İçeriğe geç
Anasayfa » KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMAYI ZORLAŞTIRAN SEBEPLERDEN BİRİ: MODERNİZM

KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMAYI ZORLAŞTIRAN SEBEPLERDEN BİRİ: MODERNİZM

Kur’ân’ı doğru anlamayı zorlaştıran ilk anda akla gelen; nefs-i emmârenin esâreti altında yaşamak, bozuk bir sosyal ortamda bulunmak ve dünyalık hırsının esîri olmak gibi bir takım sebepler arasında Modernizm de yer alır.  Bu yazıyla, bunlardan Modernizm denilen anlayış üzerinde kısaca durmak istiyorum.

Bugün, dünya ve özellikle İslâm dünyası, yaklaşık üç asırdır Batı’dan Aydınlanma Çağı ile gelen zihinsel dönüşümün ortaya çıkardığı ideoloji ve hayat biçimi ile diğer adıyla Modernizm ile hesaplaşma içinde boğuşmaktadır.

Modernizm rüzgârı, Aydınlanma düşüncesinin ürünü olan zihinsel dönüşümün ortaya çıkardığı ideoloji ve hayat biçiminden kaynaklanır.

Dünya görüşünde, vahye ve vahiy kaynaklı tüm düşünce ve bilgilere, işlevsel hiçbir yer vermeyen, “Hümanizm, Sekülarizm ve Demokrasi” saç ayağı üzerine oturtulan, insanı hakikatin tek ölçüsü gören, aklı ve aklın kullanılmasını dinî-mukaddes prensiplerden bağımsız düşünen, kurtuluşu dinde değil başka yerlerde arayan bu aşırı akılcı akım Modernizm denilen olgudur.

Baron d’Holbach gibi kimi temsilcileri tarafından, tabiatla tam bir uzlaşmaya varabilmek için dinin tamamen terk edilmesini savunan, toplum hayatında gerçekleşen her türlü olumsuzlukları inkâr inancı ile ilişkilendirerek ateizme dayanak görmeye çalışan; mesela 1755 yılında Lizbon’da meydana gelen ve on bin kadar insanın ölümüne sebep olan deprem hakkında Voltaire gibi kimi temsilcileriyle: “Merhametli Yaratıcı fikrini bu olayla nasıl bağdaştırabilirsiniz?” diyerek ilâhî takdîr ve planlamanın olmadığını ileri süren bu düşünce, İslâm dünyasını birkaç asırdan beri siyâsî, fikrî, ictimâî ve ekonomik krizler içinde boğuşturmaktadır.

Bir yandan sanayi devrimiyle ekonomik refahı sağlama, diğer taraftan da siyâsî alanda sürdürülen demokratik idârî yapıyı gerçekleştirme konumunda kendini gören Batı, tek yönlü bir tarih anlayışını, ötekini devamlı kendi ölçüleriyle değerlendirme girişimini ve ayrıca “toplumsal, siyâsî, kültürel ve hukûkî gelişmelerin tek kaynağı Batı’dır.” anlayışını ısrarla savunmuşttur.

Son üç asrını derin krizler içinde geçiren İslâm dünyası, özellikle Batılı güçlerin müdahalesiyle devletlerinin zayıflamasına, birçok kurumsal ve kültürel mirasının altüst olmasına şahit olmuştur. Batı, bir yandan ekonomik üstünlüğünü kullanarak bu ülkelerde yerel endüstrilerin doğmamasına, gerilemesine veya yok olmasına sebep olurken, diğer yandan da değişik bölgelerde açtıkları okullarla yerel kültürlere müdâhil olabilmiştir.

Bu meyanda; İngilizlerin 1601 senesinde kurdukları “Doğu Hindistan Şirketi“yle Hindistan’ı sömürdüklerini, aktif misyonerlik faaliyetlerini finanse ettiklerini, yine orada İngilizce’yi devlet dili haline getirerek, böylece bölgenin hâkim sınıfı olan Müslümanları arka plâna ittiklerini, Osmanlı topraklarında yaşayan Hristiyan Arapların kadîm mirasına sahip çıkma iddiasıyla, Lübnan’da 1795 yılında Maruni Kolejleri‘nin açıldığını ve çok sayıda Arap Hristiyan gencin Roma, Paris gibi merkezlerde faaliyet gösteren kiliselerde veya aynı maksatla başka okullarda eğitildiklerini, ardından Batı menşeli milliyetçiliği bölgelerinde yaydıklarını, Batıdan gelen malların yerel marketlerde pazarlanmasını sağladıklarını, öte yandan bu yeni elit grubun, çıkardıkları gazete ve dergilerle halkın düşünce yapısını Batı lehine etkilediklerini ve değiştirmeye çalıştıklarını hatırlayabiliriz.

Osmanlı topraklarında basılan ikinci önemli gazete “Cerîde-i Havâdis“in 1840 yılında İngiliz William Churchill tarafından çıkarıldığını, “Tercümân-ı Ahvâl“in de Batı düşüncesiyle yoğrulmuş kimselerce hazırlandığını; ekonomik yönden ise Batı’ya bağımlı hale gelen Osmanlı Devleti’nin 1882’de borçlarını ödeyemeyecek duruma düşürüldüğünü, aynı şekilde Mısır’ın da 1875 senesinde “Düyûn-i umûmî” idaresi altına girdiğini biliyoruz.

Başlangıçta Batı’nın sadece ilmini ve tekniğini alıp İslâm ahlâkı ile mezcetme düşüncesini taşıyan Osmanlı’daki Islahât hareketleri, “kaçınılmaz kötü” olarak gördüğü “Batı Medeniyet ve Anlayışı”nı zamanla “vazgeçilmez iyi” olarak benimsemeye dönmüştür.

Ayrıca Batı’nın aksine, Müslüman ülkelerde “Modernleşme hareketleri” bir tür “dinî hareket(ler)” ve “dini yorumlama çabasının bir parçası” olarak ortaya çıkmıştır.

Modernizmin İddiaları

Modernizmin iddia ettiği;

  • Hadisler şüphe ile karşılanmalı,
  • Mezhepler ve icmâ kabul edilmemeli,
  • Tefsir modern akla göre yeniden yapılmalı,
  • Kur’ân kıssalarının tarihi gerçekliği tartışılmalı,
  • Kimi ayetler metaforik (değişmeceli) ve sembolik bir yaklaşımla açıklanmalı,
  • Tasavvufun varlığı sorgulanmalı, gibi konularda her müslüman çok dikkatli ve uyanık olmalıdır.

Malum olduğu üzere, son asırda İslâm âleminde, umumiyetle sömürgeleştirilmiş İslâm ülkelerinde filizlen(diril)miş olan Modernizm anlayışı, dinimizi anlama ve algılamada belli ölçüde bir sisli ortamın oluşmasına sebep olmuştur.

Belli başlı öncüleri olarak Afganistan’da Cemâleddin Afgânî (1839-1897); Mısır’da Muhammed Abduh (1849-1905) ile Reşîd Rızâ (1865-1935); Hindistan’da Sir Seyyid Ahmed Hân (1817-1898), Şiblî Nûmânî (1857-1914) gibi isimler sayılabilir.

Bu zevât, şu iddialarını, belki bir sömürge idâresi altında olmanın kendilerini sürüklediği eziklik duygusu içinde, ısrarlı bir şekilde savunmuşlardır:

“İslâm, bugüne kadar toplum ve millet tarafından yanlış yorumlanıp yanlış yaşanmaktadır. Çünkü

  • İslâm, zamanla, Asr-ı Saadet’deki sâfiyetinden uzaklaşmıştır.
  • Bid’atlerin ve bâtıl i’tikadların istilâsına uğramıştır.
  • İslâm’ı eski sâfiyetine döndürmek çok zor bir iştir.
  • İslâm âlemi, içinde bulunduğu ağır şartlardan ancak aklı, din dâhil her işte ön plâna almakla kurtulur.
  • İslâm’ı modern şartlara adapte etmek/uydurmak, yâni İslâmî yaşayışta bir “reform” yapmak gereklidir.

Modernizm, İslâm dünyasında aslında, bir “ihyâ hareketi” olarak başlamıştır. Fakat daha sonra bu hareket, aklın, Sünnet’in de Kur’ân âyetlerinin de üstünde ve onları sorgulayabilen bir konumda tutulduğu bir anlayışa dönüşmüştür.

Bu arada hiç kuşkusuz “Modernist Akım”ın Türkiye üzerinde de etkisi olmuştur.

Dini yorumlamada akla verdiği olağanüstü öneme bakılırsa Modernizm, tarihte Halîfe Me’mûn zamanında Abbasî Devleti’nin resmî mezhebi kabul edilmiş olan Mû’tezile mezhebinin yeniden ihyâsını akla getirmektedir. Modernist İslâmcıların Sünnet’e, yâni hadîslere bakış açısı daha çok karamsardır. Çoğu hadîslerin, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in gerçek sözleri ya da davranışları olduğuna inanmamakta ya da en azından bunların gerçekliğini garanti etmenin mümkün olmadığını ve bu sebepten ötürü de dikkate alınmamaları gerektiğini savunmaktadırlar. Hatta hadîsleri, aralarında objektif bir ayıklama metodu ihdâs etmekten âciz oldukları için de külliyen reddetmek eğilimindedirler.

Muhammed Abduh ise kendince, “hadîslerin Kur’ân ile uygun olmaları kriteri”ni değil, onların yalnızca akla uygun olmasını ölçü olarak kabul eder. Aynı endişe onun peygamberlere ait mûcizelere yakıştırdığı akılcı fakat zorlama ve ilmen te’yîdi mümkün olmayan açıklamalarında da ortaya çıkmaktadır.

Söylemlerinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmemekle birlikte, adına ister “post-modernizm” denilsin, isterse “ultra, neo, post-endüstri” diye anılsın, günümüz itibariyle Modernizm adına yeni bir dönemin başlangıcı söz konusudur. Nitekim Post-modernizm, daha göreceli, daha çoğulcu ve daha geniş açılı bir doğruluk anlayışını benimsemekte, bir yandan Allah’ın varlığını kabule birey ve toplum hayatında yer açarken, öte yandan farklılıkları da bünyesinde barındırabilmektedir.

Her doğru bilginin, bu kapsamda her doğru anlayış ve yaşantının müslümanın kaybolmuş bir malı olduğunu ve nerede bulursa onu alacağını bildiren İslâm dini; mensublarını bâtıl ve sapık fikir ve düşüncelere karşı uyarmakta, temel kaynakları olan Kur’ân ve Hadîs ilimlerini kendi çizgisinde doğru bir şekilde anlamanın çok önemli bir vazifesi olduğuna dikkat çekmektedir.

Birkaç asırdır dünyayı etkileyen bu düşünceyi ve bu değişimi (Modernizm); insanlık adına özlenen ve beklenen bir gelişim olarak sayabilir miyiz? Öte yandan müslümanlar olarak dünyanın bu gidişatına ilgisiz, bilgisiz ve alakasız kalamayız. Çünkü bu, yüz yıllara dayanan engin kültürümüzü, dinimizi, kimlik ve kişiliğimizi red anlamına gelir. Buna asla hakkımız yoktur.

Şu halde, vahiy ve vahiy kaynaklı tüm düşünceleri dışlayan Modernizmi ve onun ortaya koyduğu hiç bir anlayışı, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ın anlaşılmasında bir rehber düşünce olarak kabul edemeyiz.

Bu ortamda öncelikle Tefsir ve usulünü, aslına uygun bir şekilde temel kaynaklarından doğru olarak güzelce öğrenmeliyiz ki; bu düşüncelerin hangisi Kur’ân’a, İslâm’a uygun, hangisi değil, konusunda sağlıklı bir bakış sahibi olabilelim.

Unutmamalıyız ki, İslâm tarihi boyunca dinî ilimler, gerçekten liyâkatli hocalardan meydana gelen ulemâ sınıfı tarafından talebelere aktarılmış, burada ilgili kitaplar birer vasıta durumunda bulunmuşlardı. Böylece hem teorik bilgiler ve hem de özellikle günümüzde hasreti çekilen ideal müslüman kimlik, nesilden nesile bilfiil aktarılmıştı.