İçeriğe geç
Anasayfa » TASAVVUFTA TELÂFİ VE TEDAVİ YOLLARI

TASAVVUFTA TELÂFİ VE TEDAVİ YOLLARI

Tasavvufî cereyanlar vukuat ve şuûnâta (realitelere) kader açısından bakmayı öğreterek aşırı sevinmek kadar üzülmeyi de asgarîye indirerek insanları fâidesiz bir takım telaşlardan kurtarır. Diğer taraftan şer’î ibadetlere ilaveten evrâd-ü ezkâr ile onları bir kat daha zırhlandırıp nefsânî temayüller isti­kametinde gitmekten alıkoyar.

Herkes şer’i ibadetler içinde – bizzarûre- Cenab-ı Hakk’ı yâd eder; O’nun emrettiği ibadetlerle ruhun­daki müsbet temayülleri takviye et­tiği halde bu takviye tarikatlarda evrad-ü ezkâr ile bir kat daha artırılır. Tekrar; kalp ve dimağda yerleşmesi istenilenin pekişmesi için şarttır. Şu kadar aded ilave zikrin belli periyot­larla icra edilmesi işte bu keyfiyet içindir. Bunu yaparken menfilikler­den kurtulamayanlara müteşerrî insanlarda vaki olduğu gibi öfke ve nefretle bakmak yerine merhamet­le yaklaşmayı telkin eder. Öfke ve şiddet, muhatabı baş edemeyeceği bir otorite karşısında mecburi bir inkıyada tabi tutsa da içteki muha­lefeti bertaraf etmez. Tasavvufsa za­hirden ziyade batınla uğraştığından günahkâra merhametle yaklaşmak, onun zahirini daha emin bir tabirle iradesini düzeltmeden önce kalbi­ni yumuşatın Orada muhalefetin şiddeti yerine nedametin tatlı mel­temlerinin vücud bulmasına zemin hazırlar.

Mutasavvıf, muahezeyi nefsine, müsamahayı gayra tevcih etmeyi öğrenmiş kimse demektir. Tasavvufi ölçüler şeriatı hazmetmiş insanlar için vârid olduğundan böylelerinin zâhiri amellerini düzeltmiş ve dü­zeltme sırasını iç Âlemine getirmiş kimseler olduklarını düşünmek ge­rekir. Aslolan da iç âlemdir. Çünkü zâhirdeki amel ve iradenin kökü ve kaynağı hisler ve fikirlerdir.

İrade terbiyesi için o, henüz zaafa uğramadan önce iyi tesirlere kucak açmak ve onu menfiliklerin gelişmesine zemin olan muhitler­den uzak tutmak ilk başvurulacak lâzımedir.

Mesela bir sarhoş, henüz iç­meye başlamadan evvel kendinde veya gayrda vaki olan hallerin daha önceki müşahedesiyle sarhoşluğun menfî akıbetini iyice tartıp dökebilir. Lâkin bir defa içmeye başladıktan sonra bu dirayeti kaybeden işte bü­tün menfiliklere sürüklenmelerde mevcud olan bu gerçeği zihne iyice yerleştirilebilmesi için hasta ziyare­tinin sıhhate şükretme meylini artırdığı gibi cemiyetin bütün menfi­likleri karşısında da ibret ve basiret dirayetini muhafaza etmelidir. Tasavvuf insanlara bu görüş olgunluğunu kazandırır. Çünkü o hayatın “takva” ölçüleriyle nizamlanmasını amirdir.

Diğer taraftan Peygamber – aleyhissalatu vesselam-’ın tebliga­tında müşahede edilmiş olduğu gibi her ferde onun mizacına göre bir düzeltme ve yönlendirme metodu tatbik eden Tarikatların çeşitlenme­si, mizaçlardaki farklılıklara göre bir telkîn ve terbiye metodunun gerek­li olmasındandır. Coşkun mizaçlı bir insan, Kâdirîlik’te onun gösterdiği temrinlerle daha kolay terakki eden Vakur ve sakin mizaçlı insanlar ise Nakşî tarikatında mizaçlarına bir paralellik görür ve bundan dolayı o tarikatin temrin ve telinlerine daha kolay râm olarak yükselme şansını elde eden Mürşid-i Kâmil, zâhiri, hocalar tarafından düzeltilmiş olan müridini mizacı istikametinde bir manevî terbiyenin haddesinden geçirir. Mizacın -yok edilmesi im­kânsız olan- temel sâiklerini nefsanî mecralar yerine ulvî gayelere tevcih eder. Muhatablarına adeta numaralı gözlükler veya şahsi hastalıklarına göre, münhasıran onlara aid reçe­teler yazar.

Diğer taraftan kötülükleri zem­metmenin ve iyilikleri medhetmenin veya böyle bir havanın carî olduğu muhitlerde dolaşmanın ruhta mey­dana getireceği tesirlere muhtaç ol­mayan hiç bir ferd yoktur. Ancak bu keyfiyet icra edilirken ders ve ibret noktasına ağırlık verilmeli, gıybet, ucûb, hased gibi menfiliklerden titiz bir surette berî kalınabilmelidir. Bu ise ancak tasavvuf muhitlerde kazanılabilen takva ve edeb ölçüleriyle sağlanabilir.

Gerçekten tekkelerin vazifele­rini lâyıkıyla yapabildikleri zaman­larda onlar kâmil birer ruh sporu merkezi veya “edeb mektebi” du­rumunda idiler Nice zamandan beri bu rollerini layıkıyla ifâ edebildikleri söylenemezse de bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa elde edilebilen kadarından da vazgeçmemek ge­rektiği kaidesine itibar olunmalıdır.

Günahkâr insan yaralı bir kuş gibidir Ona fayda verecek olan öfke değil, merhamettir.

Bu duygu ise -daha ziyade- tekkelerin müsamahakâr muhitinde elde edilebilir Bu yüzden toplumu- muzun pek çoğu dinen irade zaaf­larıyla malul olduğundan cemiyet içinde hastanede dolaşan bir dok­tor hissiyatı ile meşbu bulunmalıdır Lâkin doktorun hastaya şefkati ve tedavi çarelerini sunması bir eği­tim ve öğretim neticesi değil midir? Manevi hastalıkların karşısında biz de bir eğitim ihtiyacındayız. Bu eği­timin özü manevi terbiyedir Bu da tasavvufun hâkim olduğu muhitlerin tesirine râm olmakla elde edilir. Bu yüzden Peygamber aleyh issalatü vesselam: “Din nasihattir.” buyur­muştur. Ve nasihatin mükerrerliği lüzûmuna işaret için de bu mübarek sözü üç kere tekrarlamıştır.

Netice:

Bütün bu söylediklerimizi hülâ­sa edip maddeleştirecek olursak ortaya şu tablo çıkar:

I – Gerçek bir mümin iradesini her şeyden önce Allah’dan razı ol­mak istikametinde kullanmalıdır. Bu hissi kökleştirmek için de çok şükür ve hamdetmelidir. Bizzat Cenab-ı Hak tarafından tayin edilmiş mah­rumiyetlerden şikâyet etmemeli, Dünya ve Ukbayı bir bütün olarak düşünüp bunun ebedi Âlemdeki mesuliyeti azaltacağı görüşüyle te­selli bulmalıdır. İradesini nailiyetlerin doğuracağı mesuliyetten kurtulmak için büyük bir gayret ve dirayetle kullanmaya yönelmelidir. Bunun için de iradesine o istikamette tesir icra edecek müessirlere, henüz o irade zaafa uğramadan koşmalıdır.

  • Hayatına ve onu ihata eden bilcümle şartlara ibret nazarıyla bakıp oluşların derunî hikmetini Allah’a havale etmelidir Bu, hayat ve hadiseleri kader perspektifinden değerlendirebilme dirayeti demek­tir Bunun için İslâm’ı -ala kaderi’l- imkân- doğru olarak öğrenmeye ve hazmetmeye çalışmalıdır.
  • Kader perspektifinden ba­karak kabullendiği gerçeklerin orta­ya koyduğu ağırlığa rıza göstermek­le beraber onların düzeltilmesine çalışmanın kendisi için İlâhi bir borç olduğunu Dünya’ya bunu yapmaya muktedir olup-olamadığının zâhire çıkması için gönderilmiş bulundu­ğunu hatırdan uzak tutmamalıdır Bunun için cenazelerde bulunup, mezarlıkları, hastahaneleri ve ben­zeri mahrumiyet meşherlerini sık sık ziyaret etmeyi alışkanlık haline getirmelidir Peygamber -aleyhissalatu vesselam-: “Nasihat isteyene ölüm yeter” buyurmuştur
  • Kendisine, çoluk-çocuğuna ve tesirine tabi olmak ihtimali bu­lunan herkese karşı hak ve hayır olanın telkîni ile mükellef bulun­duğu, bunun bir emr-i İlâhi olduğu gerçeğini hatırdan uzak tutmamalı­dır. Bu faaliyetlerin umumi adı olan cihaddan geri kalmayarak bunda bir hisseye nail olduğu takdirde hayatını kıyamete kadar imtidad ettirebilmiş gibi iktisabının devam edeceğini dü­şünmelidir. İslâm’ın devamı Allah’ın kefaleti altında olduğuna göre onun devamına medar olacak amellere katılmakla kıyamete kadar o feyyaz görüş sebebiyle iktisabı muhtemel bulunulan bütün hayırlardan hissemend olacağı düşünülmelidir. Fani­liğe isyan ile dolu şuuraltını tatmine medar olan bu cihad faaliyetinin kendi üzerinde bir emir olduğunu düşünmelidir. Üstelik bazı ameller­de nisab belli olduğu halde cihadda meçhuldür. Bundan dolayı cihada müteallik mesuliyetin had ve hudu­dunun bilinememesi yüzünden gay­retini son hadde vardırmalıdır.

Gerçekten bir zekâtın nisabı ve verilecek miktarı belli olduğu halde Allah yolunda mücadelenin nisabı ve miktarı sarih değildir. Acaba ne miktar bir hizmette bulunulursa mesuliyetten kurtulunacağını kim­se bilemez: Bu, kulda meknuz olan ve asla layıkıyla ölçülüp biçilemeyen zâhiri ve batınî nimetlerin mümkün kıldığı son had ile tahdid edilmiş olan bir borçtur. O nimetlerin mahi­yetleri kadar yekûnunu da Allah’tan başka bilen yoktur.

Eğer insanlar uhrevî Âlemin ebediliğini lâyıkıyla takdir edebilseler acaba fâni Dünya hayatının hu­zur; sükûn ve selametini temin için çalıştıklarının kaç katı Ahiret için çalışırlardı? Bu ölçüyle bakıldığında dünyevî faaliyetler yanında karı Ahirete aid olanlar bir çerez kabilinden kalmaktadır. Bu noktayı hiç bir za­man hatırdan çıkarmalı ve Rabbanî bir ifade ile söylemek gerekirse “Hesaba çekilmeden evvel kendile­rini hesaba çekmelidirler.

Bütün bu gerçekler muvacehe­sinde insanın sokaklara çıkıp bağıra­sı gelir: “Ölüm var ölüm!”

devam edecek…