İçeriğe geç
Anasayfa » TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN EN BÜYÜK İSRAF: ZAMAN

TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN EN BÜYÜK İSRAF: ZAMAN

“Kişinin mâlâyâniyi terk etmiş olması İslam’ı güzel yaşamasındandır.”[1]

“İnsanlardan en çok günah sahibi olanlar en çok mâlâyâni konuşanlardır.”[2]

“Allah’a ve ahiret gününe inanan ya hayır söylesin ya da sussun.”

“Kişinin mâlâyâniyi terk etmiş olması, İslam’ının güzelliğinden ve imanın kemâlindendir.”

Bu hadîs-i şerîflerde geçen “mâlâyâni” ifadesi, yalan söylemek, gıybet etmek, iftira atmak, alayvâri konuşmak, kalp kırıcı, onur zedeleyici, aşağılayıcı hakaretvâri sözler ve galiz kelimeler kullanmak demek değildir. Çünkü böylesi sözlerin tamamı haramdır. O halde mâlâyâni nedir? Mâlâyâni, kendisi ile hiçbir hedef ve gaye gözetilmeyen iş olsun, laf olsun, vakit geçsin, ömür sermayesi heba olsun diye sarf edilen boş sözler, faydasız ve lüzumsuz işler ve düşüncelerdir. Mâlâyâniyi terk, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınma hususunda boyun eğmek, kaza ve kadere uygun olarak Allah’ın kaza ve hükmüne tamamen teslim olmaktır. Böylece İslâmî yaşantı, kemâle eriyor ve ihsan derecesine ulaşmış oluyor.

İmam Nevevî’nin naklettiğine göre mâlâyâni ile ilgili bu hadîs-i şerîf, İslam’ın özü ve esasını teşkil eden dört hadîs-i şerîften biridir. Bunlardan ilki Buhârî ve Müslim’in ittifakla rivâyet ettikleri “el-Halâlü beyyinün ve’l-harâmu beyyinün…” (Helaller açık, haramlar da açıktır.) diye başlayan hadîs-i şerîftir.

Müttefekun aleyh olan ikinci hadîs-i şerîf ise, “Kişinin kendisi için arzu edip istediğini mü’min bir kardeşi için de arzu edip istemedikçe mü’min-i kâmil olamaz.” hadîsidir.

Üçüncü hadîs-i şerîf de yine İmam Buhârî ve Müslim’in ittifâken rivâyet ettiği, “İnneme’l-â‘mâlü bi’n-niyyâti…” (Ameller ancak niyetlere göredir.) diye başlayan hadîs-i şerîftir.

Dördüncüsü de yazımızın konusunu teşkil eden, yazımızın da başında zikrettiğimiz mâlâyâni ile ilgili hadîs-i şerîftir.

Konumuz ile alakalı olan şu âyet-i celîlelere de dikkat çekmek istiyorum:

“Şüphesiz insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona şah (can) damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı melek, yaptıklarını yazmaktadırlar. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyici hazır bir melek bulunmasın.”[3]

“Onlar (kurtuluşa eren mü’minler) boş (fuzuli) ve anlamsız şeylerden (söz, hareket ve düşüncelerden) yüz çevirirler.”[4]

“Ey Rasûlüm! Her ne durumda olursan ol, Kur’ân’dan ne okursan oku, Sen ve ümmetin her ne iş yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğiniz de biz ona mutlaka şahit oluruz; yerde ve gökte zerre kadar bir şey dahi Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçük ve daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta mevcut olmasın.”[5]

Bu âyet-i celîlede, nefsi murakabe etme usûlüne işaret ve amellere devam etmeye teşvik vardır. Kişi her an Allah’ın kendisinden haberdar olduğunu kesinlikle bilirse bütün zamanını İslam’a uymayan hallerden korur. Kur’ân ve sünnet ölçüsünün dışına çıkmaz.

Ariflerden biri şöyle der: “Kendini murakabe edemediğin zaman üzülmemen ve hata işlediğin zaman pişmanlık duymaman, kalbin öldüğünü gösteren alametlerdendir. Çünkü hayat, duygulu olmayı gerektirir. Bunun zıddı (manevî) ölüm belirtisidir. Çünkü her günah, gaflet ve unutmaktan kaynaklanır.

“Yoksa onlar bizim, sırlarını ve aralarındaki fısıldaşmaları işitmediğimizi mi zannediyor? Hayır, işitiyoruz yanlarında bulunan meleklerimiz de onların bu yaptıklarını bütün (işlerini, söz ve hareketlerini) yazmaktadırlar.”[6]

“Sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse müstesna, onların fısıltılarının çoğunda (gizliden gizliye konuşmalarında) hiçbir hayr yoktur.”[7]

“Mâlâyâni” -içi boş fuzuli şeyler- ile ömrünü törpüleyen, heba eden kimselerin sonunun, bir nedâmet ve bir hasret olduğu, meallerini sunduğum bu âyet-i celîlelerin işaretinden anlaşılmaktadır. Efendimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Cennet ehlinin cennette (iken) en çok hasret ve nedâmet duyacakları şey, (dünyada iken) Allah’ı anmadıkları (gafletle, fuzuli boş söz ve hareketlerle) geçirdikleri saatlerdir (anlardır).”

İsraf sadece malda değil, hayatımızın her alanında vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de on yedi yerde israftan bahsedilmiştir. Bu âyetlerden sadece üç tanesi yeme-içme hususundaki israfın önlenmesi ile alakalıdır. Diğer âyetler ise dolaylı olarak insan israfı ile alakalıdır.

İsraf, insanın bütün davranışlarında normal sınırları zorlaması veya aşması demektir. Kişinin, malını veya sahip olduğu tüm imkânlarını saçıp savurması ve hoyratça tüketmesidir. Asrımızın insanı, hayatın her alanında israfla iç içedir. Yiyip içmede israf, giyinip kuşanmada israf, uykuda israf, sağlık ve sıhhati korumada israf, gençliği değerlendirme konusunda israf, malda ve parada israf, meskende israf, seyahatte israf ve imanda israf. Tevhid inancının dışında bir inanca sahip olmak inancın israfıdır.

”İnançlarında israfa gidenler cehennem ehlinin ta kendileridir.”[8]

“Şüphesiz ki (Firavun) çok aşırı israfa giden zorbanın biri idi.”[9]

Amel ve davranışlarda israf ile ilgili Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ”Siz kadınları bırakıp da şehvetle erkeklere gidiyorsunuz. Muhakkak ki siz (çok aşırı) israfa giden bir kavimsiniz.”[10]

Konuşmada israf; gereksiz tartışmalar, mâlâyâni, dünya için de ahire için de fayda sağlamayan, içi boş, fuzuli konuşmalar şeklinde olur. Nefeste israf, boşa harcanan soluklar, telafisi mümkün olmayan en büyük israflardan biridir. Şeyh Sâdi Şirâzî, Gülistan isimli eserinde, “Alınan her nefes hayatı uzatır. Verilen her nefes de ferahlatır. Demek ki her nefeste iki nimet vardır. Her nimet için de bir şükür gerekir. Giren nefes çıkmazsa bütün servetinizi verir de çıkarmaya çalışırsınız. Demek ki bütün servetiniz bir nefese bile denk olamıyor.” der.

Dünya ahiret bir nefes,

Ve her biri diğerinden mukaddes.

(Necip Fazıl)

Zaman israfı da telafisi kesinlikle mümkün olmayan en büyük israftır. Oysa zaman nimeti; peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kimselerin yolunu izleyerek onların kervanına katılmak suretiyle Allah’ın rızasını kazanmak için Rabbimiz tarafından biz kullarına ihsan edilen en büyük nimettir.

Evinize bir hırsız girip eşyalarınızı çalsa kıyameti koparır ve her tarafı ayağa kaldırırsınız değil mi? Fakat vaktinizi çalıp götüren zaman hırsızlarına ağzınızı açıp “Lâ havle” bile demezsiniz. Oysa çalınan eşyanızı zaman nimeti sayesinde ya çalışarak ya da birilerinin desteği ile elde etmek mümkün iken kâinat bir araya gelip güç birliği yapsa, onların, çalınan zamanın bir saniyesini dahi geri getirme imkânı var mıdır?

Yine kilolarca altınınızı kaybettiğinizi düşünün, zaman nimeti sayesinde bu kaybı tamamen veya kısmen telafi etmeniz mümkün. Fakat boşa geçirdiğiniz zamanı telafi etmek veya kirlettiğiniz zamanı aklamak için o zamanın bir dakikasını geri getirme şansınız var mı?

Demek ki zaman nimeti sayesinde altın ve daha kıymetli birçok şey elde etmek mümkün. Ama bütün dünyayı feda etseniz çalınmış olan zamanınızın bir saniyesini geri getiremiyorsunuz. O halde zaman mı değerli, altın mı?

Demek ki asıl hırsız, zamanınızı çalıp sizi müflis duruma düşürenlerdir. Peki, bu hırsızlar kimlerdir? Hiçbir hedef gözetmeyen laf olsun, vakit geçsin diye fuzuli işlerle uğraşmanıza veya zamanınızın günah kiri ile kirlenmesine sebep olanlardır. Bunlar, değerine paha biçilemeyen en kıymetli ve en değerli nimet olan zamanın, amansız, acımasız ve insafsız hırsızlarıdır. Bu hırsızlar bazen şahıs, bazen bir alet, bazen de kurum ve kuruluşlar olarak karşınıza çıkıyor. Mesela televizyonlar, internet, telefon ve daha niceleri…

En son yapılan araştırmalara göre Türkiye, günlük televizyon izleme oranlarında dünya genelinde 330 dakika ile, yaklaşık 6 saat, birinci sırada yer alıyor. Uzmanlar, zamanın büyük bir bölümünü ekran başında geçirenlerin, sosyolojik ve psikolojik çok büyük sorunlar yaşayabileceğini belirtiyorlar.

Telefon konuşmalarında da dünya genelinde en çok konuşan ülke olarak birinci sırada yer alıyoruz. Hâlbuki İslam’da önerilen, öngörülen, emir ve tavsiye edilen çok konuşma değil, tam aksine tezekkür, tefekkür, tedebbür, akletme, az konuşma veya susmaktır. Neticede de icraattır. Bu üstün meziyetleri taşıyanlar hem hizmet ve icraat yapan hem de üretken kimselerdir.

Nihâyetinde bunların hepsi, insan israfına götürür ki bu da ya belirli bir süre ya da ebedî olarak cehennem azabına dûçar olma sebebidir.

 

Geldi geçti ömrüm benim

Şol yel esip geçmiş gibi.

Hele bana şöyle gelir,

Şol göz açmış, yummuş gibi.

(Yunus Emre)

 

Bu dünyanın cefası çok,

Oku ilim ile irfanı,

Geçen günler geri gelmez.

Sefasına sıra gelmez.

(Süleyman Hilmi Tunahan)

 

[1] Mişkâtü’l-Mesâbîh, 4840 numaralı hadîs-i şerîf.

[2] Mişkâtü’l-Mesâbîh, 4841 numaralı hadîs-i şerîf.

[3] Kâf, 50/16-18.

[4] Mü’minûn, 23/3.

[5] Yûnus, 10/61.

[6] Zuhrûf, 43/80.

[7] Nisâ, 4/114.

[8] Mü’min, 40/43.

[9] Duhân, 44/31.

[10] A‘raf, 7/81.