İçeriğe geç
Anasayfa » -ÜSLÛB-I HAYAT- GÖRENE…

-ÜSLÛB-I HAYAT- GÖRENE…

“Parmaklarım ayı gösterirken, ahmaklar parmaklarıma bakar”   Tibet atasözü

Zamanın birinde bir derviş kendini ilme adar ve yollara düşer. Maksadı bir büyük ilim ve hikmet şehrine gidip ilmini ikmal eylemek seyr u sülûkunu tamamlamaktır. Yolculuk esnasında dereleri tepeleri aşarken gele gele geniş bir vadinin başına gelir. Bu uçsuz bucaksız vadi, çiçekleri ağaçları ve bin bir çeşit hayvanatı ile dervişi derinden etkiler. Ve dervişin ağzından gayri ihtiyari şu sözler dökülür: “Ya vadi! Eyne’l Hâdî” Yani: Ey güzel vadi! Nerede seni Yaratan Rab? diyerek Hâdî ismiyle Cenâb-ı Hakkı bulmak, hissedebilmek arzusu ile yüreği kavrulur. Gel zaman git zaman bu derviş tahsilini tamamlar. Artık ledün ilmine vakıf bir mürşid olarak memleketine dönmek üzere yoldadır. Yol kıvrıla kıvrıla yıllar evvel içinden geçtiği o vadiye gelir. Şöyle bir bakar ve bu sefer: “Ya Hâdî! Eyne’l Vadi?” der. Yani Ey Hâdî olan Allah’ım her yerde seni görmekten vadiyi göremiyorum, vadi nerede?

“Okumaktan mana ne? Kişi Hakk’ı bilmektir.” sırrına erenler dünya kurulalı beri bu dervişteki idrak terbiyesiyle her baktığı yerde onu görme halindedirler. Bir çiçeğin açışına, bereketli bir yağmurun yağışına, yeni doğmuş bir hayvan yavrusuna veya bembeyaz karlı dağlarda güneşin batışına şahit olan bir idrak “Fesübhanallah! Sen ne kadar yücesin Ya Rab!” diyemiyorsa şairin dediği gibi o paslı yürek sinede bir yüktür. Bir Müslüman âlim gökküreyi yaratıcısına açılan kapılar olarak mütalaa eder. Her bir keşif onun için sevgiliden gelen bir haber, sevdiğinin güzelliklerinden bir tutam baldır. Hayrette kaldığı her ihtişamlı sahne ona zülf-ü yârdır. Hulâsa artık ilim bir muhabbet bir muâşaka olur. O ilim deryasında bu hazlar içinde yüze dursun beri tarafta bir nasipsiz başını kaldırır ve elmas tarlası gökyüzüne baka baka “Bu sonsuz boşlukların ebedi sessizliği beni dehşete düşürüyor. (Pascal)” der, diyebilir. Bir basit taşra adamı bir sıradan ağaca bakar, hayretler içinde Rabbini tesbih eder mutlu olur. Buna mukabil bir büyük şehirde bir büyük bilgin, kimsenin göremediği güzellikleri görür ama korkar, mahzun olur.

Dünya, uzayda kendisine çarpmayı bekleyen milyonlarca kaya parçalarıyla dolu bir denizde yüzen gemi gibidir. Binlerce tehlikenin içinde güvenle yüzüp giden bu geminin etrafını sarıp onu koruyan manyetik kalkan keşfedildiği zaman imanı tadamamışlar acaba ne demişlerdir? Olsa olsa “Ne kadar şanslıyız!” diyeceklerdir. Kendilerini gerçeği seven, arayan (filozof) diye tanımlayan bu bedbahtların hali Hızır’ı arayan adamın hikâyesine benzer;

Bir biçare adam hep Hızır aleyhisselam’ı görmek istermiş. Bir gün kendisine bir zat gelmiş; “Hızır’ı görsen nasıl tanıyacaksın, o olduğunu nerden bileceksin, biliyor musun?” demiş. Adam bilmiyorum deyince, “Bak!” demiş, “Ben sana anlatayım. Hızır benim gibi zayıfça seyrek sakallı biridir.” Sonra elindeki asasını yanındaki bir taşa vurmuş, taştan yeşil bir ışık çıkmış ve “Asasını taşa vurunca böyle yeşil bir ışık çıkarır.” demiş. Zavallı adam bir şey anlayamamış, teşekkür etmiş Hızır’ı aramaya devam etmiş gitmiş.

“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki onlardan yüz çevirerek yanlarından gelip geçerler.”[*]

Kendi evimizi güç bela temiz tutmaya çabalarken, milyonlarca senedir ve milyonlarca balığın pislediği ve ölüp kaldığı denizin nasıl olup da daima pırıl pırıl, tertemiz ve berrak kalabildiğini düşünmek Hızır’ı arayanlara gösterilmiş apaçık bir mucize değil midir?

En ednâ bir hayvanı inceleyen insan, baş döndürücü bir estetik bulurken, rasgele bir madeni alıp seyreden, derinliklerinde nice kristal avizeler, rengârenk mücevherler bulurken ve dünya kurulalı beri her gün dünya tuvaline ressam-ı ezelî bin bir çeşit şaheserler resmederken hala mucize bekleyene kör desek çok mudur?

Eskilerimizin bir tabiri vardır; ferâsetle bakıp, olanın ardındaki hikmeti sezebilenlerin ancak anlayabileceği meseleler için “Görene…” derlermiş. Yani basîret ehline, anlayış idrak sahiplerine bu iş aşikârdır, nâdânlar anlamaz manasına… Biz de öyle deriz.

Bir kartalın yükseklerden uçuşunda, bir kayan yıldızda ve patlayan bir yanardağda hep sonsuz kudret sahibinden kıvılcımlar vardır ama görene…

Gülümseyen bir çocukta, yuvasında yavrularını besleyen bir kuşta ve bir annenin yavrusuna bakışında hep o bitmez tükenmez şefkat pınarından damlalar vardır tabii görene…

Bir kuğunun suda zarifçe süzülüşünde, yağmurdan sonra mucize gibi beliriveren bir gökkuşağında ve görenleri kendine meftûn eden bir gülde hep o mutlak güzellik sahibinin güzelliğinin serpintileri kendini gösterir ama görene, görebilene, görmeyi öğrenenlere…

Görenlerden olmak ve görebilenlerle olmak duasıyla…

 

 

[*] Yusuf Suresi, 12/105