İçeriğe geç
Anasayfa » TEMBELLİK VE ŞÜKRANLIK KISKACINDA “KANAAT”

TEMBELLİK VE ŞÜKRANLIK KISKACINDA “KANAAT”

“Verilene razı olmak”, “elde olanla yetinmek” anlamları ile bildiğimiz kanaat kavramı, darlıkta da bollukta da şükür merkezli hareket etmeyi, Allah’tan gelene tevekkül anlayışı içerisinde teslimiyet sergilemeyi iktiza eden bir hali imlemektedir. Kanaat, Allah’a karşı güven merkezli bir bağlılık içerisinde kişinin yeryüzünde kendisini O’ndan başkasına muhtaç hissetmeksizin havf ve reca arasında nefes aldığı bir hali ifade etmektedir. Bu hal içerisindeki insan, iman ettiği yüce varlıktan başka hiçkimsenin, sahip olduğu “şey”ler üzerinde tasarruf hakkına sahip olmadığını bilir ve buna göre hareket eder. İnananlar açısından arzu edilen herhangi bir şeyin elde edilmesi ya da kaybedilmesi eşittir ya da eşit olmalıdır. Bu bilinç hali, inanan bireyin psikolojik dünyasında bambaşka pencereler açmaktadır. Bu noktada kanaatkarlık anahtar bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yazıda kanaat ile ilgili olarak söz konusu bilinç halinin psikolojik yansımaları üzerinde durulacaktır.

Psikoloji alanında insanın hayat rotasına yönelik “sahip olmak” ya da “olmak” şeklinde ifade edilen temelde iki çizgi bulunmaktadır. Buna göre “sahip olmak” eğiliminde olan insanlar, tam anlamıyla hücum parolasıyla sahip olunabilecek ne varsa elde etmek için çabalar; yaşamda kalabilecek kadarıyla yetinmek yerine her şeye daha çok sahip, herkesten daha fazlasına layık olmayı yaşamın tek amacı olarak görür. Bu kimseler, zenginleştikçe, biriktirdikçe; yani sahip oldukça kemâle ereceklerini düşünmektedir. Kaybetmek, umduğunu elde edememek, bu gruptaki insanlar için dünyanın sonu olabilir. Nitekim tüm yaşamını “sahip olma” üzerinden kurgulamış bu kimseler için yaşamda başka anlam alanları söz konusu değildir. Bu çizgi üzerinden hayata sarılan kimseler sadece mal, mülk, servet biriktirmekle kalmayıp; sevgi, merhamet, adalet, inanç gibi duygu ve değer alanları dâhil her şeyi “sahip olma” uğruna kurban edebilmektedir. Yani “sahip olma” eğilimindeki insanlar için sevgi, karşı tarafı kendisine hizmetçi kılmak için kullandığı bir araç; adalet ise hukuk sistemi içerisinden pay devşirmek için istismar ettiği bir fırsattır. Hem kendisine hem de çevresindeki insanlara zarar verdiği bu davranış ağı içerisinde kişinin odak noktası kendisi olmadığı için insanlığın ne kazandığı, kendisinin neler kaybettiği, ne kadar yorulduğu pek de önemli değildir; önem arz eden tek bir şey vardır ki o da her şeye “sahip olmak”tan geçmektedir. Bu bağlamda tüketimin, günümüz aşırı tüketim toplumunun belki de en önemli sahip olma biçimi olduğu ifade edilmektedir. Buna göre insan, sahip olduğu ve tükettiği şeyler dışında hiçliğe mahkumdur.[1] Kişinin inandığı din dahi bu tutum ve davranışlardan payını almaktadır. Nitekim böyle bir anlayışa sahip olan inançlı kimselerin sergiledikleri dinî tutumlara bakıldığında Allah’ın rızasından ziyade farklı motivasyonlarla hareket ettikleri görülür. Dünyevî menfaatlerin baskın olduğu bu anlayış içerisinde din, fertlerin ancak kendi huzurları için gerekli ve önemlidir.

Diğer taraftan “olmak” şeklinde ifade edilen, insanın asıl varoluş sebebine atıfta bulunan bir tutum ve davranış çizgisindeki insan, kendisine ve dünyaya karşı derinden hissettiği bir sorumluluk duygusu içerisinde yeryüzünde yaşamını devam ettirmektedir. Dünyayı sorgusuzca “tüketme” eğiliminden ziyade insanlığa katma değer sunma derdine sahip olan bu kimseler, aldatıcı dış görüntünün ardını görme kudretine sahip olup, kâinatı kanaat merkezli okuma gücüne sahiptir. “olmak” eğilimindeki inananların, dünyaya “sahip olma” merkezli bakmaktan ziyade dünyayı “emanet” görme bilinci içerisinde hareket ettikleri görülür.[2] Tasavvuf kültüründe de önem atfedilen ilkeler olarak insanlara ihtiyaç duymama, az yeme, az uyuma, zahidane bir yaşama sahip olma gibi ölçüler, kâmil insan olma yolunda kanaatin önemine işaret etmektedir. Bu çerçevede dini, hayatının merkezinde konumlandıran kişilerin, doğru yoldan sapmamak adına bu ilkelere riayet etmeleri önem arz etmektedir.  Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de “Dünya hayatı aldatıcı bir meta‘dan başka bir şey değildir”[3] şeklinde ifade edilen ayet-i kerimede, dünyaya ait olan her şeyin aldatıcılığı ve geçiciliği  üzerinde durularak insan fıtratındaki meyletme riskine işaret edilmektedir. Dünya hayatının cazibe alanları, inananları kanaatten uzaklaştırarak az önce ifade edilen “sahip olma” dürtüsü ile baş başa bırakabilmekte; bu durum ise dinî gelişimin önünde bir engel oluşturabilmektedir. Diğer taraftan kanaatkarlık, inanan insanlar açısından bu risk alanlarını azaltmaktadır.

Fakat bu noktada kanaatin, insanları tembelliğe sürükleyebileceği yönünde bir soru işareti belirebilir. Kanaatkâr olmak psikolojik açıdan, sanki olumsuz bir kişilik özelliği gibi algılanabilmektedir. Bu kişilerin elindekilerle yetinmeye çalışan, şükreden, daha fazlasını düşünmeyen kimselermiş gibi telakki edilmesi, bazen tembel, kırılgan, dayanıklılık düzeyi düşük bireyler olarak algılanmasına sebebiyet verebilmektedir. Halbuki kanaatkarlık, dünyaya yönelik gayreti yok eden bir unsur olmaktan ziyade kişinin iç âleminde dünyaya ait olan şeylere karşı kayıtsızlığı ifade etmektedir. Diğer taraftan kanaat, aktif bir bilinç hali ile dünya ve ahiret dengesini gözeten insanlar açısından çalışmayı teşvik eden bir güç unsuru olabilmektedir. Nitekim Allah’tan başkasına karşı beklenti içerisinde olmayan bir Müslüman, diğer taraftan ancak çalıştığının karşılığı olduğunun bilinciyle dünya işlerinde azami gayret sarf ederek kendisine avantaj sağlayabilir. Nihayetinde elinden geleni yapmakla mükellef olduğunu bilen kimse için elde edilen her şey “kanaat” kategorisi içerisinde değerlendirilmektedir. Böylelikle inanan insan için çalışmak, her ihtimal dahilinde bir kazanç unsuru haline gelmektedir. Dolayısıyla “kanaat” merkezli hareket etmek, “olmak” yolundaki Müslümanlar açısından bir motivasyon kaynağı olarak zikredilebilir.


[1] Erich Fromm, “Sahip olmak ya da Olmak”, Arıtan Yayınevi, İstanbul, 2003.

[2] Ali Ayten, “Sahip Olma’mı ‘Emanet Görme’ mi? Çevre Bilinci ve Dindarlık İlişkisi Üzerine Bir Araştırma”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, C:10, S: 2, 2010.

[3] Âl-i İmrân, 3/185.