Sizlere sevgili evlatlarım diyebilirim, hepiniz elhamdülillah, yarının neslisiniz. Bugünün gençlerisiniz, yarının da ricâli olacaksınız inşaallah.
Din-i İslam’ın, bilhassa bu memleketin, ilimle mücehhez olan kıymetli insanlara ihtiyacı çok fazladır. Bu husus havadan, sudan daha mühimdir. Su, hava, insanı bu fâni hayatta yaşatır vesaire, amma velâkin insanın imansız, İslamsız yaşamasının hiçbir faydası yoktur, hiçbir manası yoktur.
Bakınız Sultan Fatih Hazretleri, genç yaşında -Allah’ın inayetiyle- bu memleketi Müslümanlara hediye etti. Onun gayesi neydi? Bu memleketi Müslüman nuruyla tenvir etmekti. Sultan Fatih, İstanbul’un güzel manzarasına hayran olduğu için, burada keyif sürmek için İstanbul’u fethetmedi. Bu vatanda, bu diyarda İslam’ın meşalesini yakmak, İslam’ın bayrağını yükseltmek, İslam’ın nurunu neşretmek için geldi buraya.
O sebeple de Fatih Camii Şerifi’ni yaptırmaya başlamadan evvel medresesini yaptırdı ve medresede ulema yetiştirmeye başladı. Fatih Camii de zamanı geldi o talebelerin tedris, ders yeri oldu. Yakın tarihimize kadar da böyle devam etti; bizim yetiştiğimiz hocalarımız da bu camide tedrislerini ikmal ettiler.
Onların eserleri şimdi elimizdedir. Bu eserler onların ne büyük âlimler olduklarının en güzel ispatıdır. Yazı inkılabı olmasaydı bu memleketteki her ferd onların eserlerini okuyacak, ne büyük fazilet timsalleri olduklarını görecekti. Maalesef, şimdi bunu görmek zor oluyor, neredeyse mümkün olmuyor. Ama Elhamdülillah, sizlerin varlığı bizler için ümittir. Zira her biriniz yarın çınarlar olacak birer filizsiniz.
Sizler de bunun farkında olmalısınız. Ne yapıyoruz biz şimdi, bunun şuurunda olmalısınız. Bu yolun hakkını, kâidelerini bilmeye dikkat ediniz. Evvela, niyetlerinizi sâlih ve sadık yapınız. “Ben, yarının rehberi, Kitâbullah’ı ve Rasûlullah’ın sünnetini öğretmek üzere enbiya-i izâmın varisi olacağım.” niyetinde olunuz. Dualarınızda ellerinizi açtığınız zaman, “Ya Rabbi, bize ilm-i nâfî ihsân eyle. İlmimi ve anlayışımı arttır.” ifadeleriyle niyazda bulununuz. Allah Teâlâ, Habibine bile ilim talep etmeyi vazife kılmıştır.[1] O halde, O talep ettiği gibi biz de her gün ellerimizi açtığımız zaman bu duaları yapmalıyız.
Bu yolun başında şunu da bilmeliyiz ki biz hidayeti de ilmi de Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’den öğreniyoruz. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in açtığı yol bizler için hidayet, saadet ve selamet yoludur. Bir kimse bu yolu takip ettiği ve neticede bu yoldayken eceli geldiği takdirde ahiret âleminde öyle bir makama ulaşır ki; onunla peygamberler arasında bir derece farkı kalır. Şehitlik makamı ile ahirete erişir. İşte sizler de böyle mübarek bir yola girmiş oluyorsunuz. Sizler evlerinizden çıktınız zaman melekler kanatlarını ayaklarınızın altına seriyor. Bu yol bizleri cennete kavuşturacak en emin yoldur. Bu haberi bizlere bizzat Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) müjdelemektedir: “Kim ilim öğrenmek için bir yola sülûk ederse Allah Teâlâ ona cennete giden yolu kolaylaştırır.”
Allah hepimizi o cennet erbabından, ahirete gitmeden cennetteki makamını görerek dünyadan ayrılanlardan eylesin. Bunun için de istikamet üzere bir ömür sürebilmeyi hepimize nasip eylesin. Zira insan istikamet üzere bulunduğu takdirde son anını meleklerin, “Korkmayın, tasalanmayın, va‘d olunduğunuz cennetle sevinin.”[2] müjdesiyle noktalayacaklardır.
İstikamet üzere bir hayat sürmek istiyorsak ibadetlerimizi de güzelce yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
Evvela, beş vakit namazı muntazam vaktinde kılmak tabi ki vazifemiz. Sabah namazını cemaatle kılmaya gayret göstermeliyiz. Akşam yatarken sabah namazına kalkmanın niyetini ve onun tedbirini alacağız. Okuyacağız, niyaz edeceğiz; dualar vardır, evradlar vardır onun için, onlara dikkat edecek, öğreneceğiz inşallah. Yani namazı vaktinde kılmak bir…
İkincisi; uyandığımız zaman, namaz kıldıktan sonra mutlaka ve mutlaka bir evrâd u ezkârımız olacak. Ezkâr ve evrâdın birinci maddesi de Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân’dır. Onu da Rasûlullah Efendimiz bize zaten öğretmiştir. Meselâ, Sûre-i Haşr’ın sondan üç ayetinin okunması var. Dahası var. Hele Sûre-i Yâsîn okursak aliyyü’l-a‘lâ olur. Rasûlullah Efendimiz, “Her şeyin kalbi vardır; Sûre-i Yâsin de Kur’ân’ın kalbidir.”, “Bir insan, Yâsîn Sûresini hangi niyetle okursa onun muradı hâsıl olur.” buyuruyor. “Hangi niyetle” dediği için geniştir bunun manası. Mesela, “Ya Rabbi! Ben bu ilim yoluna çıktım. Beni bu ilim yolunda muvaffak eyle. Bugünkü derslerimi güzel hazmetmek, anlamak nasip eyle.” diye bunun da niyazını yaparsın. Velhâsıl-ı kelam Sûre-i Yâsîn her gün ve her gün mutlaka hepinizin evradı olacak. Bunu okuyacaksınız ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’i de. Kur’ân-ı Azîmü’ş-şân artık elinizden düşmeyecek, devamlı surette hatim okuyacaksınız. Hatimlerinizin birisi biterse hemen yenisine başlayacaksınız. Rasûlullah Efendimizin bu yönde güzel teşvikleri vardır. Bir insan sefere gittiği zaman bir yerde durur istirahat etmek için, ama tekrar binmeye, tekrar yola devam etmeye bakmalıdır. Bu fânî hayat zaten bir seyrdir, bir mesafe kat etmek için gidiyoruz. Ömrümüz bitinceye kadar bu şekilde Kur’ân-ı Kerim ile haşr u neşr olacağız inşaallah.
Sizler, elhamdülillah, Kur’ân-ı Kerim’i rahatlıkla öğrenebiliyor, okuyabiliyorsunuz bunun ne büyük bir nimet olduğunu sakın unutmayın.
Evet, bizler de çocukken Kur’ân-ı Kerim okuduk ama nasıl… Bugünkü neslin o günleri tahayyülü dahi neredeyse imkânsız diyebilirim. Allah rahmet eylesin, cennet mekân babacığım bizleri nasıl okuttu, biraz ondan bahsedeyim de içinde bulunduğunuz nimetin farkına varın.
O devirde Kur’ân okumak yasak, suç. Elif cüzü bile bir suç unsuru idi. Böyle bir zamanda rahmetli babacığım, gece yarısı, teheccüd zamanı kalkar, annemle beraber okuyarak bizi kaldırırlar, bize Kur’ân öğretirlerdi. Sabah namazı kılıncaya kadar öğretirdi, onunla meşgul olurlardı. Gündüz Kur’ân okuyacak olsak battaniyenin yorganın altında çalışırdık. Biri gelecek olsa hemen başımızın üstüne çeker, uyur numarası yapardık. Evimizin arkasındaki ormanlık alana çıkar, oralarda çalışırdık. Kendi insanımıza dahi güvenemez olmuştuk. Ne zulümler… Bir defasında babamın yaptığı bu ameli biri ihbar etmiş olacak ki takip ettiler babamı, götürdüler. Hâkim Efendinin, “Çocuklarına Kur’ân okutuyormuşsun, doğru mu?” sorusuna, “Evet, ben çocuklarıma Kelâmullah’ı, Kur’ân-ı Azîmü’ş-şânı okutuyorum.” cevabını vermiş babacığım. Bunun neticesinde de altı ay hapis cezasına mahkûm edildi. Bu ceza uygulanmadı, ama bu çileler bizim içimizi yaktı, hala da yakmaya devam eder. O günler geride kaldı, elhamdülillah.
Sizlere bir tavsiyem de ceplerinizde küçük birer Kur’ân-ı Kerim bulundurmanız. Mısır’a gittiğim zaman bir de baktım ki oradaki insanların ellerinde Kur’ân-ı Kerim. Ceplerine koyuyorlar. Ben de dedim, Kur’ân-ı Kerim’i ben de cebimden eksik etmem. O tarihten beri cebimde Kur’ân-ı Kerim tutarım. Bunun bulunması benim için büyük bir nimettir, zira nerde bulunsam, kimse olmadığı zaman, onu açar, okurum. Abdestsiz çıkmamaya gayret ederim. Siz de böyle yapacaksınız, abdestsiz dışarı çıkmayacaksınız. Kur’ân-ı Kerim okuyacaksınız, Yâsîn-i Şerif’i de evde oturduğunuz zaman okumadı iseniz, yolda okursunuz. Ben Mısır’da bulunduğum zaman şöyle yapardım, bunu tahdis-i nimet olarak söylüyorum, övünmek için değil. Kalktığım zaman evden çıkarken Yâsîn Sûresi’ne başlarım, ondan sonra Fetih Sûresi’ni okurum, Fetih Sûresi’nden sonra onu takip eden Sûre-i Hucurât’ı okurum, Sûre-i Kâf’ı okurken yol biterdi, Külliyet-i Şer‘iâ’nın kapısına varırdım. Giderken, hassaten, insanların her zaman gittiği yoldan değil de ara yollardan geçerdim ki yol ahvâliyle meşgul olmayayım.
Biz bu şekilde yola başladık, elhamdülillah. Şimdi hâlâ sabahleyin evde okuduğumdan başka, camiye giderken, yolda mutlaka Kur’ân-ı Kerim, Yâsîn-i Şerif okurum. Bunlar bizim tabiî bir vazifemizdir. Bunu bu şekilde takip ederseniz zevkini de tadacaksınızdır.
Sizlere tavsiyem, sizlerden can u gönülden temennim odur ki; kendinizi, ömr-i azizinizi heder etmeyin, israf etmeyin, okuyarak vaktinizi geçirin. Allah Teâlâ, Rezzâk-ı âlemdir, rızıkların sebeplerini de halk eder. Onun için servet sahibi olacağım, para biriktireceğim, üst üste para koyacağım gibi niyetleriniz olmasın. Bunları herkes yapar. Hocalarımızın hiçbirisinden, çok servet sahibi olun, diye bir tavsiye işitmedik biz. Rasûlullah Efendimizin hadis-i nebeviyesinde, çok para kazanın, diye bir şey yoktur. Evet, efendim, “Hayırda yarışın, müsabaka edin.” diye tavsiye var ama “Para kazanmada müsabaka edin.” diye bir emir yoktur. Kesb için müsabaka etmek diye bir şey yoktur. Biz, efendim, bu yolda, ibadet u taatimizi, kulluk vazifemizi yapmakla mükellefiz, buna çok dikkat edeceğiz inşallah. Sonra siz şimdi, elhamdülillah, bu milletin içerisinde bir yıldız gibisiniz. Yarın her birinizin arkasından büyük bir cemaat takip edecektir inşallah. Çünkü güzel ameller yaptığınız takdirde Allah’ın muhabbeti sizlere ihsan olacaktır. Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de iman sahibi olan ve sâlih amel işleyen kimseler hakkında meveddet (sevgi) ihsan edeceğini buyuruyor. O zaman o, herkesçe sevilen bir kimse olur, ölse de o sevgi devam edip gider.
Nitekim Rasûlullah Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyuyorlar ki: “Cenab-ı Hakk bir kulunu sevdiği zaman Cebrail aleyhisselama der ki: “Ben filan kulumu sevdim sen de onu sev.” O kimse ondan sonra, yeryüzündeki insanlar tarafından sevilen bir kimse de olur. Bilhassa sâlih insanlar o kimseyi sever. Zaten bizi kâfirlerin sevmesi makbul bir şey değildir ki. Biz onların sevgisini istemeyiz; böyle bir şeyin talibi de olmayacağız. Çünkü buna talip olursak “Kişi sevdiği ile haşr olur.” hadis-i şerifinin tahakkukunu onlarla yaşarız. Eğer biz sâlih kimseleri seversek ahirette onlarla haşr oluruz. Hatta ve hatta bir hadis-i şerifte ne buyruluyor: “Nerde dünyada iken benim namıma birbirlerini sevenler? Ben onları şimdi arşın gölgesinde istirahat ettireceğim.” İşte o zaman dünyada iken Allah için muhabbet eden insanlar birbirlerini arayacaklar. Amma birbirlerini Allah için sevmeyenler de “Aa efendim, sen sebep oldun, ben sebep oldum…” şeklinde orda kavgaya tutuşurlar. Biz birbirini Allah için sevenler olarak ahirette birbirimizi ararız ve ondan sonra da Cenâb-ı Hakk her birimizi bağışlar, hepimize aynı makamda ikram eder. Biz orası için hazırlanacağız. O sebeple de efendim, uyanık olacağız, uyanık olacağız…
Ahh gençler… Yarının büyükleri olacak gençler…
Biz Fatih Camii’nde neler gördük neler. Önceleri bu camide ilim irfan akarken şimdi ne hallere geldik. Bizim yaptığımız bu şeyler onların yanında belki bir kaç damla mesabesinde kalır, o kadar basit bir hale geldik maalesef. Fatih Camii’nin birbirinden değerli imamlarını, kayyum ve müezzinlerini tanıdık. Hepsi âlim kimselerdi. Kayyumlar dahi âlim kimselerdi, tahayyül etmeye çalışın kayyumlarda da bile ilim irfan vardı. Fesübhanallah, o zaman kayyumların ellerinde kitaplar var. Hatta onların arasında Arap edebiyatıyla meşgul olan hocaefendiler vardı ki Arap divanları okurdu. Şimdi Arap divanı ne, bilmez kimse. Böyle kimseler gördüm Fatih Camii Şerifi’nde. Hatta ve hatta bakınız bir misal vereyim: Fatih Camii’nin kayyum başı devamlı surette hadis-i şerif okur ve okuturdu. Ben Mısır’a gitmezden evvel Buhari-i Şerif’in birinci ve ikinci cildini o zat bize okuttu, kendisinin teklifiyle. Kitabı da kendisi bize aldı, hala evimde duruyor. Bu bahsettiğim zat, Süleyman Efendi, Arnavut bir hocaefendi idi. Gelmiştir icazet aldıktan sonra; imtihana girip tekrar bir icazet almak daha gerekir dersiâmlık için. Buna girmediği için bu kimse resmî müderris olamaz. Kayyum olmayı tercih etmiştir. Kayyumluktan da hocaefendiyi “reîsü’l-kayyumîn” (kayyum başı) yapmışlardır. O zat-ı muhteremin ibadet ve taatini hatırladım: Bir gün dedi ki: “Cenâb-ı Hakk lütfetti de bu caminin her yerinde teheccüd namazını kılmak nasip oldu, bunun için şükrediyorum.” Camide geceleyin mutlaka iki tane kayyum kalacak. Kaldıkları zaman, efendim, Süleyman Efendi, caminin içindeki kuyudan bir kova suyu alır, yukarıya hünkâr mahfiline çıkarır, başından aşağı döker onu, yani gusül abdesti alır, ondan sonra camiye gelir artık, sırayla caminin her tarafında namaz kılar. O ihtiyar haliyle nasıl oluyor da geceleyin yapabiliyor bunları? Bunu söylemişti bana bir söz arasında kendisi. Övünmek için değil de bir münasebetle konuşurken söylemişti…
Yine bir başka kayyumdan bahsedeyim. O kayyum da acayip bir manzara ihtiva eder; o da Mehmed Efendi, Aksakallı Mehmed Efendi denir ki Aksakallı denilmesinin sebebi orada Mehmed Efendi iki tane. Bu iki tane Mehmed Efendi’den birisi siyah sakallı diğeri de aksakallı oluyor. O yüzden insanlar o sözü söylüyorlardı. Aksakallı Mehmed Efendi vefat etmiş. Efendim, çocukları, ellerinde babalarının anahtarı ile gelirler, “Babamızın dolabı nerede?” diye sorarlar. “Üst katta. Herkesin kendisine ait dolabı vardır orada.” cevabını alırlar. “Babam bize, orada ufak ufak torbalar olduğunu söyledi. Kendisi defnedildiği zaman o torbalardaki şeylerin, kefeninin üzerine dökülmesini vasiyet etti.” dediler. Neymiş torbadakiler? Caminin tozları. O ana kadar kimsenin haberi yokken cami içerisinde senelerce kalmış, oranın tozlarını toplamış, farkında değiller. O tozları faraşla süpürüyor ya, süpürmüş, koymuş oraya, biriktirmiş sonra, defnedildiği zaman kefeninin üzerine o tozlar dökülsün istemiş. Bu nedir? Bu, manaya itibar ve oraya ihtiram… Onun imanı ona bunu yaptırmıştır. İşte cami-i şerife temizliği ile meşgul olanlar bile bu şekilde itikat içerisindeydiler. Diğerlerini varın siz düşünün.
Rabbim cümlemizin akıbetini hayr eylesin. Bizleri hocalarımıza layık birer talebe, onların şefaatlerini hak edecek hayırlı nesiller eylesin. Hepimizi Peygamber Efendimizin şefaat-i uzmâsına layık ümmet eylesin…
[1] bkz. Tâhâ, 20/114.
[2] Fussilet, 41/30.