İçeriğe geç
Anasayfa » ZEHİRLENMEK İSTEMİYORSAN…

ZEHİRLENMEK İSTEMİYORSAN…

Dünya hayatı, bizi maddeden mânâya taşıyan bir köprü aslında. Maddî hayatımızdaki işleyiş ve bu işleyişin devamını sağlayan ölçüler, mânâ âlemimizde, dinî anlayış ve yaşantımızda da bazı ölçülerin var olabileceğini çağrıştırıyor bizlere.

“Sebepleri de göz ardı etmemeliyiz.”, “Bunlar hayatın gerçekleri.” diyerek bağlandığımız şeyler, düşünebilen insanlara imanî ölçülerimiz olan esaslara da böyle bağlanılması gerektiğini gösteriyor. Çünkü neticelerinden/ürünlerinden mahrum olmamak için tutunmamız gereken sebeplerle dolu olan hayatımız, itikâdımıza göre bu dünya ile sınırlı değildir. Asıl sonuçlara ahirette ulaşılacaktır ve “hayatın gerçekleri” ifadesi de ahiretteki beklentilerimizle mânâ kazanacaktır.

Ahirette güzel bir neticeyle karşılaşmamızı mümkün kılan ölçülere teslimiyet, içerisinde şüphe barındırmayan bir inanç ile mümkün olmaktadır. Yani iman esaslarımızda bir an olsun şüpheye düşmemekle. İmanımızı şeytânî olan şüphe taarruzlarından koruyabilmek ise Kur’ân’a, onun tefsîri mahiyetinde olan Sünnet’ten öğrendiğimiz şekilde uymakla mümkündür. İmanımız; mesnedi Kur’ân ve Sünnet olmayan, sapmış ve saptırmayı gaye edinmiş insanların konuşmalarından, telkinlerinden uzak durmakla, onların süslü ifadeler içine gizledikleri zehirlerinden korunmakla muhâfaza edilir.

Bu korunmanın en kısa yolu, o zehirlere karşı gözlerimizi, kulaklarımızı dolayısıyla da kalplerimizi kapatmaktır.

Aklı başında bir kimsenin “Ben şu maddelerin zehirli olduğunu biliyorum; ama bir iki tanesini yesem de tadına baksam ne olur?” demesi kabullenilebilir mi?

Hayır! Ama bu cevabı vermekte bir an dahi tereddüt etmeyen nice kimseler, “Falanca neler demiş bir dinleyelim, duydun mu filan dün gece yine neden bahsetmiş.” gibi ifadelerle pek çok manevî zehri kalplerine buyur etmekte.[1]

Bilelim ki, kalplerimize buyur edilen bu zehirler ve bu zehirlerin tesiri olarak, cehaletimizle birleşip karşımıza çıkan şüpheler, “Acaba?” soruları, ifade etmeye çalıştığımız gibi imanımızın en büyük düşmanlarıdır. Şüphenin karar kıldığı yerde “yakîn” kaybolur.[2] Yakînî seviyede olmayan bir iman ise hayat boyu cehennem uçurumlarının kenarında gezinmeye benzer. Allah muhâfaza, en küçük bir sallantı kişiyi o uçurumun içine çekebilir.

Bu satırlardan maksadımız tabiî ki insanın doğru mu yanlış mı diye düşünmeden, ardınca yaşantısını devam ettirdiği fikir dünyasına, hayat tarzına karşı onu uyandırmaya vesile olacak şüpheler değildir. Bu gibi şüpheleri sayesinde insan araştırmaya yönelir ve güzel bir usûl ve sağlam rehberle taklidî imandan kurtulur da belki tahkikî iman basamaklarını adımlar. Bizim maksadımız, olduğu gibi kalmasına müsaade ettiğimiz ve bizi adeta içimizden kemirerek bitiren şüphelerdir.

Zaten şeytanın isteği de ağına düşürdüğü insanı sürekli bu şüpheler içerisinde oyalamak ve ona uyanma fırsatı vermemektir. Sürekli yeni yeni şüpheler ortaya atan ve onların tartışılıp konuşulmasını geniş zamanlara yayarak devam ettiren, bazılarını zaman ve zeminini kollayarak tekrar tekrar gündeme taşıyan, şeytânî telkinlere mağlub olmuş insanların da yapmak istedikleri işte bundan ibarettir.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Rabbimizin razı olduğu bir kul, iyi bir Müslüman mı olmak istiyoruz? Öncelikle kalplerimizi Kur’ân ve Sünnet ölçülerine göre ayarlamalıyız.[3] Bu husustaki en önemli yardımcılarımız anlattıklarını yaşayan, tâ sahâbî efendilerimiz devrinden bugüne, bize hayatlarıyla ışık tutan hocalarımız olacaktır. Uslûb ve tavırlarıyla, söz ve yazılarıyla onlara dil uzatan; bize ilmi taşıyan, hangi birine uyarsak uyalım bizi doğru yola çıkaracağına inandığımız ashâb-ı kirâm hakkında cahilce tavır takınan, onlar vesilesiyle haberdâr olduğumuz hadîs-i şerîflerle aramıza girmeye çalışan kimselere isimleri, sıfatları ne olursa olsun fırsat vermemeliyiz.

Konuşan kimselerin unvanlarına, şöhretlerine değil, anlattıklarına bakmalı, “müdebbir” olmalı, işin arka planını görebilmeliyiz. Gördüğümüz, dinlediğimiz hiçbir şeyde bu ölçümüzden zerre miktar şaşmamalıyız. Televizyonlar, bilgisayarlar karşısında dinlediğimiz söz ve telkinlerin süslü, aldatıcı, Efendimiz (sav)’ın tabiriyle adeta “sihir” olan tesiri altında iman esaslarımızda, ibadetlerimizde şüpheye düşmemeliyiz. Yaşadığımız zamanı ve zemini çok iyi tanımaya gayret etmeli, gafil davranmamalı, “uyanık” olmalıyız. Kim bilir belki de Peygamberimiz Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfleriyle işaret buyurdukları bir zaman diliminde bulunuyoruzdur:

“İnsanlara bir takım aşağılık, hile dolu fitne seneleri gelecektir ki o zamanda yalancı tasdîk olunacak; doğru söyleyen, yalancı sayılacak; hâin, güvenilir kişi olacak; emîn kişiler de hâinlikle töhmetlenecek; âdî adamlar, söz sahibi olarak konuşacaklardır.”[4]

 

 

[1] Hiç şüphe yok ki ilmî bir birikime sahip, cemiyet içerisinde sözü dinlenilir kimselerin bu gibi hâdisâtı takip etmeleri yukarıdaki satırların mazmûnu dışında değerlendirilmelidir. O kıvamdaki insanların bu efkârı ciddi bir şekilde takip etmeleri toplumda nice büyük hataların önüne geçilmesine vesile olacak, zamanında ve hikmetle yapılan müdahaleler belki de gidişatın mecrâını değiştirecektir.

[2] Şüphe, imanın sıhhat şartlarından biri olan yakînin zıddıdır. Bu hususta teferruatlı bilgi için bkz. Akâid Sohbetleri, Ahmet YAŞAR Hocaefendi, sf. 367 vd.

[3] Rasûl-i Ekrem (sav) Efendimiz buyuruyorlar ki: “Size iki şey bıraktım, onlara kuvvetle bağlı kaldığınız takdirde asla sapıtmazsınız: Biri, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm; ikincisi, Allah’ın Rasûlünün sünneti.” (Mâlik, Muvatta, Kader, 3; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

[4] İbn Mâce, Fiten, 23.