İçeriğe geç
Anasayfa » ULEMA VE AVAM – I* (Kazanlı Halim Sabit)

ULEMA VE AVAM – I* (Kazanlı Halim Sabit)

Neşre Hazırlayan: Abdullah Taha İmamoğlu**

Zamanımızda talebe-i ulûmumuzun on beş yirmi sene zarfında ulûm-ı me’sûre ile ne kadar iştiğal edebildikleri herkesin malumudur. Onun için burası safahât-ı tahsiliyemizin son safhası. Hakkında uzun uzadıya tafsile lüzum görmüyorum. Fakat şurasını arzetmekten kendimi alamıyorum: Sahîh-i Buhârî eslâf ve ahlâfça kadr u kıymeti teslim olunmuş, telifi kendi hemşehrileri tarafından icra edilmiş olduğu halde, birkaç sene evveline gelinceye değin Buharalılarca vesair Maveraunnehir ulemasınca durûs-ı resmiye sırasına konulmak bir tarafta dursun ismi bile meşhur değildi.

Hulasa arz etmiş bulunduğum şu tarihçeden anlaşılıyor ki bizim zamanımız dahi dahil olduğu halde birkaç karn zarfında ulûm-ı me’sûre-i İslamiye’nin tahsil ve temsiline hakkıyla itina edilmemiş, bunun neticesi olarak mezâyâ-yı İslamiye, hakâik-i mühimme-i diniye de tamam künhüyle anlaşılamamıştır.

İşbu kazıyyenin isbat ve izahı için daha başka sebepler de vardır. Ez-an cümle sû-i tefehhüm dahi şu mezâyâ-yı diniye ve bazı hakâik-i İslamiye’nin hakkıyla anlaşılamamasında büyük bir tesir icra eylemiştir. İnsanlarda sû-i tefehhüm denilen bir haslet vardır. Bu haslet bir ailenin, bir kabilenin, bir kavmin, bir milletin efrâdı arasında o kadar büyük bir fark teşkil etmiyorsa da, aile, kabile, hele ırk, kavmiyet değişti mi insanlar arasında olan tefehhüm pek ziyade gerginleşir: Her kavim, her millet kitâbe-i kâinata kendi bildiği gibi mana verir. O manaları da kendi kalıp ve istidadına göre tevil eder. İsabet ettiğine de inanır. Artık ondan pek de kolaylıkla vazgeçemez. İnsanları yekdiğerine düşüren, aralarında mücadeleler, mukateleler, muharebeler meydana getiren, onların saadet-i ictimaiyelerini mahveyleyen, hulasa insanların hâlâ daire-i bedâvetten tamamıyla sıyrılamamalarına sebebiyet veren şu fena haslettir.

İşte İslamiyet’in mezâyâ-yı hafiyye ve dakikası şu sû-i tefehhüm perdesini parçalayarak meydana çıkamamıştır. Hâlâ hakkıyla anlaşılamamıştır. Evet bu sû-i tefehhümün İslamlar arasında istediği kadar icra-yı nüfûz edebilmesi için evvelce arzettiğimiz vecihle ulûm-ı me’sûreye hakkıyla itina edilmemesinin de pek büyük, son derece tesiri olmuştur. İlm-i kelamda olan hilafet meseleleri, halk-ı Kur’ân, sıfat bahisleri, Havâric gürültüleri hep şu haslet-i mezmumenin netâic-ı muzırrasındandır.

Bir de şu arz ettiğimiz su-î tefehhümün daha irice mukaddes perdelere bürünerek gizliden gizliye icrâ-yı nüfûz ettiği de hissolunur. Bizim mukaddes İslamiyet’te bütün ahkâm-ı şeriyyenin mercii edille-i erbaadır. Yahut daha ziyade ta’mik-i nazar edersen edille-i erbaamız ikiye rücû etmekle, usûl-i din olarak kitab, sünnet baki kalırlar. Bunları da nusûs diye tabir ederiz. Bu suretle iş daha ziyade basitleşir. Demek oluyor ki İslamiyet’te bütün ahkâm-ı şeriyyenin esası nusûstur. Böyle de olmak lazım gelir. Fakat şu insanlar da bulunan haslet-i mezmumenin bu hususta tesirleri görünüyor. Biz zahiren nusûsa müracaat ediyor, bir hüküm anlıyoruz. Fakat o hükmü biz kendi istidadımıza göre kendi liyakat-ı fikriyemize göre yoğuruyoruz. Bu hükmün maddesi her ne kadar nass ise de onu yoğuran bizim istidadımız, ona bir şekil veren de bizde olan kalıptır. Fikr-i acizaneme göre bütün ihtilafat-ı mezhebiyenin menşei burasıdır. Filhakika bu noktayı izah etmek için bazı ulema-yı kiram dört, bazıları sekiz sebep bulabilmişlerdir. Evet bu da doğrudur. Fakat bunlar esbab-ı karîbedir. Esbab-ı zahiredir. Asıl bunları idare eden bunları tevlid eyleyen esbab bizdedir. Zaten âlim harici hakaikle meşhundur. Burada hiç bir ihtilaf yoktur. Ortalığa ihtilaf çıkaran bizim mütalaamız, onu tevlid eden biz, bizim istidad-ı nefsiyemizdir. Binaenaleyh bazı mezaya-yı İslamiye ve bazı hakâik-i hafiyyenin hakkıyla anlaşılamamasında bu cihetin de pek büyük tesirleri olmuştur. Zaten ihtilaf da bu meselenin hakkıyla anlaşılamamasından başka bir şey değildir.

İslamiyet’te henüz anlaşılamamış cihetler bulunduğu gibi anlaşıldığı halde hakkıyla hazım ve temsil olunamamış noktalar da eksik değildir. İbadâtımızda, muamelâtımızda efâl ve harekâtımızda, ahlakımızda birçok noktalar vardır ki İslamiyet’in oraya ne nazarla baktığı tamamıyla bildiğimiz ve anladığımız halde biz hiçbir vakit kendi düşüncemizden vazgeçememişizdir.

Düstur-ı İslamiyet olan Hz. Kur’ân “Muttakîn (O takva sahibleri ki) onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızk olarak verdiğimizden de (Allah yolunda) harcarlar. (O takva sahibleri ki Habîbim) onlar sana indirilene de, senden evvel indirilenlere de inanırlar. Âhirete ise onlar şüphesiz bir bilgi ve iman beslerler.” (Bakara, 2/3-4) diye tavsif eylemişken, biz de bu âyet-i celîleyi her gün okuduğumuz, manasını anladığımız halde ehl-i takvayı, ehl-i tasavvuf zannederiz. Muttaki olmak için de mutasavvıf olmak lazım geldiğine inanırız. Böyle de amel ederiz. Biz namaz kılarız. Malum harekât ve sekenâtı icra ederiz. Fakat kalb bilmem nerelerde dolaşır. Biz de huzur-ı kalb bulunamaz. Ulemamız, hocalarımız, avamımız hep böyledir. Halbuki Süfyan-ı Sevrî hazretleri huzur-ı kalpten başka namazın adem-i cevazına kâil oluyorlardı. “İşte (bu vasıflarla beraber) namaz kılan (münafık)ların vay haline ki, onlar namazlarından gafildirler, onlar riyakârların ta kendileridir.” (Maûn, 107/4-6) âyet-i kerîmesi de Hz. Süfyan’ın sözünü teyid eyliyor. Diğer taraftan Cenab-ı Allah “Namazı da dosdoğru kıl (ve kıldır). Çünkü namaz edebsizlikden ve akıl ve şerîata uymayan her şeyden alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette en büyük (ibadet)dir. Ne yaparsanız Allah bilir.” (Ankebut, 29/45) âyet-i celîlesiyle namazın, musalliyi fahşadan, münkerden, bağyden, nehyeyleyeceğini ihbar ediyor. Biz bu habere şüphesiz inanıyoruz. Fakat bununla beraber namaz kıldığımız halde şu umûr-ı selaseden intiha edemeyeceğimizi de görüyoruz. Bu da bizim için yakîn, buna da inanıyoruz. Bu suretle bizim kuvvetli bir tearuzun altında kalmamız icab eder. Lakin bizim zihnimiz bunu kabul edemez. Bunun altından çıkmaya çırpınır. Fakat karşısında ikisi de ahengini görür. Nass-ı Kur’ân, hiss-i kati. Bir mü’min için haber-i ilahi yakîn ifade ettiği gibi bir insan için his de ilm-i zaruri telkin eyler. Bu halde şu tearuzdan kurtulmanın yegane çaresi madem ki şu umûr-ı selaseden intiha edemiyorum, anlaşılır ki ben namazı Cenab-ı Allah’ın emr ve irade eylediği gibi kılmıyormuşum demekten ibarettir. Zaten işin doğrusu da budur. Haccı, hacı olmak, âleme karşı bir nümayiş yapmak için ederiz. Zekâtı amiller tarafından taciz edilmediğimiz surette hiç vermeyiz. Camilerde namazlardan sonra ellerimizi kaldırır, başlarımızı sallar dua eder, niyazda bulunuruz. Allah’tan el-amanlar ile imdad isteriz. Müzezzinler de bağrışır, çağrışır. Halbuki biz bu halin bidat olduğunu da pekala takdir eyleriz. Kur’ân-ı Kerîm’in “Rabbinize yalvara yakara, gizlice duâ edin.” (Arâf, 7/55) âyet-i kerîmesini daima tilavet eyleriz. Geçenlerde hutbelere dair yazmış bulunduğum makalelerde, zamanımızda hutbelerin çığırından çıkarılmış bir tarz-ı bida’îye takrib edilmiş olduğunu arz etmiştim. Fakat kimin umurunda… Bidat olursa sanki kıyamet mi kopacak denilirmiş gibi ulemamız tarafından sükunetle geçiştirildi. Biz zaten hep böyleyiz. Ulemamız da avamımızda hep bir biçim. Bidatmiş harammış… Âbâ ve ecdadımız yapmışlar değil mi? O halde caizdir. Hakeza vecedna âbâenâ… Demek ki alışmışız.

Bu kizb, nemime, riya, haset, kibir, tesvif, hıkd, teşeüm… İslamiyetçe haram, ahlak-ı mezmumeden olduğunu pekala biliriz. Fakat bununla beraber bu gibi ahlak-ı faside ile ittisaf hususunda hiçbir kavim ve milletten geride değiliz. Şu ahlak-ı mezmume bütün kuvvetiyle bizde icra-yı şekavet eder.

Bunları yazmaktan maksadım, günahlarımızı saymak değil. Belki din-i mübin-i İslam’dan bazı mühim noktaların hala hazım ve temsil olunmamış olduğunu herkesin teslim edeceği misaller ile irâe etmektir. Yoksa günahlara dair bir istatistik tertip edecek değilim.

Bu meseleyi izah edebilmen için şu halin esbab-ı hafiyesini araştırmak icab eder. Binaenaleyh fikri meselenin mebadisine, gizli köşelerine doğru tevcih eyleriz. Burada bizim fikirlere tesadüf eden cihetlerden, sebeplerden birincisi kabiliyet-i kavmiyemiz, ikincisi terbiye-i milliyemizdir. İşte şu iki sebeptir ki bizde İslamiyet’in bütün mezâyâsıyla hazmolunmasına mani olmuş ve olmaktadır. Fakat eminim ki bu mütalaa birçok kimselerin hoşuna gitmez. Lakin doğru olduğunu da inkar edemezler. Onun için hoşa gidip, gitmemek benim için müsavidir. Zira maksadım ızhar-ı hakikattir.

Şimdilik şu kabiliyet ve terbiyemizin bütün safahatını tahlil ederek irâe eylemek pek kolay bir iş olmadığı gibi, zemin ve mevzumuzda öyle bir tafsilat i’tâsına müsait değildir. Ve maa-zalik mevzumuzun izahı için lazım gelen safhalarını taharri etmeksizin de olamaz. Esna-yı taharride zihnimiz tarafından uzanan gûş- tecessüs safahat-ı kabiliyetimizden meselenin mebdei olmak üzere bir hasleti tevkif eder. O da bizim nefsimiz, ruhumuz tarafından intibaât-ı hariciyeye karşı ibrâz edilen bir lakaytlık ve laubalilikten ibarettir. Zaten biz de kavmimizde bu haslet-i ruhiyenin vücudu adeta bedahet derecesine varmıştır. Bizde olan bütün âsâr, bütün harekât, umum efâlimiz bu halet-i ruhiyenin vücuduna lisan-ı hal ile şehadet eyler. Bu laubali, lakayt olan ruh tarafından idare edilmekte olduğunu âleme ilan eder. Fakat bizim bundan haberimiz yok. Şu kadar ki aramızdan birisi meydana çıkıp da şu halden beratimizi isbata kalkışabilir.

Nasıl ki geçenlerde müttefiklerimizden birisi bizde olan şu halet-i ruhiyenin bazı âsârına ima eylemişlerdi. Fakat bu ima bizdeki gibi müteessifane değil, müftehirane vukuua gelmiştir. Onun için bu söz ortalıkta kîl ü kali mucib oldu. Bazı kimseler bunu reddettiler. Fakat yalnız yanlış olan iftiharı değil, ruh meseleyi de, hakikati de red eylediler. Lakin bu bir hakikattir. Reddetmekle, inkar etmekle hiç ihfası mümkün olabilir mi? Eğer biz ba’demâ böyle acı hakikatleri işitmek istemez isek, şu alemde bıraktığımız âsârı, kendimiz dahi dahil olduğumuz halde hepsini söylemeli, yahut ruhumuzu böyle arızalardan, marazlardan temizlemeli de bir daha böyle acı hakikatlere maruz kalmamak yolunu ihzar eylemeliyiz.

Bizim terbiye-i milliyemizin güzel, saf, mutedil cihetleri olduğu gibi binlerce senelik müzahrefata mahal olmuş damarları da yok değildir. Bugün en muttaki, en alim dediğimiz zatlardan başlayarak, en adi avam-ı nasa, en aşağı ağalara gelinceye değin hepsinde öyle gizli fakat salhurde damarlarda tesadüf olunur ki uçlarının Türkistan-ı kebir sahralarına kadar giderek kavimler arasında kaybolduğu görülür.

Bugün terbiye-i milliyemiz ahlak-ı İslamiyet’ten beraber yaşamakta bulunduğumuz akvamın, muhitin bize, ruhumuza infaz ettiği seciyelerden mürekkeb bir halita şeklindedir. Fakat esası, yahut doğru bir tabirle mürekkebât içinde ekseriyet teşkil eden kısmı her halde bir seciye-i mevrusedir. İşte halita şeklinde olan terbiye-i milliyemizin dümeni de şu uzaktan uzağa gelen damarlar vasıtasıyla tedvir olunmaktadır. Binaenaleyh bizim icra etmekte bulunduğumuz maddi ve manevi efâl, harekat hep binlerce sene evvelisi ölmüş gitmiş âbâ ve ecdadımızın ruhları tarafından sevkedilmektedir.

İşte bütün şu arz ettiğimiz mülahazalardan anlaşılıyor ki bizim kabiliyet-i kavmiyemiz, terbiye-i milliyemiz, din-i mübin-i İslam’ın bütün mezâyâ ve ledünniyâtı hazm ve temsil etmemize mani olmuş ve olmaktadır.

Fakat şurası da muhakkaktır ki kabiliyet-i kavmiye, terbiye-i milliye, daha da umumi bir tabirle bilumum ilhâmât-ı ırkiye bizim için bir fıtrat, bir tabiattır. Biz adeta bunların esiriyiz. Bizim için ruhumuzu bu esaretten kurtarmak pek müşkil, son derece güçtür. Fakat emin olmalıyız ki her halde uzun bir terbiye, sürekli bir tehzib ruhumuzu bütün bu kasavetlerden mahsuriyetlerden tathir ve tahlis ederek makul olan terbiye-i insaniye ve İslamiye ile tezyin eyleyebilir.

Fikrime göre ulemamızın, hocalarımızın şu hal-i tabii ve fıtrimizi kemal-i dikkatle taht-ı murakabede bulundurarak rıfk ve mülayemetle zavallı insaniyeti şu ırk, asabiyet boyunduruklarından kurtarmak, terbiye-i İslamiye ve insaniye ile aşılamaya çalışmak başlıca vezaiflerindendir. Zaten bir çocuk için mürebbi ne ise bir kavim, bir millet için de ulema ve hocalar öyledir. Bir mürebbi nasıl ki çocukta olan kuvâ-yı nefsaniyenin inkişafatını taht-ı murakebede bulundurur, O kuvvatın yevmen fe yevmen neşv ü nema bulmasını teshile gayret eyler. Çocuğun ruhunda iyiliğe doğru bir meyl görürse onu takviyeye çalışır. Fakat fenalığa doğru bir arzu hissederse hemen onu neşv ü nema bulmadan söndürmeye, irşada gayret eyler. İşte ulema da hocalar da aynı mürebbi gibidirler. Kavmin, milletin, kuva-yı nefsaniye, ilhâmât-ı ırkiyelerinin ilcâât ve cerayanlarını nazar-ı dikkate alarak iyi cihetlerinin tenmiyesine, kötü cihetlerinin imatesine çalışır. Ruh-ı milletten tefessüh etmiş eskimiş damarları temizliyerek yerine saf ceyyid olan İslamiyet, insaniyet tohumlarını zer eyler. Muktedir tecrübeli bir mürebbinin taht-ı terbiyesinde büyüyen bir çocuk nasıl ki ruhen cismen sağlam olarak yetişir. Hür, müstakil, müteşebbis, faal, haluk olarak hayata girer. İlerlemeye başlar. Cenab-ı Allah’da kendisini hayra muvaffak eyler. Artık nail-i saadet olur. Vazifesini bilir. Onu hüsn-i ifa eyler. Ulemaya malik olan bir kavim, bir millet de öylece sene be sene maddeten manen taze bir hayat kesb eyler. Nurlu bir istikbal içinde vâsi bir zemin ihzar eyler. Mesud olurlar. Artık hayat-ı dünyeviye ve uhreviye onlarındır.

Fakat, fakat teessüfler olsun. Şimdi biz zavallılar için öyle ruh-ı akvâmın terbiyesine aşina, vazifesini bilir. Onu hüsn-i ifa eyler. Ulema ve hocalar bulmak kabil mi? Biz de şimdilik öyle ulema yok. Bu gidişimizle daha yakın bir istikbalde dahi ye’sten başka bir şey de görülmüyor. Şu makalemde arz etmiş bulunduğum mülahazalar hep bizde artık adeta ulema kalmamış olduğunu gösteriyor. Zaten o mukaddimeleri, o mülahazaları şu maksadı izah için serdeylemiştim.

Evet bizde elbiseleriyle suretleriyle imtiyaz etmiş bir nevi eşhas mevcuttur. Bunlara ulema deniliyor. Ben kendim de bu sınıfın içine dahilim. Fakat bilmeliyiz ki biz ulemadan değiliz. Bizim avamdan farkımız yoktur. Nasara yansuru çekmekle, yarım yurum Arapça anlamakla âlim olunmaz. O büyük eslafın halini göz önüne getirin. Onların teracim-i ahvaline vakıf olan kendimizi onların varisi demeye dil varmaz. Bilhassa şimdi kendimizle avamımızın ruhlarına tahlil ve mukayese ettikten sonra ulemaya varis olamayacağız. Doğrudan doğruya avam-ı nastan olduğumuz meydana çıkar. Zira beş altı kelimecik Arapça’yı söyledikten sonra zihnimizde ruhumuzda terbiyece, tehzibce, fikirce, ahlakça bir fark kalmıyor. O evvelce arzettiğimiz İslamiyet’in bazı mezâyası bazı dekaiki avamımızca malum olmadığı gibi hocalarımızca da henüz bilinememiştir. Bazı hakaik-i İslamiye’nin avamımızca hakkıyla hazmolunmadığı gibi, ulemamızca da öyledir. Hocalarımızın pişdar-ı avam olduğu, kendilerine mahsus bir meslek-i manevileri olmadığı da pekala meydana çıktı. İşte makalemin neticesi de bundan ibarettir.

Belki bu sözlerim kendini ulemadan hesab eden bazı zevat-ı kiramın hoşlarına gitmez. Belki düçar-ı itiraz da olur. Pekala olsun, beis yok. Maksadım hakikatin meydana çıkmasıdır. Yakinen bilirim ki böyle bir zehabda bulunan herkes, şu arzettiğimiz tahlili kendi zihninde icra edebilir. İşte o vakit eminim ki kendinin avamdan bir farkı olmadığına kani olur. Me’muldür ki bu suretle yanlış bir iddiaya kapılmış olduğuna tevbeler ederek tekrar çalışmaya, halini ıslaha başlar. Zaten şu acı sözleri yazmaktan maksadım da budur.

Makalemin evvelinde arzetmiştim. Yanlış anlamayınız. Rica ederim. Bu mütalaa ekseriyete bakılarak yürütülmüştür. Bazı müstesnaları olabilir. Olmasını da arzu ederim.

Bilemiyorum, ahali mi terakki etmiş de ulemamız derecesine gelmiş. Yahut ulemamız mı tedenni etmişler de dereke-i avama kadar inmiş. Seviyeleri birleşmiştir. Zannederim ki her iki tarafın da yardımı olmuştur. Fakat her halde avam tarafında olan ekseriyet nazar-ı itibara alınırsa ulemanın onlara karşı daha ziyade takarrüb ettikleri gitgide gaye-i emelleri (idealleri) kaybederek mağlub oldukları seviye-i fikriyelerinin hal-i tevazüne geldiği anlaşılıyor.

Evet badi-i nazarda avamın ahalinin seviye-i irfanları, seviye-i ahlakları ulema derecesine gelmesi güzel gibi gelir. Fakat iş, hakikat-i hal göründüğü gibi değil. İşin içinde fena cihetler de var. Zira bundan anlaşılıyor ki ulemamız bu hale gelmişler de artık bundan geçemeyecekler bu hal onlar için bir had olmuş artık fikren terbiyeten ulema bundan daha yükselmek yok. Ulemamızın fikri ezhan-ı avamın teşkil eylediği kalıplara sığmış. Halbuki şu hal, inkiraz-ı ilmiyeden başka bir şey de değildir. İlim, fikir, terbiye daima yükselmeli, daima terakki etmelidir. İlim, fikir, terbiye için hal-i tevakkuf da kalmak olmaz. Bir kavmin bu unsur-ı manevileri tevakkufa uğrarsa o kavmin devre-i inhitatı başlamış demektir.

İşte bunun için ulemamız hiçbir vakit kendi mevkilerini böyle hal-i tezelzüle bırakmamalı idi. Daima yükselmeli, daima yükseltmeye çalışmalı idi. Avam ahali de onları takip ederdi. Fakat hiçbir vakit onların seviyesine vasıl olamadığı gibi bir hudut dahilinde boğularak da kalmazdı. Onlar için de daima bir ümid-i terakki daima bir tarik-i teâlî gözlerinin önünde parlardı.

Nerede o ulema-yı selef! Ya Rab! Onlardan razı ol. Onlar hiçbir vakit ruhları, gaye-i emellerini kaybetmediler. Hiçbir zaman böyle derekelere inmediler. Silleler, dayaklar yediler, mahbeslerde, menfâlarda ta‘zîb olundular, asıldılar, kesildiler fakat hiçbir vecihle ideallerinden ayrılmadılar. Maksatlarından zerre kadarını bu belalardan kurtulmak için kurban eylemediler. Bunlara karşı daima sabırla azim ve metanetle cevap verdiler.

* Sırat-ı Müstakim [Sebilü’r-Reşad] Dergisi, 30 Temmuz 1325/12 Ağustos 1909, c. II, sy. 49, s. 355-358.

** Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.