Hayyü’l Bâkî, lem yezel velâ yezâl olan Allah Zülcelâl ve’l Kemâl, Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine, celâl-ı zâtına, kemal sıfatlarına lâyık hamd u senâlar ve sonsuz şükürler olsun ki; bizlere hayat nimetini ihsan buyurup hidayet-i ilahisiyle bir araya gelme imkânını nasib ve müyesser eyledi.
Bizlere olan bu ikramı gibi Ümmet-i Muhammed’e ve İslam âlemine de var olan bütün kin ve düşmanlıklardan temizlenerek İslam’ın sancağı altında, Allah’ın hükmünde birleşmeyi nasib ve müyesser buyursun.
Şu anda bu satırlar vesilesiyle bir arada bulunmayı bizlere nasib eden Rabbimiz, cennette, Daru’s Selam ismiyle müsemma olan cennet yurdunda, Peygamber Efendimiz Hz Muhammed Mustafa (s.a.v)’nın komşuluğunda da bir araya toplanmayı, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in ziyafetlerine iştirak etmeyi ve Allah Zülcelâl Hazretlerinin özel kullarına mahsus olan davetlerde bulunup cemal-i ilahisini müşahede etmeyi cümlemize fazlıyla, lütfuyla, keremiyle, ihsanıyla nasib ve müyesser buyursun.
***
Hiç şüphe yok ki, dünyamız Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi mihnet, meşakkat ve ayrılık âlemidir.
Allah Zülcelâl bizleri ezel âleminden dünya âlemine yani imtihan dünyasına göndermiştir. Ezel âleminde ölüm yoktu, ebed âleminde de ölüm yoktur. Rabbimiz bu iki âlem arasında fânî olan bir âlem yaratarak bizleri bu fânî olan imtihan âlemine göndermiştir.
Ama Allah’ın nice kulları vardır ki onlar ezel âleminden bâkî gelip, ebed âlemine bâkî olarak giderler. O kullar, nefislerinin tahakkümü altına ya da beşerin tahakkümü altına girerek kendilerini yok etmediklerinden adeta hiç ölmezler.
Cenab-ı Hakk bu kullarını:
“Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyin. Muhakkak ki onlar diridirler. Rablerinin katında rızıklanıyorlar.” ayet-i kerimesiyle bizlere bildirmektedir.
Allah yolunda öldürülenleri yalnızca savaş cephelerinde ölenlerle sınırlandırmamalıyız.
Allah yolunda can vermek demek, Kur’an-ı Kerim’e tâbi olarak yaşayarak ölmek demektir. Kur’an-ı Kerim’e tâbi olmak ise Kur’an’ın bazı hükümlerine tabi olmakla değil bütününe ittiba ile mümkündür.
Bu ilahi tavsiyeye dikkatimizi çekmeliyiz.
***
Rabbimiz Allah Teâlâ’nın, Kur’an-ı Kerim’de beyan buyurduğu Hz. Musa (a.s) ile Hz. Hızır (a.s) kıssasına dikkatinizi çekmek isterim.
Bu kıssada Hz. Hızır (a.s), Hakk’ın emirlerini temsil etmektedir. Bu sebeple de Hz. Musa (a.s) Hz. Hızır (a.s)’la olan yolculuğunda şahit olduğu hadiselere itiraz ettiğinde; Hz. Hızır (a.s), Hz. Musa (a.s)’ya “Şimdi ayrılıyoruz.” der.
Bu hadiseden şu dersi çıkarmalıyız ki; Kur’an’ın, birçok emrini görmezden gelerek yalnızca bir emrine tâbi olmakla Allah’ın Kitabına tâbi olmuş olmuyoruz. Zira Kur’an’ın emrine tâbi olmak; ilahî emirlerin ve yasakların bütününü kabul etmekle mümkündür.
Kıssada Hz. Musa (a.s)’nın itiraz ettiği üç madde zikredilmiştir. Fakat bu üç madde sebebiyle Hz. Hızır (a.s)’la olan anlaşması sona ermiş ve ayrılmışlardı.
Bu kıssadan hareketle biz de kendimize çekilip durumumuzu düşünelim. Hakk’ın nice emir ve yasaklarına farkında olarak ya da olmayarak yaptığımız itirazları tespit etmeye çalışalım. Çalışalım ki bizi cennete ulaştıracak bu yolculuktan mahrum bırakılmayalım.
***
Bir vasiyet mahiyetinde olan bu sohbet sebebiyle hemen ölüm akla gelmemelidir. Vasiyet; Hayy ve Bâkî olan Allah Zülcelâl Hazretlerinin sünnetidir. Yani sünnetullahtır. Vasiyetin, illa ölüm döşeğinde yapılması da şart değildir. Bu sebeple, böyle bir sohbetten dolayı bu kişi mi ölüyor veya biz mi ölüyoruz gibi düşüncelere kapılmak da büyük bir yanlıştır.
Bilmelisiniz ki kullarına vasiyet eden evvelâ Allah Teâlâ Hazretleridir. O ise Hayy ve Bâkî’dir. Allah Teâlâ’nın iki türlü vasiyeti vardır. Birisi mal, mülk ve maddenin taksimatı gibi maddî vasiyettir. İslam’ın ilk günlerinde, vârisin durumu, miras bırakanın vasiyetine bağlı idi. Ama Hâlıkımız olan Allah Teâlâ Hazretleri yarattığı kullarının halini en iyi bilen olduğu için insanların menfaatlerine yenilmeye mahkûm olacağından dolayı miras hususunda vasiyeti aradan kaldırarak “Miras hukuku” ile ilgili ayet-i kerimeleri gönderdi. Böylelikle şahısların “Şu evladıma şunu vasiyet ettim.” gibi miras taksimat hukukunu ortadan kaldırdı.
Bu, maddeyle alâkalı vasiyetin yanında diğer bir vasiyet de ebedi hayat için olan vasiyettir. Ebedi hayat için muvaffakiyet kapıları açıktır. Bu hayat bittikten sonraki hayatımızda bizim menfaatimiz için yapacağımız vasiyetleri Allah Teâlâ bizlere bildirmektedir.
***
Bir insanın dünyadan âhirete gitme alâmetleri göründüğünde vasiyet bırakma mecburiyeti vardır. Hatta mü’minlerin senede bir malını, mülkünü, bilinir bilinmez varlığının hesabını yaparak vasiyetini tazelemesi de şarttır.
Rasûl-i Kibriya Efendimiz (s.a.v), senede bir vasiyetini tazelemeden ölenlerin kabir âleminde konuşamayacağını, bizlere haber vermektedir.
Onun konuşamadığını gören diğer mü’minler “Bu kişi vasiyet yapmadan ölmüştür.” derler. Demek oluyor ki vasiyetin küçümsenmemesi gerekir.
Mü’min, vasiyetini nasıl hazırlamalı, vasiyetine nereden başlamalıdır diye biraz düşünmelidir. Bu vasiyet şahsın sözü olarak değil de Allah’ın sözü olarak yapılmalıdır.
Bir insana benden sonra “Şunu şöyle yapın, bunu böyle yapın.” gibi vasiyetler bir fayda sağlamaz.
Öyle bir vasiyette bulunulmalı ki; o vasiyet, Allah’ın vasiyeti olsun. Bütün peygamberlere Allah Teâlâ Hazretlerinin bir vasiyeti olarak bildirilen, Peygamberimizden günümüze kadar gelen âlimlere de verilen icazetnamelerde de tesbit edilmiş olan vasiyet şu şekildedir:
“Sana bir vasiyet ediyoruz ki bu vasiyet; Allah Teâlâ Hazretlerinin sizden evvelki bütün ümmetlere ve sizden sonraki bütün insanlığa yapmış olduğu bir vasiyettir.”
“Aman ha, dikkatli olun! Allah’a karşı saygılı olun. Muttaki olun.”
Bu tavsiye Cenab-ı Hakk’ın tavsiyelerinin yani vasiyetinin başında gelir.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz dünya hayatından ayrılışına kısa bir zaman kalınca aile ve yakınlarını, mahremlerini bir yere topladı. Onlara yaptığı tavsiyede şöyle buyurdu:
“Benim yaptığım amellerin sevabı bana aittir. Sizin yaptığınız amellerin, iyilik ve kötülüklerin karşılığı da size aittir.”
Kızı Fatıma’ya da “Kızım Fatıma! Allah’ın azabından, gazabından kendini koru. Ben Hz Muhammed’in kızıyım demekle kurtulamazsın. Muttakî olun. Çünkü benim hakikî ehl-i beytim muttakilerdir.” buyurmuşlardır.
Günümüzde ilimden irfandan mahrum insanların neseben Rasûlullah’a bağlı olmak sebebiyle “Ben seyyidim.” diye ortalıklarda dolaştıklarını görmekteyiz. Cehaletlerinden dolayı da insanlar bunların peşlerine koşup durmaktadır. Ama bu insanın Allah ve Rasûlünün nazarında hiçbir değeri yoktur.
Neseb olarak Peygamber Efendimizin sülalesi ile hiçbir irtibatı olmayan fakat Allah’tan hakkıyla korkan muttakî bir kul ile bu seyyid denen kişiler asla mukayese edilemezler.
Bu hususta Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hadis-i şerifini tekrar hatırlayalım:
“Benim ehl-i beytim muttakîlerdir.”
Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de:
“Bütün yaratılmışlar Allah’ın mahlûku olmak itibariyle hepsinin külfeti Allah nezdinde aynı seviyededir.” buyurmaktadır.
Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır:
“Benim velilerim muttakîlerdir, Allah’tan korkanlardır.” Zaten Bakara Süresi’nin ilk ayetlerinde Rabbimiz insanlara bir yol haritası çizmiş ve burada takvayı hatırlatmıştır. İnsanlar bu haritada çizilen yoldan çıkmazlarsa toplumlar azmaz, sapıklaşmaz ve perişan bir halde yaşamazlar.
Allah Zülcelâl ve’l Kemal Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Cebrail vasıtasıyla Rasûlüne Kitab-ı İlahi’yi gönderiyor. Ama bu kitaptan hakkıyla istifadenin ancak muttakilere nasib olacağını bildiriyor.
Günümüz dünyasını biraz düşündüğümüzde ise maalesef bu hakikatin unutulduğunu, insanlar arasındaki problemlerin pek çoğunun boş konuşmalardan meydana geldiğini görürüz.
Kimisi şeriatçı olur, kimisi sofi olur, kimisi iyi mü’min, kimisi iyi Müslüman olur, kimisi İslam devleti kurar. Ve bu iddialarının tabii birer neticesi olarak kendilerinden olmayanları tekfir edip kötülerler.
Eğer muttakilerden olmazsanız bunların iç dünyalarını bilemez, hallerinden de ne olduklarını anlayıp onları tanıyamaz ve onlardan korunamazsınız.
Şunu da hiçbir zaman unutmayınız:
Allah Teâlâ Hazretleri Kitab-ı İlâhi’sinde:
Kur’an-ı Kerim şeriatçılara yol gösterir,
Kur’an-ı Kerim mü’minlere yol gösterir,
Kur’an-ı Kerim Müslümanlara yol gösterir şeklinde değil de muttakilere, takva ehline yol gösterir buyurmaktadır.
Sebeplerini hiç düşündünüz mü?
Cenâb-ı Hak, muttakiler diye buyurmuştur, çünkü muhakkak ki bu isimleri taşıyan insanlar arasında bu unvanların hakiki sahiplerini taklit edecek kimseler olacaktır, bugüne kadar olmuştur, bundan sonra da olacaktır.
Allah Zülcelâl’ın “Kur’an-ı Kerim ancak muttakileri hidayete ulaştırır.” ayet-i kerimesini düşünüp mana ve mahiyetini kavradığımız zaman; bu ithamları yapanların sözleri ile yaşayışları eğer takva ile bağdaşmıyorsa onların sözlerinin boş laftan başka bir şey olmadığını anlarız. Ancak o zaman problemler çözülür ve şüphe bataklığından kurtulunur.
O vakit insanlığın birbirini tenkit ederken kimin haklı kimin haksız olduğu meydana çıkar.
Allah Zülcelâl Kur’an-ı Kerim’de;
“Allah indinde en değerliniz en takvalı olanınızdır.” buyurmaktadır.
Dikkat ediniz, Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de;
“Allah katında en değerli olanınız mü’minler, müslümanlar, şeriatçılar, sofiler, şeyhler veya sultanlardır.” buyurmamıştır.
Evet, Allah katında en değerli olanlar, Allah’tan en çok korkanlardır. Demek oluyor ki kişinin ne kadar saygısı varsa Allah katında da o kadar değeri vardır. Kişi Allah’a karşı ne kadar saygısızsa kulluğunda da o kadar eksiktir.
Bundan dolayı Allah Zülcelâl Hazretlerinin “Allah muttakilere hidayet eder.” tavsiyesini asla unutmayınız.
Bu tavsiye üzere yaşadığımız vakit şeytan bizi sırat-ı mustakîmden saptıramaz. O zaman şeytan ve şeytanlaşmış insanlar bizi aldatamazlar. Ama günümüz dünyasında olduğu gibi Allah’ın tavsiyesine bağlı kalmadığımız vakit, onların vesvesesi insanlığı aldatıyor.
Aldanan bu insanların bazıları, hepimizin şahit olduğu gibi kalkıp sözde İslam devleti kuruyor ve hilafetini ilan ediyor. Gerek memleketimizden gerekse dünyanın diğer ülkelerinden, Avrupa ve Amerika kıtalarından binlerce kişinin gidip onlara iştirak edip savaşmasının sebebi nedir?
Bunlar kimdir?
Hiç düşünüyor musunuz? Bunlar solcular veya şunlar bunlar değil.
Bunlar nefsin ve şeytanın vesvesesine kapılmış sürüklenip giden çoğu bizlerin kardeşleridir.
Böyle bir yere giderken akıl ve basiret sahibi olan takva sahibi insanlar, bu harekette Allah’ın rızası ve bu insanların davranışlarında, Allah korkusu yani takva düşüncesi var mı diye düşünmelidirler.
Bütün doğruları ve yanlışları, Hakkı ve batılı, iyiyi ve kötüyü insanoğluna tanıtacak olan nur-i ilahi ancak takvadır. Çünkü takva sahipleri Allah’ın muhafazası ve garantisi altındadır.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimizin devrinden bu yana okunup gelinen hutbelere dikkat edersek insanlara daima takvanın emredildiğini görürüz.
Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de:
“Akıl sahipleri, bana karşı saygılı olun benden korkun.” buyuruyor
Kur’an-ı Kerim’e tefekkür ederek baktığımız vakit Allah Zülcelâl’ın bütün tavsiyelerinin arkasından muhakkak takvanın emredildiğini görürüz.
Takva sahiplerinin ölçüsü; Allah’ın koyduğu ölçülerle yaşamak ve konuşmaktır.
Demek oluyor ki bir yerde bir şeyler konuşacağımız vakit şunun bunun sözünden evvel bu sözler Allah’ın rızasına uygun mu değil mi, doğru mu yanlış mı diye bakmamız gerekir.
O büyük adamdır şöyle diyor, bu da büyük adamdır böyle diyor diyerek insanları, Allah’ın kelamından uzaklaştırırsak, günümüz dünyası gibi bir dünya ile karşılaşırız.
İslam dünyasına, akl-ı selimle baktığınızda, insanların nasıl bir perişanlık ve bölünmüşlük içerisinde olduğunu ve bunun neticesinde zalimler topluluğunun esareti altında inlediklerini görürsünüz.
Bu fitne ve fesat fırtınalarından kurtulabilmek için mü’minlerin kalplerini bizatihi Rasûlullah (s.a.v)’a bağlamaları gerekiyor. Zira insanların hangisi olursa olsun onunla bir muhabbet beslerseniz, onun kalbindeki düşünce ve halleri size akseder.
Kemâlâtı olmayan insanların kendilerini kemâlât sahibi olarak tanıtmaları, Allah’a kul olma yerine keramet sahibi olmanın peşinde koşan insanların kalplerinin hali diğerlerine aksettiği için dünya huzur içerisinde yaşamanın mümkün olmadığı bir hale gelmiştir.
Bu yıkıcı saldırılardan kurtulamazsak gittikçe daha çok fitne ve fesada doğru sürükleneceğiz.
İslam ismi altında yeryüzünde meydana gelen fitne akımları yağmur damlalarından daha çoktur. Ama maalesef gaflet içerisindeki insanlar bu durumun farkında değiller…
Etrafınıza dikkatlice bakın ve tefekkür edin.
Kimileri şeyh olur, kimileri sultan olur. Kimilerinin şeyhi en büyük olur, kimilerinin önderi büyük adam olur, o şu olur, bu olur. Ve nihayet bunlara bağlananlar da onların kalplerinin esiri olur.
Bu fitne saldırılarından kurtulabilmemiz için kalplerimizi bizatihi Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin kalbiyle irtibatlı hale getirebilmeliyiz.
Ne olduğunu bilmediğiniz insanlara gönül vermeyiniz. Gönül vereceğiniz insanları iyi seçiniz.
Dünyada gelip giden nice büyük insanlar vardı. Onlar öyle bir hale gelmişlerdi ki kalpleri sâfîleşmişti. Onların kalpleri İlâhî ihsan tecellilerine mazhar olmuştu. Onlar, onlarla irtibat haline girebilmiş olanların kalplerini biiznillah temizliyorlardı.
Şairin şu beytini iyi düşünelim:
“O türlü kalbe rabt et kalbimi ki,
Onunla terk edem kibr u riyayı”
Ey Rabbim kalbimi kibir ve riya olmayan bir varlığın kalbine bağla ki benim kalbimi de kibir ve riyadan kurtarsın.
Şimdi etrafınızdaki cemaatlere bir bakın. Kibir ve riyaya bağlı olan insanlar takvadan uzak düşünce sahiplerinin peşinde kaybolup gidiyorlar…
Evet, irtibat kuruyor, rabıta yapıyorsunuz, bir yere bağlanıyorsunuz. Fakat bağlandığınız o insan etrafındaki kalabalıkları görünce büyümeye başlıyor. Gururlanıyor ve ucba (kendini beğenme hastalığına) kapılıyor. Kim olursa olsun kendisine itibar sağlayan bir isim aldığı zaman yavaş yavaş onu büyütüyor.
Bağlanılan o şahsın kalbi safileşmediğinden ondan sizin kalbinize Allah’a bağlılık yerine kibir ve riya aksediyor.
Şayet bağlanılan kalple beraber kalbinden kibir ve riya siliniyorsa ancak o zaman Mevla’nın, azametini, kudretini ve büyüklüğünü anlarsın.
***
Uyanık olun. Zaman sona doğru gidiyor, fitne fesatlar çoğaldığı gibi fitne ve fesatçılar da çoğalıyor.
Bu durumda bilmelisiniz ki kurtuluşu gösteren tek yol takvadır. Senin kendi kurtuluşunun ölçüsü de takvadır. Bütün insanlığın kurtuluş ölçüsü de takvadır.
Biliniz ki kurtuluş ölçüsü, ne keramettir, ne şu, ne bu, ne de kıyafettir.
İnsanlık büyük bir felakete doğru sürüklenmiş ve bu sürükleniş gittikçe çığ gibi büyüyerek devam etmektedir.
Kadın olsun erkek olsun herkes kendisini büyük insan olarak görüyor.
Hepsi kendilerini peygamberlerin tahtında oturmuş gibi görüyorlar.
Böyle bir günde evvela Allah Teâlâ Hazretlerinin “Takva üzere yaşayın.” emrini hatırlayın ve asla unutmayın.
İnsan neseben silsile yolu ile Peygamberimize (s.a.v) intisap etmekle Ehl-i beyt-i Rasûlillah’tan olamıyor. Kim olursa olsun unutmayınız ki ancak ehl-i takva olanlar, Ehl-i beyt-i Rasûlillah’tan olurlar. Ve yarın Allah Zülcelâl bütün insanlığı mahşerde topladığında, bütün insanlığa sesleneceği bir an vardır.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz buyuruyor ki:
Mahşer yerinin en uzak köşesinden en yakınına kadar bütün mahlûkatın duyacağı bir ilahi seda vardır. Bu Azamet-i ilahinin, azamet sedasıdır. Şöyle seslenir:
“Ey insanoğlu asırlarca siz konuştunuz, Ben dinledim. Şimdi Ben konuşuyorum, susun ve dinleyin.”
O anda mahşer yerinde nefes alıp vermenin dışında hiç bir seda duyulmaz.
Mevla-yı Müteâl ne buyuracak:
“Ey insanoğlu, siz dünyada kendinizi gruplara ve milletlere böldünüz. Ben falan oğlu falancıyım, ben falan millettenim, ben şu tarikattanım, ben bu tarikattanım …vs diyerek gururlanıp durdunuz. Ama şimdi sizin gururlandığınız bütün sülâleler ayaklar altına alındı. Benim bir sülâlem vardı. Onlar muttakilerdir. (Allah’ın sülalesi olmaz ama Allah’ın ehl-i beyt kabul ettiği kimseler muttakilerdir.)”
Allah Teâlâ “Muttakiler nerede?” diye seslenir. O seda muttaki defteri elinde olan insanları mahşerin şiddetli izdihamından mıknatıs gibi çekip alarak arş-ı a’lânın gölgesi altında toplar.
“Onlar kürsülerinde oturup mahşeri seyretmeye başlarlar.”
Gördüğünüz üzere sizlere hatırlattığımız takva ehli olunuz tavsiyesi, bizim tavsiyemiz değildir. Takva, bizatihi Allah Teâlâ Hazretlerinin İlahi bir tavsiyesidir.
Allah korkusundan mahrum insanlar bir tavsiye yaptıkları vakit “Şunu şöyle yap, bunu böyle yap” derken mutlaka maksatlı bir tavsiyede bulunurlar.Çünkü takva düşüncesine sahip olmadan bir beşerin, Hak rızası için bir iş yapması asla mümkün değildir.
Demek oluyor ki insanların konuştukları, yaşadıkları ve yaptığı vasiyetler, eğer Allah’ın tavsiyesine ve rızasına uygunsa doğrudur.
Öyleyse kullar yapacakları her işte Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine müracaat etmelidirler. Öncelikle Kitab-ı İlahî’den Rabbimizin insanların yapacağı her şeyin ölçüsünü nasıl koyduğunu, herkesin seviyesini nasıl tespit ve tayin ettiğini öğrenmelidirler.
Ondan sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in “Ben vasiyet ediyorum.” değil de “Allah’ın tavsiyesidir.” buyurduğunu hatırlayarak sözlerimizi bu şekilde konuşup, vasiyetlerimizi buna göre yapmamız gerektiğini öğrenmeliyiz.
Bunları şimdiden düşünerek kendinize veya bir arkadaşınıza dünyadan giderken bir vasiyet edecekseniz, sizler de Allah’ın vasiyetini, vasiyet etmeye gayret ediniz.
Evlatlarınıza bütün dünyayı servet bırakacak yerde onlara Allah Teâlâ’ya karşı saygılı olmayı ve Allah’tan hakkıyla korkmayı yani takva sahibi olmalarını vasiyet ediniz. O zaman hem dünyaları olur hem de ahiretleri.
Kur’an-ı Kerimde takva ile ilgili pek çok ayet-i kerime vardır. Bu ayet-i kerimeleri tek tek zikredemesek de şunu biliniz ki Allah Teâlâ Hazretleri kullarına yaptığı bütün ihsanlarını takva şartına bağlamıştır.
“Cennetler, Allah’tan korkanlar içindir.”
“Her kim Allah’tan korkarsa dünyanın her türlü darlık, mihnet ve meşakkatlerinden kurtulur.”
“Kim Allah’tan korkarsa Allah onu her darlıktan çıkarır ve beklemediği bir taraftan rızkını verir. Hiç telaşlanmasın.”
Onun için eğer bizler evlatlarımıza, ailemize takvadan bir şey alıştırabilirsek, bir şey tavsiye edebilirsek; ne mutlu bize. Çünkü takva Allah’ın tavsiyesidir.
Allah’tan korkun. Allah’tan hakkıyla korkun. Ama sadece lisanen Allah’tan korkarım demekle Allah’tan korkulmayacağını da bilin. Eğer gerçekten Allah’tan korkuyorsanız O’nun emirlerini yerine getirip yasaklarını da terk edeceksiniz.
Ashab-ı Kiram Peygamberimiz (s.a.v) Efendimize son anlarında:
“Ya Rasûlallah! Bizden ayrılıyor musun, bize bundan sonrası için ne emredersiniz.” diye sorarlar.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ashabına “Size iki nasihatçi bıraktım. Birisi konuşur, diğeri ise hiç konuşmaz. Konuşan, Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dir.” buyurur.
Kur’an-ı Kerim kıyamet sabahına kadar ilahi bir seda olarak devam edecektir. Bizler Kur’an-ı Kerim’i sayfalardaki yazılardan ibaret sanmamalıyız. Bilmeliyiz ki Kur’an-ı Kerim’in sedası üzerine zaman geçmez, o ilahi emir ve yasaklara ait ayet-i kerimeler her an okunuyor, Allah Teâlâ her an konuşuyor, yasaklar konuşuyor, emirler konuşuyor… Hiçbir Müslüman “Allah’ın kelamı olan Kur’an üzerinden bir zaman geçmiştir.” diyemez.
Çünkü Kur’an kelamullahtır.
Allah Teâlâ katında zaman câri olmadığı gibi, O’nun kelamı üzerine de zaman geçmez.
Yani Allah Teâlâ, şimdi, şu an sana “Allah’tan kork” diye sesleniyor.
Sen de Allah’tan korkuyorum diyorsun. Allah Teâlâ da “Benden korkuyorsan dediklerimi yap.” buyuruyor.
Şimdi insaflı bir şekilde biraz düşünelim. Allah Teâlâ Hazretleri “Şunları yap, şunları da yapma” diye bizatihi sana, bana sesleniyor. Biz de Allah Teâlâ’yı, o Azamet-i İlahi sedasını duyuyor ve dinliyoruz. Ama buna rağmen söylenenleri yapmıyoruz. Ondan sonra da kalkıp bazı faziletlerden ve üstünlüklerden bahsediyoruz. Bilelim ki bunların hiçbir manası yoktur.
Vasiyet, Allah’ın âdetidir.
Allah Teâlâ, Hayy ve Bakidir, ölmez. Ama Kur’an-ı Kerim’de;
“Biz İbrahim’e ve Nuh’a vasiyet ettik.” buyuruyor.
Allah’ın vasiyet kelimesi, emir ve yasakları demektir.
Bundan dolayı bir beşer olarak bizlerin de yapacağı vasiyet, beşer vasiyeti olmamalıdır. Beşerin de Allah’ın yaptığı vasiyetle vasiyet etmesi gereklidir.
Mali bir vasiyet yapacaksan bile Allah onu nasıl taksim etmişse, nasıl ölçüler koymuşsa Allah’ın vasiyeti böyledir diye vasiyet yapmak lazımdır.
“Ben vasiyet ediyorum.” dediğin zaman kendini araya koymuş olursun. “Benlik” ise her şeyi ifsad eder.
Peygamberimiz (s.a.v) de vasiyetini “Size bir vasiyet ediyorum, Allah Teâlâ size ve sizden evvelkilere onu vasiyet etmiştir.” diyerek yapmıştır.
Demek oluyor ki Peygamberimizin (s.a.v) de, bizim de, sizlerin de vasiyetnamesi; “Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’dir.”
Öncelikle bunda mutabakata varalım.
Kur’an-ı Kerimi tefekkür ederek okuyup kavrayabilirsek; Allah sana nasıl vasiyet ettiğini, senin de evlatlarına ne vasiyet edeceğini, ailene nasıl vasiyet edeceğini, dostuna ve ahbabına ne şekilde vasiyet edeceğini en güzel şekilde öğrenirsin. O zaman vasıtalar aradan kalkar ve sen de Allah’ın vasiyeti ile vasiyet etmiş olursun.
Allah’ın vasiyetinin ve bu şekilde vasiyet edenlerin yarın ne büyük mükâfatlar kazanacağını dünyada ifade ve izah etmek mümkün değildir.
Onun için bütün noksanlıklarımızla beraber bulunduğumuz hâle elhamdülillah diyelim.
Dikkatimizi çekeceğimiz önemli meselelerin başında takva geldiğini unutmayalım. Allah Zülcelâl Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine karşı takvayı hem öğrenelim, hem yaşayalım, hem de başkalarına tavsiye edelim.
Tarih boyunca şucu olacaksın, bucu olacaksın, falancının müridi olacaksın, falancı senin şeyhin olacakmış veya olmuş gibi sözlerin veya bunların meydana getirdiği cemaatlerin, grupların peşinde koşmak, onların rehberlerinin takvadan uzak sözlerini yayma gayretinde bulunmak, insanlığı birbirlerinden uzaklaştıran şeyler olmuştur.
İlahi emir ve yasaklar ise beşeri birbirine yaklaştıran, onları “Mü’minler kardeştir.” şuuruna kavuşturan emir ve yasaklardır. Allah Teâlâ Hazretleri ruh ile bedeni birleştirdiği gibi herkes için adaleti ve adalet önünde eşitliği sağlayan ilahî emir ve yasaklarda bütün insanlığı birleştirip kardeş yapar.
Ruhunuzun bedeninizi nasıl beklediğine bir bakınız. Ruh ve bedenin birbirinden ayrılmaması için bir kolunuzu veya bacağınızı kestirmeye veya gözünüzün alınmasına razı olursunuz. Sadece bu dünya hayatında biraz daha yaşamak için.
Uyurken veya başka bir işle meşgulken vücuduna bir iğne veya bir diken batsa veya her hangi bir darbe alsan ruh hemen seni uyarır ve bütün bedeninle o acıyı hissedersin.
Ruhla bedenin bu durumunu biraz düşünün.
Biz Kur’an-ı Kerim’de emredildiği üzere “Mü’minler kardeştir.” diyoruz. Ama kardeşliğimizin arasındaki engellerden oluşan dağları bir türlü aradan çıkarmıyoruz.
Mü’min ve Müslümanlar olarak birbirlerimizle muhabbetimiz yok.
Kimileri tarikat kardeşi olur, kimisi şu kimisi bu kardeşi olur.
Cenab-ı Hakk “Muhakkak mü’minler kardeştir.” buyurarak bize gerçek kardeşliğin bu olduğunu bildirmektedir. Bu kardeşlik hukuku ayet-i kerime ile sabittir.
“Tarikatçılar kardeştir.” dediğin vakit; her tarikat diğerinden ayrılıyor. Ve her tarikat ayrı bir kardeşlik müessesesi meydana getiriyor. Evet, bunlar konuşurken güzel konuştuklarını zannederler. Yaşarken de bunu güzel zannedebilirler. Belki bizler de böyle zannetmekteyiz. Ama bu tefrika ilahi emre uygun değildir.
Çünkü Rabbimiz ayet-i kerimede:
“Ancak mü’minler kardeştir.” buyuruyor.
Demiyor ki şunlar bunlar kardeştir.
Ama bizler; Peygamber (s.a.v) Efendimiz ve sahabe devri gelip geçtikten sonra, İslam namına bölünüp parçalanmaya başladıkları günden itibaren başlayan bu yanlışlıklar içerisinde dünyaya geldik.
Günümüzde Müslümanların birbirlerinden kopuşu, parçalanışı beklenmedik şekilde çoğalmaktadır. Bu parçalanmışlık İslam düşmanlarının iştahlarını artırmakta ve bu düşmanlar aç kurtlar gibi Müslümanların üzerine saldırmaktadırlar.
Günümüzde her şey olmaktadır. Kadınlardan şeyh olur, imam olur; erkeklerden başka bir şey olur ve bunların peşinden şuursuzca giden insanlar olur. Günümüz dünyasında aklımızın alamayacağı şeylere şahit olmaktayız.
Aslında biz bir kalbe bağlanacaktık ve o kalp sayesinde bizler de kibir ve riyayı terk edecektik. Ama ne acıdır ki günümüz dünyasındaki insanlar takvadan mahrum oldukları için kibir ve riya için bir yerlere bağlanmaktadırlar.
Bakarsın iyi bir insan, bir şeyler öğrenmiş, insanlara zikir dersi öğretmeye başlamış. Ama biraz ilgi görünce değişmeye başlıyor.
Bunların sayısı günden güne artmakta ve ortaya ilimden habersiz takvadan mahrum cemaatler çıkmaktadır.
Rabbimin ilhamı ile ifade etmekteyim ki bu bölünmüş ve kokuşmuşluktan kurtulmanın bir tek çaresi vardır. O da takvadır. Bunu sizlere bildirmek için bu sohbeti yapmaktayım.
Bu çareleri sohbetimizin başından bu yana sizlere anlatmanın ve izah etmenin gayretinde oldum.
***
Bir hususu daha sizlere hatırlatmak isterim.
Nakşibendî tarikatı meşayıhından Muhammed Hakkı Hazretlerinin “Hazinetül Esrar” isimli kitabının son kısmında hem muhaddis hem de müfessir olan ve Sühreverdi Tarikatının kendisine nispet edildiği Şihabeddin Sühreverdi’den nakledilen bir bölüm vardır.
O devirlerde de Müslümanlar arasında bölünüp parçalanma ve takvadan uzaklaşma alıp başını gitmekteydi.
Sühreverdi Hazretleri burada tarikatın adâbını, ders şekillerini ve hatm-i hacegânı eksiksiz olarak yazdı. Ve “İnsanlığın bölünüp parçalanmasının aradan kalkması için başkalarına müracaat etmeden bu zikir derslerini nasıl yazdı isem eksiksiz olarak her kim yerine getirmek isterse onlara izin vermişimdir.” dedi.
Günümüzün fitne ve fesat günlerinde; hanımların, mahremsiz olarak seferi hükmünde olan yerlere, hac gibi farz ibadeti yerine getirmek için dahi olsa, gitmeleri caiz değildir. Dolayısıyla bir yere intisap etmek için de yani bir sünneti yerine getirmek için de haram olan bir fiili işlemenin hiçbir manası yoktur.
Bundan dolayı hanımlar kendi bölgelerindeki icazet sahibi yetkili kişilerden bir şeyler öğrenebilirlerse öğrenirler.
Bizden sonra hanımlar ve erkekler kendi bölgelerindeki icazetli yetkili kişilerden bir şeyler öğrenebilirseler öğrenirler. Kendi bölgelerinde icazetli kimse yok ise veya uzakta olup da gelemeyenlere ve bilhassa hanım kardeşlerimize tavsiyemiz; kaleme aldığımız “Adâb-ı Nakşibendiyye” isimli risalemizde zikir derslerini nasıl yazdı isek, yazılanlara herhangi bir ilave etmeden ve eksiltmeden şart ve adaplarına riayet ederek, kim zikretmek isterse Allah’ın izniyle me’zundurlar. Bu kitaptaki ilk dersten başlayarak derslerine devam edebilirler.
Dünyanın felakete doğru gittiği bu günlerde kadın ve erkeklerin şunu arayacağım, bunu arayacağım şu şeyhi bulacağım diye telaşlanmalarına da lüzum yoktur.
Rasûlullah’tan bu yana gelen silsilelere ittibaen şeyh vasfına sahip olmanın üç özel şartı vardır.
- İlmen şeyh olmak, yani dini ilimlere vukûfiyet sahibi olmak.
- Amelen şeyh olmak. Sahip olduğu ilimlerle amel etmeye gayret etmek.
- Sinnen şeyh olmak. Bu makamda kemâlât yaşına erişmek demektir.
Yani toplumun önüne geçen kimseler hem ilim sahibi, hem ilmiyle amel sahibi hem de yaşta kemâlât sahibi olmalıdırlar. Bu üçü bir arada olmadıktan sonra kurulan irtibatlardan beklenen neticelere ulaşmak kolay kolay mümkün olmaz.
Ayrıca kardeşlerimize bir diğer tavsiyemiz de şudur:
Bilhassa, Allah’ın izniyle, akaid konularıyla ilgili yazmış olduğumuz kitaplarımız ile diğer kitaplarımızdaki hususları okuyarak bunları insanlarla paylaşmanın ve yaşamanın gayretinde olsunlar.
Allah’ın izniyle ve Rasûlullah’ın müsaadesiyle yaptığımız bu vasiyetime şahit tutmak ve bunları erkek ve hanım kardeşlerimize tebliğ için (bu satırların imla ettirildiği an o mecliste bulunanlara hitaben) sizleri buraya davet ettik.
Bu sohbetimiz, etrafımızı kuşatan bu telaşların aradan kalkması, şunun bunun cemaati veya adamı gibi ifadelerin son bulması, insanları ve insanların sözlerini takva üzere değerlendirebilmeye gayret etmemize vesile olması için yapılmış bulunmaktadır.
Zikri emreden Allah Teâlâ Hazretleridir.
Habibine bunu “Allah de!” ifadesiyle buyuran da Allah Teâlâ’dır.
Bizden önceki devirlerdeki mürşidler, kâmil mürşidlerdi. Onların yanında oturanlar, onların ahlâkı ile ahlâklanıyor, o muttaki zatların kalpleriyle kalbleri birleşiyordu.
Ama günümüz dünyası değişti. İnsanlar takva ölçüsünü unutarak sesi çok çıkan, reklamı bol olanların peşine takılıp gitmektedirler.
İnsanlar aşırı sevgi hastalığı sebebi ile peşine gittikleri şahısların hatalarını görmek istemiyorlar veya görecek bilgiye sahip değiller. Ama bu gafletleri âhiret âleminde geçerli bir mazeret olmayacaktır.
Bir hususu daha hatırlatarak sözlerimizi tamamlayalım.
İnsan olması hasebi ile peşinden gittiğimiz insanda, ehl-i sünnet akidesine aykırı bir davranış görüyor veya söz duyarsak, onları usulüne uygun bir şekilde ikaz edelim.
Yaptığımız ikazlara rağmen bu hatalarından dönmezlerse onları kendi başlarına bırakarak yanlarından ayrılalım.
Bu husus unutmamanız ve ihmal etmemeniz gereken bir esastır.
Şimdi sizleri, anlattığımız hususları vasiyet olarak kabul ederek tefekkür etmeye ve öncelikle Allah ve Rasûlüne verdiğimiz sözlere sadakatimizi ispat etmeye davet ederek muhakeme yapmak üzere Allah ile baş başa kalmaya davet ediyorum.
Bugün mesuliyetimiz altındaki emanetleri böylelikle sizlere hatırlatarak teslim ettik.
Allah hepinize fert, aile ve toplum olarak ihlas, huzur, samimiyet, sadakat, muhabbet, birlik ve beraberlik nasip buyursun.
el-Hakîru’l-Fakîr, Hâdimu’t-talebeti ve’l-mesâkîn
Ahmed ibn Hüseyin Yaşar el-ofî
en-Nakşibendî, el-Hâlidî, el-Gümüşhânevî
*Muhterem Ahmed Yaşar Hocaefendiye ait okumuş olduğunuz bu vasiyet, Hocaefendinin vefatından takriben bir buçuk sene kadar önce, 2014 yılının Eylül ayında, hastanede iken bazı talebelerine imla ettirilmiştir.