İçeriğe geç

YILDIZLARIN REHBERLİĞİNDE BİR HAYAT

Kâinatın varlık sebebi, rasûller serveri, Hak yolun yegâne rehberi, efendimiz, önderimiz, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)’ya bende olmak…

            O’nun Hak dediğini Hak bilip, bâtıl dediğini bâtıl kabul etmek…

Ne emretmişse baş tacı edip, nehiylerinden şiddetle sakınmak…

Yanlış bir söz söyleyip veya hatalı bir fiilde bulunarak Efendimiz (s.a.v)’in kalb-i pâk-i Muhammediyyelerini mahzûn eder miyim endişe ve korkusunu her dâim kalplerde hissetmek…

İşte Allah’ın Rasûlünü anne-babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok seven, peygamber âşığı bahtiyar mü’minlerin gıpta edilecek vasıfları…

Evâmir-i ilahiyyenin giderek terk edildiği, Rasûlullah Efendimiz’in ve O’nun mübarek sünnet-i seniyyesinin günbegün unutulduğu, her türlü fuhşiyâtın sokaklarda çekinilmeden işlendiği, azap meleklerinin her an ilahî helak emrinin gelmesini bekledikleri, zulümât karanlığının her geçen gün biraz daha arttığı şu günlerde böylesi bir muhabbete ne kadar da muhtacız.

Zira Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) mahzun gönüllerin devâsı, hasta kalplerin şifâsı, karanlıkları aydınlığa tebdil eden, nûr saçan bir kandil, her an hakkı gösteren bir rehber ve ümmetinin cehenneme gitmemesi için çırpınan bir peygamberdir.

Gelin, şimdi 1400 sene öncesine, her bir zerresine Rasûlullah’ın muhabbet mührünün vurulduğu saadet asrının kelimelerle ifade edilemeyecek güzellikteki o nûrâni muhabbet bahçesinde bir seyre çıkalım. Gönüllere nakşedilmiş olan o ulvî muhabbeti terennüm etmeye gayret edelim.

Allah’ın Rasûlü (s.a.v) sabah namazını kıldırmak üzere bir gün Mescid-i Nebî’ye geldiklerinde mescidin bir köşesine çekilmiş, her halinden mahzûn ve mükedder olduğu anlaşılan Sevban’ı fark eder ve ona yönelerek:

—Ya Sevban! Nedir bu halin? Seni böylesine üzen böylesine perişan eden dert nedir? Halbuki yatsı namazında ne kadar da neşeliydin, der.

Sevban da :

—Ya Rasûlallah! Ben sizi çok seviyorum. Siz her gün yatsı namazını kıldırıp da hane-i saadetinize çekildiğinizde içimi tarif edilemez bir sıkıntı kaplıyor. Size meftun olan bu Sevban sizden ayrı kaldığı her dakika cehennemî bir azap yaşıyor. Ne zaman sabah olacak da canımdan çok sevdiğim Efendimin mübarek yüzünü bir daha göreceğim diye sabahlara kadar uyuyamıyorum.

Ya Rasûlallah! Siz evvel-âhir bütün günahları kendisine bağışlanmış, kâinatın kendisi hürmetine yaratıldığı, Allah’ın en sevgili kulusunuz. Bir gün emr-i hak vâki olur da refîk-i âlâ’ya vasıl olursanız Cenâb-ı Hak sizi Firdevs-i Âlâ’da ağırlayacaktır. Bizler ise günahkâr kullarız. Eğer Cenâb-ı Hak lütfeder bizleri fazl-ü keremiyle bağışlayacak olursa, bizler cennetin en alt tabakalarında yer alacağız.

Ya Rasûlallah! Ben sabah namazına kadar sizi görememeye dayanamıyorum. O ebedî âlemde sizden sonsuza dek mahrum kalmaya nasıl tahammül edeceğim, der.

Allah’ın  Rasûlü (s.a.v) o mübarek gözlerini Sevban’a çevirerek:

“Ya Sevban!  Yeter artık sil gözyaşlarını; Mahzûn olma. Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurdular.

………………………………………………………….

Saadet asrının o nûrânî muhabbet bahçesindeki seyrimize devam edelim…

Abdullah ibn-i Zeyd (r.a.): Medine’nin dışında, kendi halinde, ziraat ile meşgul, kalbi Rasûlullah (s.a.v.) muhabbetiyle çarpan bir peygamber aşığı, Hak dostu bir hidayet yıldızı…

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Rabb’ine kavuştuğu haberinin duyulmaya başlandığı günlerde,  Medine-i Münevvere’den bir grup Abdullah ibn-i Zeyd’le karşılaşıp ona: “Ya Abdullah! Duymadın mı vuslat tahakkuk etti. Rasûlullah (s.a.v.) refik-i âlâ ile buluştu. Kuş misâli uçtu gitti Firdevs-i Âlâ’ya.” dediklerinde, yüreği muhabbet mührü ile damgalı o büyük sahabî bulunduğu yerde dizleri üzerine çöktü, ellerini kaldırabildiği kadar kaldırdı: “Ya Râb! Ne olur Abdullah kulunun gözlerini şu anda âmâ kıl. Zira bu dünyada bana kendisinden daha sevimli bir kimsenin bulunmadığı Rasûlullah’ı (s.a.v.) göremeyecek olduktan sonra bu gözler artık hiçbir şey görmesin.”diyerek yalvarmaya başladı. O anda gözyaşlarıyla beraber gözleri de akıverdi, peygamber aşığı mübarek sahabînin.

Sevban, Abdullah ve daha  niceleri…

Onlar, Allah’ın Rasûlüne meftûn, O’nun sevindiğine sevinen, O’nun üzüldüğüne kahrolan, O’nsuz bir dünyayı görmek dahi istemeyen, kendilerini O’nun muhabbet deryasında kaybetmiş bahtiyar mü’minlerdi.

“Ey insanlar! Size kendi içinizden bir peygamber geldi. Sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O size karşı ne kadar da düşkündür. Mü’minler için son derece şefkatli, nihayetsiz merhametlidir.” (Tevbe-128) kavl-i celîline kulak verelim.

Bizlere bu derece düşkün, bizleri böylesine seven bir peygambere karşı borçlu olduğumuz ümmetlik vazifelerimizi hatırlayalım. Dünya sevgisinin istila ettiği kalplerimizi O’nun muhabbetine açalım. O’nun muhabbet deryasında kaybedelim kendimizi. Anadan, yârdan, candan geçelim O’nun için.

Zira belimizi büken, kemiklerimizi çatır çatır çatırdatan ümmetlik vazifemizi ancak O’na cân-ı gönülden tabi olmakla edâ edebiliriz.

Unutmayalım ki; Ashab-ı Kirâm Hazerâtını hidayet yıldızları yapan, onları Hak yolun rehberleri kılan, içlerinde O’na karşı besledikleri derin muhabbet ve emirlerini yerine getirmek için sarf ettikleri âli himmettir.

Cenâb-ı Hak hepimize o ulvî muhabbetten hisseler nasip eylesin. (Âmin)