İçeriğe geç
Anasayfa » HZ. PEYGAMBER’İN GAYRİMÜSLİMLERLE İLİŞKİLERİ

HZ. PEYGAMBER’İN GAYRİMÜSLİMLERLE İLİŞKİLERİ

Mekke’de, Müslümanlara karşı Arap müşriklerce temsil edilen güçlü bir muhalefet vardı. Medine’de ise Yahudilerin büyük çoğunluğu Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini kabule yanaşmadıkları gibi, her fırsatta Arap müşriklerle işbirliği yapmaktan ve Müslümanlara karşı planlar hazırlamaktan geri durmadılar.

Kur’an, Ehl-i Kitab’ın İslâm konusunda ayrılığa düştüklerinden, özellikle Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliği ile ilgili kendi kitaplarındaki bilgileri gizlediklerinden, ona inananlarının yanında inanmayanlarının da bulunduğundan bahseder ve Allah’ın, ancak iman edenleri, gerçeğe erdireceğini belirtir.[1] Yine Kur’an; onun hakkı açıklamak üzere kendilerine gönderildiğini, bir nur ve açık bir kitap getirdiğini bildirir ve onları Allah’ın kitabına iman etmeye çağırır.[2] Ehl-i Kitab’ı, “Yalnız Allah’a ibadet etme, O’na hiçbir şeyi ortak koşmama ve ondan başka ilahlar edinmeme” demek olan “Tevhid”i kabul etmeye davet eder.[3] Ancak Ehl-i Kitap, bu çağrıya genellikle olumsuz cevap verir; temelde kıskançlık ve çekememezlik gibi sebeplerle İslâm’a karşı çıkar ve Müslümanları yanıltmaya çalışır.[4]

Kur’an, aslında onların Kur’an’ın gerçekten Allah katından indirildiğini bildiklerini[5] ve onu oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını[6]; ama buna rağmen gerçeği bile bile gizlediklerini[7] ifade eder. Hatta Yahudiler ve Hıristiyanlar, kendilerinin “Allah’ın oğulları ve sevgilileri” olduklarını[8], dolayısıyla yalnızca kendilerinin cennete girebileceklerini[9], bunun için de Yahudi ya da Hıristiyan olmanın gerektiğini[10] ileri sürerler.

Ayrıca Yahudi ve Hıristiyanların, karşılıklı olarak birbirlerini hiçbir temel üzerinde olmamakla itham ettiklerini[11] ve onlardan her birisinin,  Hz. İbrahim’in kendilerinden olduğunu ileri sürdüğünü anlatır.[12]

Kur’an; ehl-i kitab ve tüm insanların Kur’an’a iman edip uygulamadıkça, Allah katında hiçbir geçerli temel ve hiçbir esas üzerinde olmadıklarını[13] açıkça belirtir.

Gayrimüslimlerden bazıları, Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara karşı olan bu düşmanca tutumları nedeniyle Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara her fırsatta karşı çıkmışlar, hatta bazı kelime oyunları yaparak onlara hakaret etmekten geri durmamışlardır.[14]

Hz. Peygamber, Müslümanlarla gayrimüslimler arasında her kavga veya savaş çıktığında, masumların korunmasına riâyet edilmesini isteyerek savaşa karışmayanların, yaşlıların, kadınların, çocukların, evlerine ve mabetlerine kapanmış olanların zarar görmemesini emir buyurmuş ve sağlamıştır.

Hz. Peygamber’in Gayrimüslimlerle İlişkilerinde Temel İlkeler

Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle ilişkilerinde bizzat uyguladığı ve uyulmasını bildirdiği bir takım temel ilkeler vardır. Bunların bir kaçını şöylece sıralamak mümkündür:

a) Ahlâk:

Hz. Peygamber’in gerek Mekke’de gerekse Medine’de gayrimüslimlerle ilişkilerinde dikkat çeken en temel özelliklerden birisi, insanlarla ilişkilerinde üstün ahlâkî özelliklerinden hiçbir zaman taviz vermemesidir. Kur’an’ın da belirttiği gibi o, her zaman “en güzel bir ahlâk” üzere olmuş; insanlara bunun en güzel örneğini sergilemiştir. “Muhammedu’l-Emîn” olmak, inansın ya da inanmasın bütün insanlara karşı verdiği en temel imajlardan birisidir. Gayrimüslimler, hiçbir zaman onu yalancılıkla, sözüne ve tavırlarına güvenilmezlikle suçlamamışlardır. Nitekim risaletin ilk dönemlerinde bir gün Safa tepesine çıkarak bütün Mekkelilere açıktan İslâmiyet’i tebliğ etmeye karar verdi ve orada toplananlara şunları söyledi: “Ey Kureyşliler, size şu dağın arkasında bir düşman birliği var desem inanır mısınız?” “Evet, senin yalan söylediğini hiç görmedik.” cevabını alınca, konuşmasına şöyle devam etti: “Öyleyse ben büyük bir azaba uğrayacağınızı size haber veriyorum. Allah, bana en yakın akrabamı uyarmamı emretti. Allah’tan başka ilah yoktur demediğiniz sürece size ne bu dünyada ne de ahirette bir faydam dokunur.”[15]

b) Sabır:

Hz. Peygamber, gayrimüslimlere İslâm’ı tebliğ ederken bitmek tükenmek bilmeyen bir sabır içerisinde olmuştur. İnsanlarla bıkıp usanmadan tekrar tekrar konuşmuş, onlara dinin özü olan tevhid akidesini anlatmıştır. Boş polemiklerden ve cedelleşmelerden uzak bir şekilde samimi bir ilişki içerisinde olmuştur. Yine Kur’an’ın altını çizdiği gibi insanlara hep iyi davranmış, iyi sözlü olmuş, kaba ve yersiz tutum ve tavırlardan kaçınmıştır. Nitekim tebliğ amaçlı olarak aralarında bulunduğu bazı toplulukların kendisine yönelik kaba tavırları karşısında bile öfkesini dizginlemiş ve onlar için yalnızca Allah’tan hidayet dilemiştir.

 c) Yapıcılık:

Hz. Peygamber, dini insanlara tebliğ ederken hiçbir zaman zorlayıcı olmamıştır. “Dinde zorlama yoktur”[16]ilkesi çerçevesinde hiçbir zaman insanları tebliğ ettiği mesajları kabul etme konusunda zorlamamış; bu konuda şiddete başvurmamıştır. İnsanlara inanç konusunda şiddeti önerenlere ya da bunu tasvip edenlere bunun yanlış olduğunu bildirmiştir. Hz. Peygamber inansın ya da inanmasın insanlarla insanî ilişkiler bağlamında hep yapıcı olmuştur. Özellikle Medine döneminde bir arada yaşadığı Yahudiler ve Arap müşriklerle, onlar Müslümanlara düşmanlık yapmadıkça ve arada bulunan antlaşmalara ihanet etmedikçe olumlu ilişkiler içinde olmuştur.

d) Temel hak ve özgürlüklere riâyet:

Bu açıdan Hz. Peygamber, hitap ettiği insanların farklılıklarını değil,  insan olma özelliklerini öncelikle dikkate almıştır. Yani etrafındakilere insan oldukları ve herkes gibi bir can taşıdıkları gerçeğinden hareketle davranmıştır. Bu konuda Müslüman olsun olmasın insanlar arasında bir ayrım da yapmamıştır. Mesela bir defasında Medine’de Müslümanlarla birlikte otururken önlerinden geçen bir cenaze önünde ayağa kalkmıştır. Onun bu tutumu karşısında “Ey Peygamber, o ölen bir Müslüman değildi.” denilmesi üzere “o da bir can taşımıyor muydu?” diyerek insanlar arasındaki en temel asgari müşterek olan “insan olma” niteliğinin önemini vurgulamıştır. Müslümanlarla bir arada yaşayan gayrimüslimlerin can, mal, ırz ve din özgürlüklerini garanti altına almış; bunlara büyük önem vermiştir.

Esasen bu, dinin koruması gereken temel değerler olarak İslâm’ın önem verdiği bir durumdur. Zira temel hayat hakkına tekabül eden “canın korunması”, inanç özgürlüğüne tekabül eden “dinin korunması”, düşünce özgürlüğüne karşılık gelen “aklın korunması”, mal-mülk ve sermaye edinme özgürlüğüne karşılık olan “malın korunması” ile aile kurma ve çocuk sahibi olma özgürlüğüne tekabül eden “neslin korunması” İslâm’a göre insana yönelik temel kutsal alanları oluşturmaktadır. Bunlar yalnızca Müslümanlar için değil bütün insanlar için geçerli olan haklardır. İşte Allah Rasûlü de içerisinde yaşadığı toplumda Müslüman olsun olmasın insanların bu temel haklarının korunmasına riâyet etmiştir. Müslümanların antlaşmalısı olarak İslâm toplumunda yaşayan gayrimüslimlerle (zımmîlerle) ilişkilere yönelik “bir zımmîye eziyet eden Allah Rasûlü’ne eziyet etmiş olur. Allah Rasulü’ne eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur.” diyerek onlara karşı takınılacak tavrın nasıl olması gerektiğine işaret etmiştir.

e) Hak ve hakikate çağrı:

Hz. Peygamber’in temel görevlerinden en önemlisi, Allah’ın kitabını insanlara iletmek, insanları uyarmak ve onları hak ve hakikate çağırmaktır. Bu bağlamda o, herkese yönelik bir uyarıcı ve hatırlatıcı olmuştur. Zaman zaman kendisiyle tartışan, münakaşa eden ve hatta mücadele eden insanlar olmuştur. Ancak o, sabır ve sebat üzere olan ilkeli tavrını her zaman muhafaza etmiştir.

Hz. Peygamber kendisiyle konuşmak, görüşmek ve hatta tartışmak isteyen kimselerden yüz çevirmemiş; onun bu tutumu, daha sonra birçok kişinin Müslüman olmasına sebep olmuştur. Mesela bir Yahudi kendisi gibi Yahudi olan arkadaşına, “Gel şu peygambere gidelim.”, demiş, ikisi birlikte Rasûlullah’a gelmişler ve Müslümanlarla Yahudiler arasında ortak olan dokuz kesin âyeti/hususu sormuşlardır. Peygamberimiz’in bunları cevaplaması üzerine, O’nun elini ve ayağını öperek, Müslüman olmuşlardır.[17]

f) Adaletle hükmetme:

Hz. Peygamber insanlar arasında her zaman tarafsız bir hakem,  adaletli ve orta yolu tutan bir önder olmuştur. Onun hakemliği yalnızca Müslümanlar tarafından değil, gayrimüslimler tarafından da istenmişti. Medine döneminde gayrimüslimler zaman zaman gerek Müslümanlarla aralarında yaşadıkları sorunlar konusunda, gerekse kendi aralarındaki problemler konusunda onu hakem tutmuşlardır.

Hz. Peygamber gündelik yaşamda gayrimüslimlerle sosyo-ekonomik ilişkilerini sürdürmüş; onlarla zaman zaman borç alış verişi içerisinde olmuştur. Onun bir gayrimüslimden aldığı borca karşılık, zırhını rehin olarak bıraktığına dair rivayet oldukça dikkat çekicidir. Hz. Aişe’nin bildirdiğine göre Rasûlullah, zırhı otuz ölçek arpa karşılığı bir Yahudi’nin yanında rehin bulunmakta iken vefat etmiştir.[18] Ayrıca gayrimüslimlerle olan iyi ilişkiler bağlamında onların davetlerine icabet etmiş ve onları dinlemiştir. Hatta bu nedenle bir seferinde kendisini yemeğe davet eden bir Yahudi’nin suikastına maruz kalmıştır.

g) Kültürel farklılıkları gözetme:

İnsanî ilişkiler açısından gayrimüslimlerle bir arada onların temel hak ve hukuklarını gözeterek yaşama yanında, Hz. Peygamber kültür ve gelenek açısından onlardan farklı olmaya da hep özen göstermiştir. Giyim kuşamdan, saç-sakal şekline ve adetlere kadar her alanda Müslümanların gayrimüslimlere benzememeye özen göstermelerine dikkat çekmiştir. Bu konuda Müslümanlara uyarılarda bulunmuştur. Mesela “Yahudi ve Hıristiyanlar saçlarını hiç boyamazlar. Siz onlar gibi yapmayın.”[19] demiştir. Yine O, namaza nasıl çağrılacağı konusunda önerilen boru öttürme ve çan çalma tekliflerini, Yahudilere ve Hıristiyanlara benzeşileceği gerekçesiyle hoş karşılamamıştır.

h) Ehli kitapla en güzel bir şekilde mücadele etme:

Kur’ân, bize, bu hususta takınacağımız tavrı ve sergilememiz gereken edebi gösteriyor. Ehl-i Kitabın zâlim olmayan kesimiyle münasebetlerimizde, şiddetli davranma ve onların iflahını kesme düşüncesinin İslâmî bir düşünce ve davranış biçimi olmadığını dile getiriyor. Hatta böyle bir düşünce ve davranış İslâmî olmaktan öte, İslâmî kaide ve prensiplere aykırı bir çarpıklık demektir. Nitekim Âyet’te şöyle buyruluyor:

“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur.’[20]

Bu Âyet’in tefsirinde: “Tartışma, karşıdaki kişinin fikirlerinin düzeltilebilmesi için medenî ve saygılı bir dilde ölçülü bir şekilde yapılmalıdır. Tebliğ eden kişinin asıl amacı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. O, tek gayesi karşısındakini yenmek olan pehlivan gibi davranmamalıdır. Daha çok, kendi yaptığı bir hatayla hastasının daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu mümkün olduğunca az sorun çıkararak iyileştirmeye çalışan bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Kitab Ehli ile tartışmalar için verilmiştir, fakat bu dini tebliğ etme konusunda verilmiş genel bir talimattır ve Kur’an’ın birçok yerinde buna değinilmiştir. Mesela: “Ey Peygamber! Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.”[21] “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir.”[22] “Ey peygamber! Kötülüğü en güzel olanla sav. Biz onların nitelediklerini en iyi bileniz.”[23] “Ey Peygamber, af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle lüzumsuz tartışmalardan sakın. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah’a sığın.” [24]… Ayrıca bu Âyet’in “İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında” şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır.[25]

Razî Tefsirinde “Onlardan zâlim olanlar, yani Allah’ın, çocuğu olduğunu veya Allah’ın üç ilah’ın üçüncüsü olduğunu söylemek suretiyle, müşrik olanlar müstesnadır” demektedir..

Netice olarak diyebiliriz ki; Kur’an-ı Kerim, bu Âyet-i Kerimesi ile de Ehl-i Kitaba öncelikle yumuşak, musamahalı, sevdirerek iyi güzel bir uslub ile yaklaşım sergilenmesini emretmekte ve bizlere bu konuda bir Rehberlik göstermektedir.

i) Onları hep gayrimüslim görmüştür:

Hıristiyan ve Yahudiler Ehl-i Kitap olmalarına rağmen Kur’an-ı Kerim’de, Müslüman olmadıkları açık bir şekilde beyan edilmiştir. Peygamberimiz de onları hep böyle görmüş ve onlara buna göre muamele etmiştir. Buna uymayan her görüş, söyleyenin kanaati olup hiçbir dini nassa dayanmaz.

Gayrimüslimler de Müslüman gibi ilahi mükafatlara erer görüşünü, kendisinde asla çelişki olmayan Kur’an’a atfetmek, haşa o İlahi kitaba aynı konuda birbiriyle çelişen iki farklı görüşü isnad etme anlamına gelir. Zira Kur’an, Allah katında İslâm’dan başka hiçbir dinin kabul olmayacağını açık bir şekilde belirmektedir. Mesela şöyle buyurmaktadır:

“Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarında ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın Âyetlerine küfrederse, gerçekten Allah hesabı pek çabuk görendir.”[26]

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa-benimserse, asla ondan kabul edilmez. O ahirette de kayba uğrayanlardandır.”[27]

Bu açık beyanla birlikte, İslâm dini ve önceki Peygamberden başka (hem de son) bir peygamber geldikten sonra hala eski dininde direnen bir kimsenin cennete girebileceği nasıl söylenebilir?!

Kaldı ki Kur’an’ın birçok Âyet’inde, Rasûlullah (s.a.v)’ın zamanında yaşayan Yahudiler ve Hıristiyanlar, yeni gelen Peygambere (Hz. Muhammed’e) ve onun getirdiği İslâm dinine iman etmeğe davet edilmişlerdir. Eğer Yahudi veya Hıristiyan olan bir kimse, kendi dininde kaldığı zaman da kurtuluş ehli sayılsaydı, bu davetler abes ve anlamsız olmaz mıydı?

Şu Âyet de bu konuda yanlış anlaşılmamalıdır:

“Hiç şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiiler (Nuh, İbrahim veya Yahya’ya iman edenlerden) kim Allah’a iman eder ve salih amellerde bulunursa, artık onların Allah katında ecirleri vardır. Ve onlar için korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”[28] Bu Âyet’in benzeri az bir farkla Maide Sûresi Âyet 69’da da tekrarlanmıştır.

İşte bu Âyet’in zahirine dayanarak bazıları Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerin de, Müslüman olmadan, Allah’a ve ahiret gününe imam edip sâlih amel işledikleri takdirde, kurtuluş ehli olacaklarını iddia etmişlerdir. Ancak bu iddia, her  zaman havada kalmaya mahkum bir iddiadır..

Eğer Ehl-i Kitap kendi dinlerine kapsamlı ve gerçek bir iman edip bu kitapların muhtevasına amel etmiş olsalar, Rasûlullah’a iman edip Müslüman olmaları da gerekirdi. Zira son peygamber olarak İslâm  Peygamberi’nin geleceği ve onun özellikleri, onların kitaplarında müjdelenmiştir. Aşağıdaki Âyet de bu tefsiri desteklemektedir:

“Ey kitap ehli, Tevrat’ı ve İncil’i ve size Rabb’inizden indirileni/Kur’an’ı ayakta tutmadıkça (onlara göre amel etmedikçe- ki bunlardan birisi de İslâm Peygamber’ine iman etmeleridir-), hiçbir değeriniz olmaz…”[29]

Aslında bu Âyet, İslâm’ın ilk yıllarında bazı Müslümanların aklına takılan bir sorunun cevabıdır. O da şudur ki, onlar “İslâm’dan başka bir din Allah katında kabul edilmeyecek” buyruğunu öğrenince, İslâm öncesi Hıristiyan veya Yahudi olan dede ve babalarının bütün amellerinin boşuna gideceği zannına kapıldılar. İşte Yüce Allah,  bu Âyet’le “Eğer o Yahudi veya Hıristiyan  ya da Sabii olan atalarınız, Allah’a ve ahirete inanıyor ve sâlih amel işliyorlardıysa, kurtuluş ehlidirler. Buna göre. Hz. İsa zuhur etmeden önce, yaşayıp da Hz. Musa’ya iman edep sâlih amel işleyen Yahudiler kurtuluş ehlidirler. Aynı şekilde İslâm Peygamber’i gelmeden önce yaşayıp da Hz. İsa’ya iman eden ve sâlih amel işleyen Hıristiyanlar cennet ehlidirler. Yine Fetret devrinde, yani ilahi bilgilerden haberdar olamayacağı bir dönemde yaşayanlar, ya sırf bir yaratıcının varlığını kabul etmekten veya hiçbir şeyden sorumlu değillerdir. Gayrimüslimlerin vefat eden çocukları da, bir görüşe göre Müslüman olarak vefat etmişlerdir.

Taberî ve diğer bir çok tefsirde, Âyet’le ilgili olarak şu bilgiler yer almaktadır:: “Selman-ı Farisi İran’dayken, bir Hıristiyan rahiple tanışıp onun tebliğiyle Hıristiyanlığı kabul etti. Daha sonra onunla birlikte Musul’a giderek ibadete koyuldu. Bir gün Rahib,  Selman’ı hüzünlü görünce sebebini sordu.  O, şöyle dedi: Hayırların hepsi; Peygamberleri görüp onlardan istifade eden geçmiş insanlara nasip olmuş, ama biz bundan mahrum kaldık. Rahip, Selman’a şöyle dedi:

“Yakında Arap kavminin arasından, Peygamberlerin en üstünü zuhur edecektir. Ben ihtiyarım ve belki de onu göremem artık; ama sen onu görebilirsin. Şunu da bil ki, o peygamberin bazı özellikleri vardır. Mesela omzunda nübüvvet mührü denen özel bir nişane vardır. O, sadaka/zekât yemez, ama  hediyeyi kabul eder”

Selman  ve Rahip, bir gün Musul’a dönerken, yolda birbirlerini kaybettiler. Bu arada Beni Kelb kabilesinden iki kişi, Selman ile karşılaşarak onu esir edip Medine’ye götürdüler ve “Cüheyne” kabilesinden bir kadına sattılar. Selman, kadının diğer bir kölesiyle birlikte sırasıyla onun koyunlarını otlatıyorlardı. Bir gün arkadaşı Selman’a şöyle dedi:

Biliyor musun, bugün birisi Medine’ye gelmiş ve Allah’ın peygamberi olduğunu söylüyor?

Selman arkadaşına “Ben dönünceye kadar burada beni bekle” deyip Medine’ye gitti ve Rasûlullah (s.a.v)’ın toplantısına katıldı. O, sık sık Allah Rasûlü’nün etrafında dolaşarak, gömleğinin açılmasını ve  o aradan omzundaki nübüvvet alametini görmek istiyordu. Bunu sezen Peygamberimiz (s.a.v), elbisesini araladı ve böylece Selman istediği  alameti ve ilk özelliği görmüş oldu

Daha sonra pazara gitti ve bir koyun ve bir miktar ekmek alarak oraya döndü. “Rasûlullah, bunlar nedir?” diye sorunca, Selman “Bunlar sadakadır” dedi. Allah Rasûlü: “Bana değil, bunları fakir Müslümanlara ver, yararlansınlar”.

Selman, tekrar pazara gidip bir miktar et ve ekmek alarak geri döndü. Allah Rasûlü yine “Bu nedir?” diye sorunca, bu sefer o, “Bu hediyedir” cevabını verdi. İşte o zaman Allah Rasûlü “Otur!” buyurdu ve hem kendisi, hem de orada bulunan sahabe ondan yediler. Artık Selman, beklediğini bulmuş, her üç alameti de Peygamber’de görmüştü.

Sohbet esnasında Selman, arkadaşları ve bahsi geçen Rahip’ten söz açtı ve onların namazı, orucu ve Allah Rasûlü’nün zuhurunu nasıl beklediklerinden Rasûlullah’a  bahsetti. Orada bulunanlardan birisi “Onlar, cehennem ehlidir” deyince, Selman çok rahatsız oldu. Zira o biliyordu ki, eğer onlar Allah Rasûlü’nü görmüş olsalardı, mutlaka ona iman ederlerdi.

İşte bu olayın ardından, söz konusu Âyet Rasûlullah’a indirilerek, İslâm’dan önce gelen İlahî dinlere gerçek anlamda iman edip o dönemde yaşayan, ama İslâm Peygamberi’ni görmeden ölen kimselerin de, Allah’ın mü’minlere vereceği sevap ve mükâfata erecekleri bildirilmiştir.

Görüldüğü gibi hem diğer birçok Âyet’i, hem de bu Âyet’i, doğru bir şekilde dikkate aldığımızda, İslâm’ı inkâr eden hiçbir kimsenin Allah katında da Müslüman muamelesi görmeyeceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

 

[1] Bakara, 2/213; Al-i İmran, 3/19

[2] Al-i İmran, 3/23; Maide, 5/15,18

[3] Al-i İmran, 3/64

[4] Bakara, 2/105,109; Maide, 5/59

[5] En’am, 6/114

[6] En’am, 6/20

[7] Bakara, 2/146

[8] Maide, 5/18

[9] Bakara, 2/111

[10] Bakara, 2/135

[11] Bakara, 2/113

[12] Al-i İmran, 3/65-66

[13] Maide, 5/68

[14] Bkz. Buhârî; Selam 7, İsti’zân 22, Mürteddîn 4

[15] Belâzurî, I. 120

[16] Bakara, 2/256

[17] Tirmizî; İsti’zân 33

[18] Buhârî; Cihâd 89, Megâzî 86; Müslim; Müsâkât 124-126

[19] Buhârî; Enbiyâ 50, Libâs 67

[20] Ankebut, 29/46

[21] Nahl, 16/125

[22] Fussilet, 41/34

[23] Müminun, 23/96

[24] A’raf, 7/199-200

[25] Bkz. Taberî, XXI, 2; İbn Kesir, VI,292

[26] Al-i İmran, 3/19

[27] Al-i İmran, 3/85

[28] Bakara, 2/62

[29] Maide, 5/68