İçeriğe geç

TAZE BİR CAN YENİ BİR SOLUK

Bütün milletler; siyasî, içtimâî ve iktisadî hayatlarında tarihleri boyunca derin izler bırakan mühim olayları kendileri için geleceğe matuf unutulmaz vak’a bilip, yaşatarak bir mihenk kabul etmek suretiyle “ondan önce veya ondan sonra” şeklinde tarihsel kronolojilerini çıkarırlar. Bu sebepten ötürü insanlık tarihinde pek çok takvim başları mevcuttur..Mesela dünyanın yaratılış (hilkat) tarihi bir başlangıçtır. Siriüs yıldızının görünüşü, Roma şehrinin kuruluşu, milat, fil senesi ve benzeri pek çok mühim olay vuku buldukları zaman ve yerlerdeki insan topluluklarının kültürlerinde derin izler bırakan birer tarihi başlangıçtır.

Bütün bu tarihî hadiselerin bileşkesini oluşturarak insanlığı varlığı ile birlikte ekrem derecesine çıkaran yüce İslâm dininin yegâne Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye göç etmesiyle başlar.

Bilindiği gibi İslâm teslimiyet demektir. Teslimiyet, kulun varlığını rabbine adayarak O’nun vikayesi altında ilâhî nizamını dünya ve ahiret hayat kanunu olarak yaşama ve yaşatma iradesini seçmesi esasına dayanır. Hz. Adem (a.s) ile başlayan teslimiyetin miladi 610 yılında Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirilen “İkra” emriyle tüm insanlığı kuşatarak 622 yılında Medine-i Münevvere’ye hicretiyle yepyeni bir safhaya intikal etmiştir. Artık Medine’de İslâm yeni ve mutlak bir uyanışın, insanlığın muhtaç olduğu kurtuluşun, huzur, saadet ve selametin nâmutenâhi kaynağı olmuştur. Bu kaynak hicrettir. Hicret; beşer aklıyla idraki kabil olmayan ilâhî vahye müstenit Allah Rasûlü ve onunla beraber olan ashabının Kur’an nizamını yeryüzünde yaşama ve yaşatma gayesine matuf devlet-i ebed müddet çapında atılan ilahi bir adımdır.” Tevbe kapıları kapanmadıkça hicret vardır. Güneş batıdan doğmadıkça da tevbe kapıları kapanmaz!..” diye buyuran Rasûl-i Ekrem’in diliyle bu olgu kıyamete kadar bâkîdir.

Hicret olgusunun mazmununda insanlığın siyasî, içtimâî, iktisadî, askerî ve ahlakî tüm cepheleriyle yepyeni bir hayat iksiri olan atmosferi oluşmuştur. Taze bir can ve yeni bir soluk almamıza vesile olan bu atmosfer içinde asla irticası mümkün olmayan solmaz, yıpranıp eskimez, zaman ve kâinatı kuşatan bir medeniyeti husûle getirmiştir. İnsanlığa kazandırdığı değerler ile kulu “Ekrem” sıfatına ulaştıran; dünya durdukça canlılığını koruyarak tüm insanlığın kalbinde derin izler bırakan hicret; bu medeniyetin adıdır. Rasûlullah (s.a.v)’ın ve ona inanan Mekke Müslümanlarının kendi öz yurtlarından, servetlerinden ve sevdiklerinden ayrılarak sırf Allah nizamını hayata hakim kılmak ve İslâmî hayat nizamına ulaşmak için, Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye ulaşan bir nur yolunun adıdır hicret!.. Allah Rasûlü ve dininin her şeyin üstünde olduğu, hiçbir şeyin Allah ve Rasûlünden kıymetli olmadığı, İslâm dini tehlikeye düştüğü zaman; malın, mülkün, canın, cananın, yerin ve yurdun hiçbir değerinin kalmadığını, Rasûl ve ashabının şu âyet-i kerîmenin gereğini yaşayarak gelecek nesillere gösterdiği örnek davranıştır, hicret!.. “Deki eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, düşmesinden korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız meskenleriniz size Allah’tan, Rasûlullah’tan ve onun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, o halde başınıza gelecek olan musibetleri Allah’ın emri gelinceye kadar gözetleyiniz.(Tevbe, 10/24) İşte hicret bu âyet-i kerîmenin gereğine uymaktır.

Hicret, zâhire göre vatanı terk, malı ise yitirme şeklinde görünse de, hakikatte vatanın, malın ve mülkün korunarak garanti altına alınması demektir. Bir şeyin korunması şeklinde ortaya çıkan nice durumlar vardır ki, onu terk etme ya da vazgeçme şeklinde tezahür eder. İşte hicretten birkaç yıl sonra kendini gözetim altına tutanlardan ve onu öldürmek kastıyla etrafını kuşatanlardan hiç birinin Efendimizin karşısına çıkma cesaretini gösteremeyenler bu hususun en açık delilidir. Allah (c.c) Kur’an-i Mübîni’nde “Zülme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları dünyada güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse ahiretin mükafatı elbette daha büyüktür.” (Nahl, 16/41) buyurarak Allah yolunda hicret, vatanın ve malın emniyete alınmasının bir delilidir.

Kamil Müslümanın yaşayacağı yer ne doğduğu, ne de doyduğu yerdir.İnandığı İslâm nızamını hayata hakim kılmak için yaşama ve yaşatma gayesine matuf olan yerdir. İşte hicret bu yerin adıdır. Hicret; maddi alemde dünya sevgisini ve dünyalık bütün nimetleri Allah ve Rasûlünün yolunda harcamayı ve bu uğurda geriye bakmadan ilerlemeyi gösteren, ama neticede hem dünya hem de ahiret nimetlerine ulaştıran bir peygamber yolculuğudur. Hicret; bütün beşerî ideolojilerin zulüm ile tahakküm ettiği yerlerde Allah’ın razı olacağı bir hayat nizamını yaşamanın mümkün olmadığını ve böylece yaşanılan yeri ıslah etmenin aksi halde terk-i diyar ederek Hakk’ın razı olduğu dini, bütünüyle bir hayat sistemi olarak yaşanılacak olan yere dönüştürmenin bir göstergesidir, hicret!.. Bir âyet-i kerimede yüce Allah “Allah yolunda göç eden kimse yer yüzünde gidecek çok yer bulur. Kim Allah ve Rasûlü için göç etmek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetişirse onun mükafatı Allah’a düşer. Allah bağışlayan, esirgeyendir.” (Nisa, 4/100) buyurmak suretiyle müslümanın bütün maddi ve manevi hayatını teminat altına aldığını gösterir. Bu anlamda hicret; iman uğruna beşerî ölçülerce en değerli olanları terk ederek neticede her ikisini de kazanma mutluluğudur.

Hicret; rejimlerin tahdit ettiği ve tahakkümü altına aldığı din değil, Allah’ın razı olacağı İslâm’ın, yaşandığı yere ulaşma tutkusudur. Hicret bir yerden bir yere göç etmek değil, Allah Rasûlünün ifadesiyle “Allah’ın nehyettiklerinden kaçarak O’nun emrine yaklaşmanın hakikatıdır.”

İfade etmeye çalıştığımız hicret Allah Rasûlünün Medine’ye adım atmasıyla İslâm nizamının hakim olması yolunda yepyeni bir ufuk açmış olduğundan ötürü müslümanların takvim başlangıcı olarak İslâm’ın hareket noktasını belirlemiştir.

Günümüzde Hıristiyanlarca yıl başı sayılan Noel’i daha gelmeden aylarca önceden büyük propaganda ve reklam kampanyaları açarak astronomik rakamlara ulaşan masraflarla hazırlanan eğlence programlarının tüm hayatımızı işgal altına aldığını görmekteyiz. İnsanlık adına hiçbir fayda sağlamayan, aksine dini, aklı, nesli, ahlakı, ırz ve namusu, iktisadi, içtimai, siyasi, sıhhi ve psikolojik bütün tahribatları kendisinde toplayan “noel” yılbaşı kutlamalarının köylüsünden kentlisine kadar herkesin bildiği, zamanını meşgul, zihnini işgal ettiği aşikardır. Oysa dünyanın doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine uzanan üç kıtada hakimiyeti ilahiyeyi adaletin tasarrufuna bırakmayı müdrik olan Müslümanlar hicret olayından nasıl habersiz olurlar!.. Madde planı ile mana planı arasında bir denge; zihni ve ruhi kuvvetler arasında da bir vahdet oluşturmuş olan hicret, nasıl olur da müslümanların dikkatinden uzak kalabilir? Bu ve benzeri soruların cevaplarını aradığımızda; mazisi tarihin derinliklerinde kalan, fakat o derinliklerdeki kültür ve medeniyetin asrımıza vermek istediği mesajı reddederek batı standartlarının asimilasyon hegemonyası altına girmenin vahim sonuçları olarak görülür. Çünkü bir milleti ayakta tutan, onun hamurunu yoğurup mayasını tutturarak özünü oluşturan, madde ve manada, ilim ve teknikte, inanç ,ahlak ve düşüncede çağdaş medeniyet seviyesine ulaştıran yegane unsur milli benlikteki kültürdür. Tabiî ki günümüzde âlem-i İslâm’ın içinde bulunduğu acıklı manzaralarda Rasûlullah’ın hicretini gölgelemektedir. İçimizi sızlatan manzaralardan biri de istisnasız hemen her İslâm ülkesinde, yerli fakat satılmış batı beyinli simaların yönetime hakim olmasıdır. Böylece millet-devlet kaynaşması yerini çatışma almak suretiyle müslümanların bütün mesele ve müesseseleri fiilen ya da dolaylı olarak yabancı misyonların kanlı istilası altına girmiş bulunmaktadır. Bu eli kanlı İslâm düşmanları karşısında müslümanlar hala kısır çekişmelerle ve tevhit alemi dışındakilerin sundukları oyuncaklarla vakit öldürmektedirler. İşte asıl mesele budur.

Günümüzde İslâm dünyasının asıl meselesi; batının ve bâtılın kurt kapanının cehenneminde yanıp kıvrıldığının farkında olmak ve bu cehennemden kurtulmanın çarelerini aramaktır. Batının entrikaları ile İslam dünyasında meydana gelen birtakım kopmalar, ayrışmalar ve yabancılaşmalardan süratle uzaklaşarak, Rasûlüllah (s.a.v)’ın asrında olduğu gibi birlik ve beraberliğe sımsıkı sarılmaları hayati bir zarûrettir. Günümüzün Müslümanları 1431 yıldan beri silkiniş ve dirilişin ifadesi olan hicret bilincine ermeden yeniden dirilişini gerçekleştiremezler. Çileye talip olmayı, hak yola baş vurmayı bu uğurda maldan-mülkten, eşten-dosttan, vatandan-diyardan ayrı kalmayı ve her türlü zorluğa göğüs gererek cihad şuurunu bir vazife içinde telakki edersek o zaman Allah Rasûlünün Mekke’de başlayıp, Medine’de kurduğu ideal hayat nizamına kavuşmuş oluruz inşaallah!.. Gün doğmadan neler doğar!..

1431 Hicri yılımızın bütün Müslümanların silkinişine, birlik ve beraberliğine, özlediğimiz ilahi nizamın hayatımıza hakim olmasını Yüce Allah (c.c)’dan niyaz ederim.