İçeriğe geç
Anasayfa » TOPYEKÜN MİLLÎ BİR TEVBE

TOPYEKÜN MİLLÎ BİR TEVBE

            Allah Teâlâ meleklerine: “Ben yeryüzüne bir halife koyacağım…” buyruğuna karşı ilk “Niye?” suali meleklerden, verdiği emre karşı ilk itiraz ve isyan ise “İblis”ten gelmiştir.

“Biz, meleklere (ve cinlere): Âdeme secde edin, dediğimizde, İblis hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.”[1] Allah Teâlâ’nın emrine karşı geldi. Ve bu isyanından vazgeçip tevbe de etmedi. Böylece İblis ilk kovulan, melekler ise bu emre ilk itaat edenler oldular.

Yeryüzünde Allah Teâlâ’ya karşı insanın yaptığı ilk itaat tevbedir. İblis verilen emre itaat etmedi. “Beni ateşten, onu topraktan yarattın. Ben ondan daha hayırlıyım. Ben senden başkasına secde etmem.” gibi yaptığı yanlışa kendince haklı bahaneler bularak, inadından vaz geçmedi. Onun için günahları ısrarla işleyip buna bahane üretenler İblis aleyhillanenin yanlış yolunda gittiğini bilmeyenlerdir. Tevbe edip pişman olanlar ise, Âdem aleyhisselamın yolunu tutanlar olmuştur.

Onun için, tevbeye yanaşmamak mel’un İblis’in; tevbe ise Âdem aleyhisselamın vasfı ve ahlâkı olmuştur. Peki, bu günahların kaynağı ve sebebi nedir?

Günahın ilk kaynağı, yaratıcının koymuş olduğu hükümleri yani, emir ve yasakları çiğnemektir. Allah (c.c) günahı yaratmış; ama işlenmesini yasaklamıştır.

Günahın birinci sebebi, insanı dışarıdan tıpkı mıknatıs gibi çeken şehvet ve lezzetler, ikincisi ise insanı içinden günaha iten şehevî arzulardır.

Şehvet ve lezzet arzuları ile donatılmış insanoğlunun karşısına, şehvet ve lezzetler konularak, kendisi imtihan edilmektedir. “Cehennem şehvetlerle peçelenmiş, cennet ise zorluk ve nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle peçelenmiştir.”[2] Bu zor bâdireyi atlatanlar yani, lezzet ve şehvetlerini haram yoldan elde etmekten vazgeçip, onları helal yoldan karşılayanlar; zorluk ve meşakkatlere katlanıp kulluk edenler, menzil-i maksutlarına ulaşırlar. Aksi halde, günahlarla ihtiyaçlarını karşılayanlara cehennem kaçınılmaz olur.

Âşikâre işlenen günahların tevbesi âşikâre, gizlice işlenen günahların tevbesi de gizli olarak yapılmalıdır. Yine, ferdî olarak yapılan günahların tevbesi ferdî, toplum halinde işlenilen günah ve isyanların tevbesi de topluca olmalıdır.

Hz. Muaz (r.a): “Ya Rasûlallah, bana nasihatte bulun(ur musun)!” deyince, Rasûlullah (s.a.v): “Gücün yettiğince, Allah’a karşı gelmekten sakın. Her taşın ve ağacın yanında (daima) Allah’ı zikret. Bir kötülüğü gizli işlediğinde gizli, açık olarak işlediğinde açıktan Allah’a tevbe et.”[3] buyurdular.

Günahlar âşikâre işlenmedikçe, zararı sadece işleyenine ait kalır. Ancak günahlar açık açık işlenir de bunu değiştirmeye gücü yetenler, o günahın işlenmesine mani olmazlarsa, o zaman işlenilen günahın durumuna, şekline derecesine göre buna ses çıkarmayanlar da bu suça ortak olmuş olurlar. O isyanı işleyenler gibi onlar da ahiretteki cezalarının yanı sıra dünyada da bu sebepten inen belâ ve musibetlerden paylarını alırlar. Çünkü günahların âşikâre işlenmesi, başkalarının onu kötü örnek almasına sebep olur. Bu da, toplumun ahlâkını günah istikametinde değiştirmeye başlar. Günahlar herkesin kabullendiği, normal ahlâk haline gelince, işte o zaman maddî ve manevî felâket, topyekûn herkesi önüne katar, götürür.

Kur’ân-ı Kerîm’de; Şuayb aleyhisselam, Ad, Semud, Firavn, Karun kıssaları anlatıldıktan, hepsinin aynı ifsat ve isyan yolunda giderek yanlışlarından dönmediklerinden dolayı dünyada çarpıldıkları azap anlatılarak, şöyle buyrulmuştur: “Nitekim, onlardan her bir kavmi günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine, taşlar savuran rüzgârlar gönderdik. Kimini korkunç bir ses yakaladı (bir patlama ile helâk oldular). Kimini (depremle) yerin dibine geçirdik. Kimini de (tufanla) suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar (Allah’a isyanla) kendilerine zulmediyorlardı.”[4]

Yeryüzünde yaşayanlara gelen umûmî felaketler, musibetler ve belâlar, onların işlemekte oldukları umûmî isyanları yüzündendir. Allah Teâlâ, kendisine karşı işlenen açık isyanlardan tevbe etsinler diye kullarına belalar musibetler göndererek evvelâ onları ikaz eder. Onlar da bu uyarıları dikkate alırlar da o isyanlarından vazgeçerlerse, Allah Teâlâ da onlara azaptan vazgeçer. Şayet isyana devam ederlerse Allah Teâlâ da azap gönderir. “Eğer isyan ve ifsada dönerseniz, bizde azaba döneriz.”[5] Bu değişmez bir ilahi kanundur.

Kullandığınız arabanızda bir arıza olursa, karşınızdaki göstergede hemen bir ikaz ışığı yanar. Organlarınızdan birinde bir arıza olursa sancılanmaya, kıvranmaya başlarsınız. Bunların sebebi, var olan bir tehlikeyi ilandan ibarettir. Aynen bunun gibi, gerek ülkemizde gerekse diğer İslam memleketleri ve dünyanın diğer ülkelerinde meydana gelen felaketler, hep var olan bir yanlışın, kevnî sünnetlere (Allah’ın koyduğu evrensel kanunlara), şer’î ahkâma ters giden bir gidişatın manevî habercileridir. Bunlarla, şu ilan edilir: “Tevbe edilip, bu yanlıştan vazgeçilsin.” Akıllı olanlar, bu uyarıları dikkate alır, tevbe eder ve bu yanlışlardan vazgeçerler ve kurtulurlar. Bunlardan ders almayanlar ise, hak ettikleri cezaya çarptırılırlar.

Bunu, Türkiye üzerinde somutlaştıracak olursak şunu açıkça anlarız: “Bugün, Türkiye’de meydana gelen terör ve isyan olaylarının, tutuşan fitne ve ayrılık ateşinin tek bir sebebi vardır. O da: Allah’ın kitabı ve peygamberin sünneti kısıtlama altına alınarak, dinin bize hükmetmesi gerekirken, bizim dine hükmetmemizden kaynaklanmaktadır. Bu yanlıştan, ümmet olarak, topluca tevbe edip dönmeden bu belalardan kurtulmak mümkün değildir. Bunlar sadece güvenlik tedbirleriyle halledilmesi mümkün olmayan felaketlerdir.”

Şimdi burada size peygamberî bir reçeteden söz edeceğim:

Hz. Ömer (r.a) Efendimizin oğlu Abdullah şöyle demiştir: “Biz Rasûlullah (s.a.v)’ın yanında bulunuyorduk. O, kötülüklerinden Allah’a sığınarak gelecek olan beş beladan bahsetti. …(Bunlardan dördüncüsü:) idarecileriniz Allah’ın indirdiği kanunlarla hükmetmezlerse, Allah onların üzerine, onların düşmanlarını salar ve o düşmanlar, onların ellerinde olan bir kısım varlıklarını yağmalarlar. (Beşincisi:) onlar Allah’ın kitabı, Rasûlünün sünnetiyle muamaele etmezler, onu âtıl hale getirirlerse, Allah onların savaşlarını kendi aralarına koyar.”[6]

Burada, bize duyurulan:

1- Allah’ın kitabıyla hükmetmezseniz, mallarınız elinizden alınır. Hadis-i şerif Rasûlullah (s.a.v)’ın bir mucizesidir. Ve bugün, aynen haber verdiği gibi ortaya çıkmıştır ki, İslam ülkelerinin elindeki madenler, petroller, yer altı kaynakları ve yer üstü mal varlıkları şu veya bu şekilde yabancılar tarafından yağmalanmaktadır. Dünyada yabancı paralarla dönen ticaretin çarkı, o para sahibi ülkelerin namına Müslümanların sahip oldukları servetlerini, mal varlıklarını, alın terlerini ellerinden almaktadır. İki ton kâğıda basılan dolar, Konya Ovası’nın mahsulünü, Adana’nın pamuğunu, Karadenizin fındığını, binlerce ton maden cevherini ve diğer İslam ülkelerinin milyonlarca ton petrolünü alıp götürmektedir.

2- Allah’ın kitabını, Rasûlün sünnetini çalıştırmazsanız içinizde isyanlar çıkar. Bugün Allah’ın kitabı Kurân, Muhammed aleyhisselamın yolu muattal hale getirilip terk edildi. Kuranın bağından, Rasûlün sünnetinden kopartılan bu millet, iç isyanlarla, haçlıların organize edip desteklediği, her türlü yardımı yaptığı terör örgütü ile boğuşmaya başladı. Kur’ân’a ve sünnete dayalı hükümler işlemeyince, hevâî arzulara dayalı kanunlarla adalet ve asayişin sağlanması mümkün olmadı. Allah (c.c) hangi suça, hangi cezayı koymuşsa, o suçu ancak o ceza caydırır. Bunlardan her birine daha ağır, daha değişik ceza konsa da o suçları önlemesi mümkün olmaz.

İnsanoğlunun terbiyesi, çok yönlü olarak Rabbimiz tarafından Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlünün sünnetiyle düzenlenmiştir. İnsanın dünya ve ahiret saadeti, terbiye edilmesine bağlıdır. Allah Teâlâ insanlara İslam dinini, peygamberi aracılığı ile göndermiş ve insanları o dinin ahkâmına uymaya davet etmiştir. Bu dinin ahkâmında, dünyada yaptığı işlere karşı ahiret sorumluluğu, işlemesi muhtemel bazı suçlarından dolayı da dünyada cezâî müeyyideler (yaptırımlar) konularak insanoğlunun hal ve hareketleri disiplin altına alınmış ve böylelikle toplumun huzuru ve sükûnu sağlanmıştır.

İslam’da öyle fazla cezâî müeyyide cinsi yoktur. Ama hiç değişmeyen, toplumun bilincinde sürekli taze kalan caydırıcı hükümler vardır. Bunlar da:

a- Hadd cezaları. Bu cezalarda, dinden dönen mürtedlere, adam öldürenlere, zinâ eden ve zinâ iftirasında bulunanlara, alkollü içki kullananlara, hırsızlık yapanlara ve yol kesenlere verilen cezalardır. Bu cezaları değiştirmeye, affetmeye, kaldırmaya kimsenin yetki ve salahiyeti bulunmamaktadır. Bunlar herkesi bağlayan kesin cezalardır.

b- Ta’zîr cezası. Kamu güvenliğini korumak için devlet başkanına tanınan ta’zîr cezalarıdır.

Allah’ın kitabı, Rasûlünün sünneti tam olarak çalıştırılırsa, İslam toplumunda sadece yukarıda sayılan suçlar ârızî olarak işlenebilir. Onlara konulan caydırıcı cezalar da, suç düşüncesini temelinden keser atar. Dolayısıyla herkesin; canından, malından namusundan, aklından, dininden emin olduğu huzurlu bir toplum meydana gelmiş olur.

Bu cezalar uygulanmayınca da:

1- Müslüman’ın aile hayatı; İslam ahlâkı, ahiret inancı, iç güvenliği, helal-haram anlayışı, alt üst oldu. İslam dinine sıkı sıkıya bağlı olması gereken ümmet, bugün olduğu gibi, başkalarının yanlış yollarına tâbî olmaya, kendi kimliklerini kaybetmeye, onların ahlakını, inanışlarını ve topyekûn hayat tarzlarını benimsemeye başladılar. “Milletlerine, uymadıkça Yahudiler de, Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra, onların hevâî arzularına (bağlı düzenlerine) tâbî olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”[7] Onlara tâbî olmak demek “entegre olmak” değil bir birinin işine karışmadan yaşamak, yani “asimile olmak” demektir. Yani kimliğiniz tamamen silinecek, eriyip tükeneceksiniz. Onlardan ayırt edilmez hale geleceksiniz. Ayrı-gayrı kalmayacak, işte o zaman sizden razı olurlar. Aksi halde onların sizden razı olması mümkün değildir.

2- Herkes hak ettiği cezayı görmeyince toplumun bünyesinde biriken, kin, nefret ve intikam duyguları kargaşa ve isyana zemin hazırlar. Bunu fırsat bilen yabancı devletler ve güçler de bu fitne ateşini körüklerler. Bugün düşmanların yaptıkları bundan başkası değildir.

Onun için tutulan bu yanlış yol, top yekûn millî bir tevbe ile terk edilmelidir. Bu yapılırsa, Allah Teâlâ dıştaki düşmanların gönlündeki kirli planlarına, içtekilerin gönlünde alevlenen bu isyan fikrine fırsat vermez.

Tarihe bakıp da ondan ibret almak lazımdır. Osmanlı Devleti yavaş yavaş, Allah’ın kitabından yüz çevirmeye, kopmaya başladığında düşmanları onların üzerine musallat oldu. Onlar bu yanlışlarından dönmeyince Haçlı sürüleri Osmanlı’yı ufaladı, param parça etti. Osmanlının şahsında İslam’dan intikam alındı. Onlardan sonra gelenlerin yaptıkları yanlışlar daha da derinleştirilerek uygulanınca, bu sefer de başa iç isyanlar, dış müdahaleler gibi daha beter belâlar geldi. Bundan kurtulmanın tek yolu, Allah’ın kitabını ve Rasûlünün sünnetini muattal halden kurtarıp, onları işler hale getirmektir. Bundan başka çıkar yolda yoktur. Aksi halde Haçlıların bu kirli planları, satın alıp kandırdıkları insanlar üzerinden işlemeye devam edecektir.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk: “Ey iman edenler! Samimi (öğüt veren) bir tövbe ile Allah’a tevbe ediniz. Umulur ki Rabbiniz çirkinliklerinizi ve günahlarınızı örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir.”[8] buyurmaktadır. Dikkat edilmelidir ki, ayet-i kerimede “tûbû(tevbe ediniz)” emri çoğul kalıbıyla emredilmiştir.

“Ey müminler! Topluca Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”[9] Bu ayet-i kerimede de yine “tûbû(tevbe ediniz)” emri çoğul sigayla/kalıpla emredilmiş ve burada ayrıca “cemîan(topyekûn)” kelimesiyle de tekrar edilerek pekiştirilmiştir. Bunların manası: “Toplanın, bir araya gelin. Allah’ın kitabına, Rasûlünün sünnetine karşı gelmekten vazgeçeceğinize, onları hayat düstûru olarak uygulayacağınıza hep birlikte söz verin.” demektir. Tıpkı Yûnus aleyhisselamın kavminin yaptığı gibi.

Yûnus aleyhisselam kavminin arasından ayrıldıktan sonra, vaat edilen azabın işaretleri görülmeye başlandı. Bunun üzerine kavmi, yaptıkları yanlışları anladı. Evlerin damına, yüksek yerlere çıkarak feryat-figan edip yalvarmaya başladılar. Yaptıkları yanlıştan, puta tapıcılıktan döndüler. Birbirlerine yaptıkları zulümden dolayı hak sahiplerine haklarını iade ettiler: “Yûnus kavmi (tevbe edip) iman edince, biz onlardan dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre (dünya nimetlerinden) faydalandırdık.”[10] Allah Teâlâ’nın rahmeti ile kendilerine tazarru etmek nasip oldu da tevbe ettiler. Bunun üzerine onlara gelmekte olan azap kaldırıldı. Ve onlar da bu azaptan kurtuldular. Azap gelmekte iken tevbe edip kurtulan tek ümmet Yunus aleyhisselamın ümmeti olmuştur.  Bu tevbenin kabul edildiği gün de Cuma gününe rastlayan Âşûrâ günüdür.”[11]

Hz. Ali radıyallahu anh rivayet eder ki: “Bir adam Rasûlullah (s.a.v)’a ‘Sene içerisinde, Ramazan’dan sonra hangi ayı oruç tutayım?’ diye sordu. O da, Muharrem ayında oruç tutmasını emretti ve “Muharrem ayında bir gün vardır ki, Allah (c.c) o gün bir kavmin tevbesini kabul etti. (Daha sonra) başka bir kavmin de tevbesini kabul eder.’ diye buyurdu.”[12]

Ferdî günahları tetikleyip fertleri azdıran, onları günah makinesi haline getiren, günaha mani olmak şöyle dursun, üzülerek ifade edelim ki, günahı teşvik eden -hatta günahı emreden- yasalar ve uygulamalardır. Bunlar düzeltilmedikçe, fertlerin işlediği günahların önüne geçmek mümkün olmayacaktır. Milli bir tevbe için, İslam ülkelerinin meclisleri Allah’ın kitabına, Rasûlünün sünnetine dönmek için karar alıp bunu da millete sunmalı, millet de topyekûn tevbe edip bu yanlıştan döndüğünü ilan etmelidir. İşte o zaman Allah’ın izniyle bu belâlardan kurtulmak mümkün olacaktır. İnsanlık tarihinde Yûnus aleyhisselamın kavminden sonra ikinci mağfiret edilen kavim ve ümmet belki biz oluruz.

Ya Rab! Bizi, hakîkî tevbe etmeyi nasip ettiğin kullarından eyle. Âmin.

Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi rabbi’l-âlemîn.

[1] Bakara, 2/34.

[2] el-lü’lü’ü ve’l-mercan, I, 894.

[3] el-Mu’cemü’l-Kebir, XX, 159.

[4] Ankebut, 29/40.

[5] İsra, 17/8.

[6] Beyhakî, Şu’abu’l-îmân, III,197.

[7] Bakara, 2/120.

[8] Tahrim, 66/9.

[9] Nur, 24/31.

[10] Yunus, 10/98

[11] Keşşâf (Yunus, 10/98).

[12] Sünen-i Dârimî, II, 35.