İçeriğe geç

YAZI UÇAR SÖZ KALIR

Çocuklara kitap okutma çabasındayız. Aman, evladım kitap okuyup kültürlü olsun, okulunda birinci gelsin. Çocukla ilgilenmemek için iyi bir bahane. Modern zamanlarda insanı kendi çocuğundan uzaklaştıran mazeretlerden biri. Çocuğu meta yerine koyup adeta ondan verim/fayda bekleme anlayışı içerisinde post modern insan. Kitap okuması gereken birileri varsa onlar büyüklerdir. Çocukların ihtiyacı olan şey kitap değildir! Onlara masal anlatacak bir anne ve bir de babadır. Masal kitapları, çocuk hikâyeleri de çocuklar için yazılmamıştır. Onlar çocuklara anlatılması için büyüklerin okuması gereken kitaplardır.

O zaman çocuklar ne okuyacak diyorsunuz değil mi?  Tabi ki onlar da masal ve hikâye kitaplarını okuyacaklar. Büyüklerin yapması gereken vazifeyi bir nevi kitaplara teslim ederek çocukların ihtiyacı olan muhabbeti onlardan esirgememek gerekiyor. Dünyayı henüz tanımamış bir yavrucak için önemli olan, yanı başında ona yol gösterecek, onunla sohbet edecek, doğru-yanlış nedir anlatacak birilerinin varlığıdır. Masal kitapları da bu iletişimin oluşmasında gayet tesirli bir vasıtadır.

Merhum Cahit Zarifoğlu çocuklar için yazdığında aynı zamanda büyükler için de yazdığını söylerken haklıydı ancak onun gerçek niyeti sorgulanmadı bir türlü. Belki de büyüklere vazifelerini hatırlatıyordu zarif insan. Kitapları önce siz okuyun, sonra çocuklara okuyun/okutun diyordu. Kendisiyle yapılmış bir mülakatta şunları söylüyor: “Büyüklere yazdığınız zaman bu sadece büyükler içindir. Ama çocuklara diye yazarsanız bu aynı zamanda büyükler için de olur. Ben çocuklar için yaşları sekiz dokuzdan başlamak üzere basit bir konu sürükleyici bir macera seçer bunun içini ise büyükler için doldururum. Yalnız bunu çocuk duyarlılığı ile yaparım.”[1]

Elbette ki sadece masal değil kültürlerin çocuklara hediyesi. Milletlerin bilinçaltı olarak adlandırabileceğimiz destanlar, atasözleri, şiirler ve tabii ki fıkralar… Geçmişten tevarüs ettiğimiz söz zenginliğimiz. Kısacası bütün şifahi/sözlü edebî hazinemiz.

Aslında her şeyden evvel çocukların dünyasından haberdar olmak gerekiyor. Çocuklar olağandışı olayları normal hadiseler gibi değerlendirirler. Realist bir bakışa sahiptirler. Bundan dolayı söylenen sözlerde dolaylı bir mana aramazlar. Fakat hayal güçleri ve sezgileri çok ileri seviyededir. Bir masal kahramanını kolayca kendisiyle özdeşleştirebilir. Onun gibi güçlü, cesur, zeki olmak ister. Çocuk realist olduğu için sosyal hayatın kurallarını veya psikolojik mahiyetteki inançları fizikî kurallardan ayıramaz.[2]

Çocuk taklit ederek öğrenir. Ve ilk taklit edeceği kişiler de anne ve babasıdır. Şahsiyeti temayüz edene kadar her türlü tesire açıktır insan. Şahsiyetin oluşmaya başladığı bu dönemlerde çocuğa model gösterilmezse kendine en yakın gördüğü tipi seçer. Sizin Nasreddin Hocanız yoksa çocuk tabii ki kendine hediye dağıtan Noel Baba’yı seçecektir. Bir Keloğlanı anlatmadığınız çocuk, Harry Potter hayranı olup çıkacak, ‘yüzük kardeşliği’ modern masalıyla hayaller kuracaktır.

Bugün masal ve destan kahramanları yerine çizgi film kahramanları, dizi ve film karakterleri var. Ne var ki milli ruhumuzu, hassasiyetlerimizi yansıtacak hiçbir örnek şahsiyet yok bunların içerisinde.

Bizim numune-i imtisallerimiz bellidir. İnsanlığa en güzel örnek (Üsve-i Hasene) olan Efendimiz’i (s.a.v) anlatırız yavrularımıza. Hz. Ali’yi, Hz. Hamza’yı cesaretleriyle; Hz. Ömer’i adaletiyle, Hz. Ebu Bekir’i sadakatiyle, Abdurrahman bin Avf’ı cömertliğiyle tanıtır anlatırız çocuklarımıza.

Bir Nasreddin Hoca’yı anlatırız, Alpaslan’ı, genç padişah Fatih’i, Battal Gazi’yi, Köroğlu’nu. Keloğlan’ı anlatırız ince zekâsı ile devleri yenmesini.

Bunları unutturup da ahlakî olarak hiçbir güzelliği/özelliği olmayan tipleri dizilerle model olarak insanların önüne koyunca değer kavramı değişime uğrar. Değer parada, güçte pahalı zevklerde aranır gençlik çevresinde. Bizim için değer imandır, dindir, Allah yolunda savaştır, şehidlik ve gaziliktir. Ve bizim için örnek olacak insanlar da bu yolda olanlardır. Ahmed Yesevî gibi, Yunus gibi, Mevlana gibi, Eba Eyyüb el-Ensarî gibi, Yavuz Sultan Selim Han gibi…

Bizler yıllar geçse de sözlü/şifahi toplum olma geleneğimizden vazgeçemeyiz. Bu iyidir, kötüdür ancak şu var ki “Yazı da gider, kulaklarda kalan sözdür. ” İnsan hayatı sağ kulağına okunan ezanla başlar bizim inancımızda. Adeta çocuğa yapılan ilk telkindir bu. Çocuk Müslim olduğunu bu ilahî çağrı ile hatırlar belki de.

Sözle yetişiriz, kültürümüzü, ananemizi ancak hal ile söz ile aktarırız. Hal sâridir ve sirayet muhabbetledir. Bunun aksini düşünürsek Cihan Harbi’nden çıkıp binlerce evladını kaybetmiş bir milletin o zamandan bugüne nasıl olup da dinini muhafaza edebildiğini kimse izah edemez. Söz bizde namustur. İman önce dil/söz ile ikrardır. Din tebliğdir, nasihattir, emri maruf ve nehyi münkerdir. Hükmü ağızdan çıkan söze göre veririz. İman da küfür de söz ile teşekkül eder.

Bu minvalde yetişen nesiller sözün kıymetini bildikleri ölçüde yazıya sarılırlar. Ondan sonra Kitab’a vasıl olurlar. Sözün kıymetini idrak etmeden insan asla Kitab’a koşamayacaktır.

Sözün kıymetini/değerini söz(ü) bilen tayin edebilir. İşittiğini anlamayan yahut yarım yamalak anladığıyla amel edene kulaktan dolma bilgiyle iş yapıyor deriz.

Sözlü/şifahi geleneği küçümseyenler milletin binlerce yıllık destanlarını göz ardı eden ve milleti tarihinden koparmaya çalışan güçlerdir. Birinci Cihan Harbinde, uyuttuğu bebeğe “Babası gelecek Şam’dan…” ninnilerini söyleyen anneler nasıl bir halet-i ruhiye ile bunu söylüyordu. Bu ninniyle yetişen çocuklar nasıl bir şuuraltına sahip oluyordu. Sözden uzaklaşmanın tesiri ile bugün bu şuurun idrakinden mahrumuz ne yazık ki.

Masallar, destanlar, örnek şahsiyetler kitaplarda mahpus. Onlara hürriyetlerini verecek şuurlu ebeveynlere ihtiyaç var. Anne-baba olacakların, evlerinin içini doldurmadan önce edebî dağarcıklarını doldurmaları; bize ait destanları, ninnileri, masalları öğrenmeleri, masal anlatmayı bilmeleri gerekiyor. Aksi takdirde söz uçup gidecek. Kalan yazı ise tarihin sayfalarındaki hüzünlü gerçeğin yazısı olacak.


[1] Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, sf.92, Beyan Yay.

[2] Erol Güngör, Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar, Ötüken Yay.