Kabir Azâbının Hak Olduğunun Aklî Delîli
Dünya hayatında bir kısım insanların, irtikâp ettikleri haram ve yasaklardan dolayı çektikleri bir nevi azap ve cezalar vardır.
“İnsanların kendi elleriyle kazandıkları günahlar yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Ki böylece Allah yaptıklarının bir kısmının cezasını kendilerine tattırsın. Belki günahlarından vazgeçerler (dönerler).”[1]
Ahiret hayatında da daha çetin bir azap var iken bu iki hayat, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki kabir hayatı süresince, azap niye olmasın ki. Şayet bu azabın görülmemesi ve duyulmaması gerekçe gösterilecek olsa bundan başka daha nice duyamadığımız ve göremediğimiz olaylar ve hadiseler mevcuttur. Mesela biri yanı başımızda uyuya kalsa ve rüyasında kendisine işkence yapılsa, darbeler indirilse ve bu darbelerin izleri vücudunda dahi görülse, kan ter içerisinde kıvranıp “Beni kurtarın!” diye feryat etse, bu ses ve görüntüden haberdar olabilecek olanınız var mı? Size göre hiçbir şey yok ama ona göre hayat pür-melal.
Kabir hayatında olup biten olaylardan haberdar edilmememizin birçok sebep ve hikmeti vardır. Bunlardan biri; görmeden iman, yani gaybe iman etme derecesine yükselebilme gayesine matuftur. Bir diğer sebep ise tahammül gücümüzü aşmış olmasıdır. Ebû Said el-Hudri (r.a), Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“Omuzlarda taşınan bir cenaze salih bir kimse ise (omuzlarda taşınırken) şöyle der: “Kaddimûnî, kaddimûnî.” (beni çabuk ulaştırın, beni çabuk ulaştırın) Şayet salih bir kimse değil ise, “Vay benim hâlime beni nereye götürüyorsunuz, beni nereye götürüyorsunuz?” diye feryad u figan eder. Cenazenin bu sesini (bu feryadını) insanlardan başka her şey duyar ama insanlar duyamaz. (Şayet) Duyacak olsalar (korkudan) yerlere serilip ölürlerdi.”[2]
Bunca âyet, sünnet, icma ve aklî deliller ayan beyan ortada iken birilerinin çıkıp büsbütün bu hakikatleri görmezden gelerek bir çırpıda yok sayma cür’etini göstermiş olmaları bir nasipsizlik, talihsizlik ve sorumsuzluktan başka ne ile izah edilebilir? Bütün bunlar İslam’a ve Müslümanların pak ve nezih inançlarına gölge düşürmekten başka ne olabilir?
Aslında bu duruma düşenler sadece kabir azabını inkârla kalmayıp daha nice değerlerimizi yok sayarak örtbas etmektedirler. Bunlardan bazıları şunlardır: Ramazan Ayı’na münhasır oruç kefâreti diye bir şey yok. Âdet ve lohusa halinde olan kadınların o halde iken oruç tutmaları, namaz kılmaları vesâir ibadette bulunmalarında hiçbir sakınca yok. Farz ve teheccüd namazlarının dışında başka bir namaz yok. Kadir Gecesi’nin dışında kutsiyeti haiz hiçbir gece yok. Mestler üzerine mesh etmek meşru değil, buna mukabil yalın ayaklar üzere mesh etmede hiçbir sakınca yok. Mezhep yok. Hz. İsa’nın (a.s) nüzûlü diye bir şey yok. Hz. İsa’nın (a.s) nüzûlü ile alakalı onlarca hadîs-i şerîf var ki bunların bir kısmı Buhârî ve Müslim hadisi olmasına rağmen Hz. İsa’nın (a.s) nüzûlünü hem ısrarla inkâr ediyor, hem de neye gelecek, gelip ne yapacak diye alay ediyorlar. İstihza ediyorlar. Ehl-i Sünnet mefhumunu duymaya dahi tahammülleri yok ve daha nice yoklar… Kabullenemeyip bir türlü hazmedemedikleri bir başka önemli husus da şefaat konusudur. Ne imiş şefaatten söz etmek dahi şirk imiş. Allah aşkına (!) sizler hep Kur’ân demiyor musunuz? Şefaatle ilgili bunca âyât u beyyinâtı hakkın ve adaletin kefesine mi yoksa batılın ve zulmün kefesine mi koyacaksınız?
“Zalimlerin (kâfirlerin) ne bir sıcak dostu ne de makbul bir şefaatçisi vardır.”[3]
Görüldüğü üzere Kur’ân-ı Kerîm’de sadece kâfirler için şefaat mahrumiyeti söz konusudur. Şefaat haktır. Ancak hem şefaat edeceklerin şefaati hem de şefaat olunacakların şefaati İznullah’a bağlıdır. Zaten her şey Allah’ın iznine bağlı değil mi? Şefaatin izne bağlı oluşu şefaatin yokluğunun delili değil bilakis var olabileceğinin açık bir delilidir. Şefaatin var olabileceğine dair hem Kuran hem sünnet hem de icma delilleri apaçık ortada iken bu gerçekleri görmezden gelip inkâra sapmak en büyük haksızlık ve adaletsizlik örneği değil mi?
Şimdi de yaymaya çalıştıkları yeni bir şey daha var. Nedir o? Allah Rasûlü’ne (s.a.v) salât ve selam getirmek doğru bir şey değil imiş, fesübhânellah! Bunlar aklınıza nerden geliyor? Siz Müslümanlarla alay mı ediyorsunuz? Biz mü’minler topluluğu olarak, Rasûlullah’a (s.a.v) salât u selâm getirmemiz bir vefa, bir şükran borcumuzdur. Allah ve melekleri Ona salât edince bu mü’minler için daha evlâ ve daha elzem değil mi? Evet, bu bizim için hem bir vecîbe hem de bir sorumluluktur.
“Muhakkak ki Allah ve melekleri Peygambere salât ederler.”[4] (Allah Ona rahmet bahşeder, Ondan razı olur ve meth u senâ eder. Onun derecesini yüceltir. Melekler de Onun için dua ve istiğfar ederler, tazim ve tebcilde bulunurlar.)
(Şimdi) “Ey mü’minler! Siz de Ona salât u selâmda bulunun.”[5] (Ondan şefaat dileyin, Onun sünnetine sımsıkı sarılın, Ona saygı ve tazimde asla ve asla kusur etmeyin. Ona tam bir teslimiyetle teslim olun ki kurtuluşa eresiniz.)
Evet… Efendimiz’e (s.a.v) salât u selâmı Allah emrediyor. Rasûlullah da onu şerh ediyor (açıklıyor). Salât u selâmın nasıl getirileceği hususunu değişik rivayetlerde (birbirinden faklı salât u selâmları) sahâbe-i kirâma ve onların şahsında bütün ümmete öğretmiştir.
Efendimiz’e (s.a.v) salât u selâm getirmeye asıl biz muhtacız. Çünkü bu sayede Ona karşı olan sevgi ve muhabbetimiz, bağlılığımız, inkiyâd ve teslimiyetimiz anbean artacak ve şefaat-i uzmâlarını hak edenlerin saflarına iltihak etme şerefine ulaşacağız. Biiznillâhi Teâlâ işte bu bir Sünnetullah’tır. Mü’mine yaraşan, Sünnetullah’ı zorlamak değil ona tam bir teslimiyet içinde uymaktır.
Ubey bin Ka‘b’ın (r.a) rivayetine göre; Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v), gecenin üçte biri geçince uykusundan kalktı ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah’ı (hem kalben hem de lisânen çok) zikredin. (Birinci nefha ile) yeri göğü savuran (titreten) şiddetli bir sarsıntı meydana gelecek. Bunu ikinci (nefha) takip edecek ve ölüm öyle şiddetli gelecek, öyle şiddetli gelecek.” Bunun üzerine ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben Sana çok salât u selâm getirmek istiyorum. Gece namazına ayıracağım zamanın ne kadarı ile size salât u selâm getireyim?” diye sordum. “İstediğin kadar.” buyurdu. Ben: “Dörtte biri yeter mi?” dedim. Efendimiz: “İstediğin kadar, ancak arttırman senin için daha hayırlı.” diye buyurdular. Ben, “Gecenin yarısına ne dersiniz?” dedim. O, “İstediğin kadar yap. Ancak arttırırsan senin için daha hayırlı olur.” diye tekrarladı. “Üçte ikisi kâfî midir?” dedim. Yine, “İstediğin kadar yap, fakat arttırman daha hayırlıdır.” buyurdu. “Gece namazına ayırdığım vaktin tamamını Sana salât u selâm getirmeye ayırayım mı?” deyince, işte o zaman, “Allah senin bütün sıkıntılarını giderir ve günahlarını da bağışlar. Çünkü bu her hayra ulaşmana vesîle olacaktır.” buyurdular. Tirmizî bu hadisin hasen bir hadis olduğunu, Hâkim ise sahih bir hadis olduğunu belirtmişlerdir.[6]
Selh bin Abdullah (k.s) şöyle der: “Efendimiz’e (s.a.v) salât u selâmda bulunmak ibadetlerin en faziletli olanıdır. Çünkü (bizzat) Allah ve melekleri bunu üstlendiler (ve) sonunda da bütün mü’minler bununla emredilmişlerdir.”
Süleyman ed-Daranî (k.s) der ki: “Kimin Allah’tan bir istek, bir arzusu varsa duasına salât u selâm ile başlasın. Sonra istek ve dileklerini sıralasın. Ve duasını yine salât u selâm ile tamamlasın. (Çünkü) Allah (c.c), iki salât u selâm arasında yapılan duayı reddetmez.”
Sa‘d bin Müseyyeb, Ömer bin el-Hattâb’dan (r.a) şöyle nakleder: “Allah’ın Rasûlü’ne salât u selâm getirmeden yapılan dualar (mahcubdur) yani semaya yükselmez. Tâ ki salât u selâm getirilinceye kadar.”[7]
“Kesin olarak kabul edilen salih bir amel varsa o da Efendimiz’e (s.a.v) getirilen salât u selâmlardır.”(Mehmet Zahit Kotku (k.s))
Ulema-i kirâm, salât u selâmın fazileti, önem ve ehemmiyetiyle ilgili yüzlerce eser kaleme almışlardır. Salât u selâm ile alakalı Efendimiz’den (s.a.v) yaklaşık 150 sahâbî, hadis rivayet etmiştir. Bilgi için bakınız: Celâu’l-Efham fî-Fazîleti’s-Salâtu ve’s-Selâm (İbnu’l-Kayyim el-Cevzî)
Ulema, salât u selâma bunca önem ve ehemmiyet verirken bu emekleri boşa çıkarmaya çalışanların neye hizmet ettiklerini anlamakta cidden çok zorlanıyoruz.
Devamı var…
[1] Rum, 30/41.
[2] Buhârî, Cenâiz 2\103.
[3] Mü’min, 40/18.
[4] Ahzâb, 33/56.
[5] Ahzâb, 33/56.
[6] Muhammed ibn Allan, Delîlü’l-Fâlihîn li-Turûki Riyâzi’s-Sâlihîn, c. 3, s. 15-17.
[7] Kurtûbi, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 14/295.