Sosyoloji ilminin öncülerinden olan İbn Haldun’a göre toplumlar ve devletler insanlara benzer. Hepsinin ortak kaderinde doğmak, serpilmek ve nihayete ermek vardır. Yüce Yaratıcı bütün nizamı bu esas üzerine inşa etmiştir. Bu minvalde nasıl ki insanların mutedil olanı makbulse toplumların ise ahlakî değerleri yüksek seviyede olanları, devletlerin de istikrar bulanları değerlidir.
Toplumların ahlâkî dengesini belirleyen en önemli husus ise refah zamanında paylaşan ve şükreden, darlık ve zorluk zamanında da sabreden insanlardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de anlatıldığına göre bazı kavimler refah zamanlarında azgınlık ve isyanı tercih ettikleri için helak edilmişler, bazıları da sabrettikleri için övülmüşlerdir.[1] Her şey zıddıyla kâimdir ilkesine göre refah ve darlık hali her ne kadar birbirlerine zıt olsalar da birinin kıymeti diğerinin varlığıyla anlaşılabilir. Çünkü ilahi irade iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini, şükür ile sabrı, zenginlik ile fakirliği kulları arasında taksim etmiş ve eşyanın kıymeti insanlarca bu şekilde takdir edilmiştir.
Ebu Zerr Gıfârî (r.a)’den nakledildiğine göre ashâb-ı Rasûlullah (sav)’tan ve fukarâ-yı muhacirînden bazı kimseler Nebi-yi Ekrem’e (sav) gelip şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın Rasûlü! Servet sahibi olanlar büyük büyük ecirleri ve sevapları alıp gidiyorlar. Onlar hem bizim gibi namaz kılıyorlar hem de bizim gibi oruç tutuyorlar. Ayrıca artan mallarıyla da sadaka veriyorlar. Bunun üzerine Hz. Rasûlullah (sav) şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri size tasadduk edecek şey vermemiş mi ki? Niçin böyle söylüyorsunuz? Her tesbihinize karşılık yani Sübhânellah sözünüze bir sadaka ecri vardır. Her tahmidinize yani Elhamdülillah sözünüze karşılık bir sadaka ecri vardır. Her tehlilinize yani Lâilâhillallah sözünüze karşılık bir sadaka ecri vardır. Emr-i bi’l-marufta da sadaka ecri vardır. Nehy-i ani’l-münkerde de sadaka ecri vardır.”[2]
Bu hadiste fakir olan bazı sahabenin zenginlerinin sadaka vermelerine özenerek cennette kendilerinden daha yüksek derecelerde olacaklarına imrendikleri ve bunun telafisi için Efendimiz’den talepte bulundukları anlaşılmaktadır. Nebiyyi zî-şân Efendimiz onları zikrullah ve emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yapmaya teşvik etmiştir. Çünkü her iki salih amel de ahiret azıklarının en değerlilerinden ve zenginlerin sadakasına denk gelecek kıymeti haizdir. Nitekim bu görüş Endülüslü hadis âlimlerinden Kâdı Iyâz’a aittir. Ona göre tesbih, tekbir ve benzerlerine sadaka denilmesi benzetme suretiyle gerçekleşmiş ve sadaka gibi bunların da sevapları eşit değerdedir. Bu hadis-i şerifte ehl-i düsûr ile kastedilen kimseler ise çokça malı olan zenginlerdir.[3] Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek ondan talepte bulunanlar ise ashabın fakir olarak bilinenleridir.
İslam tarihinde bu gibi hadis-i şerifler müzakere edilmek suretiyle zenginliğin mi yoksa fakirliğin mi daha faziletli olduğu daima tartışılmıştır. Bazı alimler fakirliği daha faziletli olarak görmüş ve ekseriyetle fakirliğin lehindeki hadisleri nakletmişlerdir. Endülüslü Buhârî şârihlerinden İbn Battal da fakirliğin faziletiyle ilgili hadislerin zâhirinden fakirliğin daha üstün olduğunun anlaşılabileceğini söylemiştir. Ona göre İmam Buhârî de onunla aynı fikirdedir. Çünkü el-Câmiu’s-sahîh’indeki Rikâk bölümünün on altıncı bâb başlığı “Fakirliğin fazileti” şeklindedir. İbn Battal, bu bâbdaki hadislerin şerhini yaparken zenginliği yahut fakirliği daha faziletli addeden her iki grubun da delil olarak aldığı hadislere işaret etmiş ve onların görüşlerini zikretmiştir. Ancak ona göre her iki zümre de bu konuda yanılmıştır. Çünkü İbn Battal’a göre ne fakirlik ne de zenginlik başlı başına bir değerdir. Her iki durum da insanlar için bir sınanma ve imtihan vesilesidir. Fakirler sabretmekle, zenginler de şükretmekle mükelleftir. O, bu hadislerin birbirleriyle çelişmediğini düşünmekte ve zenginlik yada fakirliğin fazileti noktasında herhangi bir tercihte bulunmayarak orta yolu takip etmektedir. Ona göre başkasına muhtaç olmayacak seviyedeki kefâf hali yani orta yol en üstün olandır.[4]
Osmanlı âlimlerinden İmam Birgivî de sabreden fakir ile şükreden zenginden hangisinin daha üstün olduğu konusunda bir risale yazmış ve bu ihtilafta şükreden zenginlerin daha faziletli olduğu kanaatine sahip olmuştur.[5] Zira başkasına fayda veren zekât gibi ibadetler sadece kendisine fayda veren namaz gibi ibadetlerden daha üstündür. Bundan dolayı hem mâlî hem de bedenî bir ibadet olan zekât zenginler tarafından yapılabileceğinden şükrettikleri takdirde cennette fakirlere göre daha yüksek mertebelere nail olacaklardır.
Ancak her iki âlimin görüşü dikkate alındığında aslolanın ne fakirlik ne de zenginlik olduğu düşünülebilir. İmtihan dünyasında aslolan, zenginlikte gaflete düşüp kibre kapılmamak ve infak etmek; darlıkta ise harama tenezzül etmeden sabretmektir. Zira toplumlar darlık zamanında genişliğin, refah zamanında da yoksulluğun kıymetini idrak ederler. Netice itibariyle Müslüman toplumların içinde bulundukları iktisadi şartlara bağlı olarak müreffeh dönemlerde zühd, darlık zamanlarında da sadaka ve infakın öne çıktığı da bir vakıa olarak değerlendirilmelidir.
[1] Âl-i İmrân, 3/181; Yunus, 10/24.
[2] Müslim, Zekat, 53
[3] İbnü’l-Esîr, en-Nihaye fî garîbi’l-hadis, II/100.
[4] İbn Battal, Şerhu Sahîhi Buhârî, X, 170-174. İbn Battâl’dan nakleden Saffet Sancaklı “İbn Battâl (ö. 449/1057) ve Buhârî Şerhi”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 2007, c. VII, sy. 1, s. 85.
[5] İmam Birgivî, “Şükreden Zengin ile Sabreden Fakirin Birbirine Olan Üstünlüğü”, çev. Saffet Sancaklı, Diyanet İlmi Dergi, 2008, c. XLIV, sy. 4, s. 107-120.