşan ve konuşan bir topluluk gördüğünde, bilesin ki onlar, bir dalâlet peşindedirler!”[4]

Ayrıca belirtilmelidir ki, dinî konuları kendine özgü terimlerle tartışmak, son derece önem arz eder. Esasen bu durum “bilgili ve bilinçli” olmanın gereğidir. Zira dinin, ehliyet ve liyakat isteyen ciddiyeti, kendine has dili, terminolojisi, usulü, tarihi ve literatürü vardır. “Din dili”nin ciddiye alınmaması hâlinde Müslüman toplumu rahatsız eden “ihtilaf-ı mezmum”  kaçınılmazdır.

3. Muhataba kötü duygu beslememek

Muhataba kötü duygu besleyip onu yok sayma düşüncesi, tefrika üretir, ötekileştirir ve sosyal dokuyu bozar. Uhut ve Huneyn’de Rasûl-i Ekrem’i koruyup gözeten cengâver sahâbî Ebu Dücane’nin (r.a) en çok güvendiği iki amelî-ahlakî hasletten birisinin, kendini ilgilendirmeyen söze karışmamak, diğerinin ise kalbinde Müslümanlara karşı asla kötü bir duygu beslememek olduğunu belirtmesi, bu açıdan önemli bir uyarıdır.

4. Tahkir, tel‘in ve tekfir gibi olumsuz tutum ve davranışlardan sakınmak

Açıktır ki, bu ve benzeri olumsuz tutum ve davranışlardan sakınılmaması hâlinde muhatap incitilmiş ve dairenin dışına itilip hakikatle buluşmasının önüne büyük bir engel konulmuş olur. Nitekim Rasûl-i Ekrem’in huzuruna getirilen bir içki müptelasının cezası verildikten sonra oradakilerin birisi “Allah seni rezil ü rüsva eylesin, lanet etsin!” diye söylenince, Rasûl-i Ekrem “Hayır, öyle demeyin, kardeşinizin aleyhine olacak şekilde şeytana yardımcı olmayın!”, “Ona lanet etmeyin, vallahi ben bu adamın Allah’ı ve Rasûlü’nü sevdiğini biliyorum!”[5] ve “Allah’ım, onu bağışla, ona merhamet eyle, diye dua ediniz!”[6] diyerek onu uyardı.

Rasul-i Ekrem’in şu hadisleri de konuyu yeteri kadar açıklar:

“Müslüman kardeşini aşağılaması kişiye kötülük olarak yeter!”[7]

“Hiç kimse, bir başkasına fasık veya kâfir demesin. Şayet itham altında bırakılan kimsede bunlar yoksa, o söz onu söyleyene döner.”[8]

“Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür.”[9]

“Mü’mine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.”[10]

“Mü’min; yeren, çekiştiren, lanetleyen, kaba sözlü ve ağzı bozuk kimse olamaz.”[11]

5. Muhataba değer vermek, nazik, mütevazı ve sabırlı davranmak

Konuşmayı kısa tutup muhataba söz hakkı vermek, ona verilen değerin göstergesi sayılır. Sözü aşırı derecede uzatıp muhataba konuşma fırsatı tanımamak, her iki taraf için psikolojik gerginlik, bıkkınlık ve yorgunluk meydana getirir. Ayrıca kısır tartışmalardan da kaçınmak gerekir.

Özellikle öfkeli ve ateşli tartışma ortamında yöneltilen eleştiri okları karşısında verilen tepkiler, her şeye rağmen nezaket ölçüleri içinde olmalıdır. Hilim anlamında akıllılık, böyle bir durumda ortaya çıkar.

Hilim kelimesi, aslında cehlin zıddı olup bedevîlik ve acelecilikten uzak, ağırbaşlı, görgülü, medenî ve asil duruşu ifade eder. Mütevazı bir konuşma üslûbu, her hâlükârda muhatabın ruh dünyasını etkiler ve gergin ortamı yumuşatır. Sosyo-psikolojik bozukluğun bir belirtisi olarak kendini beğenmek ve büyüklenmek ise onun kin ve öfkesini artırır. “Kendini beğenmek” diyor Hz. Ali, “aklın ve kalbin afetidir.” Yine onun şu sözü, kendini beğenip akıl tutulması yaşayan bir karakterin ibretlik sonunu gösterir: “İnsanın kendini beğenmesi, aklını kıskaç altına alan ve onu muhakemesiz bırakan faktörlerden biridir.”[12] Yüce Kur’an’ın, kendini yeterli görerek kibir ve gurura kapılmayı küfrün dinamikleri arasında zikretmesi[13] söz konusu bozukluğun boyutunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Muhataba nezaket ve tevazu göstermek kadar, ona tahammül edip sabırlı davranmak da önemlidir. Zira Hz. İsa’nın ifadesiyle, “Hoşlanmadığınıza sabretmedikçe hoşlandığınızı ele geçiremezsiniz.”

6. Hassas olduğu konularda muhatabı kışkırtmamak

Muhatabın önemseyip hassas olduğu bir konuda onu kışkırtıp öfkeye sevk edebilecek bir söylemden uzak durmak, yani onun bam teline basmamak gerekir. Çünkü bu durum, didişip haddi aşmaya götürdüğü gibi, hizipçilik ve mezhepçiliği körükler.

Bu sebeple geçmişte Müslümanlar arasında yaşanan üzücü vakaları insafla değerlendirmek, işin mahiyetini ve neticesini Yüce Yaratıcı’ya havale etmek, ibret nazarıyla bakıp tekrarlanmaması için tedbir almak gerekir. Nitekim kendisine Cemel, Sıffin ve Kerbela vakalarına adı karışanların durumu sorulan Abdullah ibn Abbas (r.a), şu ayeti okuyarak cevap verir: “Onlardan sonra gelenler şöyle yalvarırlar: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş (gelip geçmiş) olan kardeşlerimizi bağışla ve iman edenlere karşı kalplerimizde hiçbir kin ve düşmanlık bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[14]

Aynı suale muhatap olan İmam Cafer es-Sadık da şu ayeti okuyarak cevap verir: “Onlar hakkındaki bilgi yalnızca Rabbimin katında bir kitapta (toplumları bağlı kıldığı yasalar örgüsünde yazılı) bulunur. Benim Rabbim asla yanılmaz ve asla unutmaz.”[15] (Her iki cevap için bkz. Bâkıllânî, el-İnsâf fîmâ yecibu i’tikâduhû ve lâ yecûzü el-cehlu bih (takdim: Muhammed Zâhid el-Kevserî), Kahire 1950, s. 60.)

7. Gerektiğinde tevakkuf etmek

Haddini bilmediğinden çok konuşan kimselerin eksik ve yanlışları da çok olacaktır. “İnsanın doğru ilişkiler ve davranış biçimleri içinde bulunması” demek olan haddini bilmek, ahlaki bir davranıştır. Abdullah b. Mes‘ud’un (r.a) şu uyarısı bu yüzden anlamlıdır: “Kendisine sordukları her konuda insanlara fetva veren kimsenin aklî dengesi bozuktur!”[16]

Bazen delil yetersizliği sebebiyle bir konunun çözülemediği görülür. Bu durumda pek çok âlimin bir yöntem olarak tevakkufu benimsediği görülür. Tevakkuf, konunun ilelebet belirsiz veya çözümsüz kalması demek değildir. Tevakkuf, müşkil bir meselede tercihi zorunlu kılan sebepler ve deliller olmadıkça hemen sonuca varma yerine, başka delil ve karine aramak, bulunmaması hâlinde de durmak, beklemek ve kesin görüş beyan etmemek, onun anlaşılmasını ve yorumlanmasını erteleyip zamana bırakmak demektir.

“Eğer bilmiyorsanız ilim (zikir ve fikir) erbabına sorun.”[17] ayeti gereğince bilmediğini bir bilene sorup öğrenmek, bir Kur’an ahlâkıdır. “Bilmiyorum.” diyerek bilmediğini itiraf etmek, bir fazilettir. Hadis âlimi ve tâbii eş-Şa‘bi’nin, haddini bilip tevakkuf etmeyi hatırlatan şu sözü bu açıdan önemlidir: “Ben bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.” Ayrıca, tartışma esnasında nakledilen bir görüşü, kesinlikle muteber bir kaynağa dayandırmak şarttır. Ortaya çıkan görüş farkları karşısında bir uzlaşı zemininde buluşabilmek için bu şart aranır. Bu itibarla, üslup problemi yaşayan ve haddini bilmeyip “denetimsiz malumat yığını” ile lafazanlık yapan bir karakter, Mütenebbi’nin şu mısraından ibret dersi çıkarmalıdır: “Beyne’n-nâs izhâr-ı tekebbür âdetim değildir / Fakat câhil-i ma‘rifet fürûşa kızarım.”


[1] Câsiye, 45/23.

[2] Dârimi, Mukaddime, 29.

[3] Kâsımî, Kavâıdü’t-tahdîs (thk. Muhammed Behcet el-Baytâr), Beyrut, 1407, s. 291.

[4] İbn Abdilberr, Câmiu beyâni’l-ılmi ve fadlih, Kahire, 1402, s. 412.

[5] Buhârî, Hudud, 4, 5.

[6] Ebû Davud, Hudud, 35, 36.

[7] Müslim, Birr, 32; Ebû Davud, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18; İbn Mâce, Fiten, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 227.

[8] Buhârî, Edeb, 44.

[9] Buhârî, İman, 36, Edeb, 44, Fiten, 8; Müslim, İman, 116.

[10] Buhârî, Edeb, 44.

[11] Tirmizî, Birr, 48.

[12] İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâğa, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhim), Mısır 1382, XIX, 21.

[13] Nuh, 71/7; Müddessir, 74/23; Alak, 96/7.

[14] Haşr, 59/10.

[15] Tâhâ, 20/52.

[16] Ebû Yusuf, Kitâbu’l-Âsâr, s. 200; Dârimî, Mukaddime, 21.

[17] Nahl, 16/43.


* Bu makale, Diyanet Dergisi’nin 314. sayısından alınarak istifadenize sunulmuştur.