İçeriğe geç
Anasayfa » “EBU ZER HOUSE”

“EBU ZER HOUSE”

Hemen söyleyelim hamdolsun böyle bir yer yok. Ya da düzeltelim henüz böyle bir yer yok. Mü’minlerin para ile imtihanının bu denli yoğun olmadığı dönemlerde yukarıdaki gibi bir başlık atılamazdı. Hatta düşünülemezdi. Pek tabiî olarak görür görmez hepimiz yadırgadık bu başlığı. Meşhur sahabî Ebu Zer el-Gifârî (r.a) yerine bir başka sahâbî’yi koysak durum değişir miydi? Meselâ Ebu Eyyûb el-Ensârî (r.a) olsa.

Ebu Zer’in (r.a) özellikle seçilmesinin sebebi içinde bulunduğumuz çıkmazı daha belirgin hale getirmek. Zira “zühd” ile beraber anılan, dünyaya meyletmemenin sembolü olan isimlerden biri olarak karşımızda duran bu müstesna örneğin isminin bu şekilde anılması ile Ebu Eyyûb’un (Allah hepsinden razı olsun) ismi arasında esas itibariyle fark yoktur. Zira hayatlarında “öğün” kültürü bile olmayan mü’minlerin isimlerinin “açık büfe”nin ayrıcalık ve konfordan sadece biri olan mekânlara verilmesi karşısında dilimiz tutuluyor ve tek bir cümle telaffuz edebiliyoruz: innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn.

Bu oteller tarif edilirken beş ya da yedi yıldız yerine sırf “alternatif” olsun diye beş hilâlli ya da yedi hilalli otel denmesi de muhtevadaki garabeti ortadan kaldırmıyor. Katlardan birinin mescid olması, kulağımıza hoş gelecek nağmeli hafızların ve meşhur hatiplerin eşliğinde yaşayacağımız eşsiz bir “ramazan” kampanyası da bizim için bir yeri tamamıyla İslâmî yapamıyor. Sorun da tam burada.

Evet, günlük hayatımızda sünnete uygun bir yeme alışkanlığımızın olduğunu iddia edecek değiliz. Keşke olabilse ve biraz benzesek diye temennilerimiz var. Ancak bunları yapamıyoruz diye tamamıyla bize ait olmayan kültür unsurlarını nasıl benimseyebiliriz. Mesela açık büfe kültürünü nasıl kabullenebiliriz. Bunun mazereti olarak da “Allah’ın nimetlerinden faydalanmayalım mı?” sözü dilimizden nasıl çıkıverir. Allah’ın nimetinden “istifade” etmekle Allah’ın nimetini “talan etmek” arasında her gözün görebileceği kalın bir çizgi vardır. Bu çizgiyi nasıl yok sayabiliriz.

Daha garibi tam da bu ortamdan ( yani beş hilalli –yılıdızlı değil- mekândan) mesela Afrika’da ya da herhangi bir bölgemizdeki insanların sıkıntılarını anlatan bir fotoğraf ve altına da birkaç not ekledin mi? Yani vicdanları sızlatacak bir yoklama yaptığında. İşte tam sorumluluk sahibi ve “paylaşımcı” birisin. Hem de sosyal bir paylaşımcı. Tıpkı mübarek geceleri eline telefonu alıp, nargile –ya da malâyani herhangi bir işin- başında insanlara “mesaj” atarak “ihyâ” eden kimseler kadar sorumluluk bilincin var.!  Birinden gelmiş, kes yapıştır yapılmış ve standart “dualarda olmak” temennisi ile biten yeni adetlerimiz var ya. (Duada olmak için böyle bir çağrıya gerek var mı o da bahsi diğer bir konu) İşte onu yaptığında kendini mutlu hisseden, bunu gece ihyası zanneden insanlar kadar sorumluluk sahibisin. Bunda hiç şüphemiz yok.

Mü’min dinlenmeli. Bizler gecelerin “din”lenmemiz için yaratıldığına kitabımızın bir beyanı olduğu için iman ediyoruz.  Muhakkak “Bizi rahatlat Ya Bilâl.” rahatlama vasıtalarından biri olarak namaza işaret ediyor. İnşirahın yollarından biri olarak bir iş bitince başka bir işe koşmaya işaret ediliyor. Ve sıla-i rahim’in birkaç dakika ile sınırlı bir telefon görüşmesinden daha öte anlamları olabildiğine işaret ediyor.

Bu kadar hayırdan kişiyi mahrum eden bol yıldızlı curcuna mekânlarından bahsetmeyeceğiz. Gürültülü salonlarından söz edecek değiliz. Onların insanları sadece bir sonraki acımasız iş şartlarına hazırlayan yani biraz daha yorulmak için öğüten çarkın bir parçası mekânlar oluşu da şimdilik değineceğimiz bir konu değil. Bu kadar cümleyi bu mekânlar için düşünülebilen, akla gelebilen isimler ve bunun bizi fazlasıyla tedirgin edişine dikkat çekmek için yaptık.

Bize ruh veren isimleri, ıstılahları, sembolleri tüketim malzemesi haline getirebildik nihayet. Medîne, tevhid, selam, tevhid, tekbir, Hicaz, Hudeybiye, Akabe,  Biat, Ebu Eyyûb el-Ensârî… Mukaddes beldelerden bahsetmiyoruz. Apartman, market, ticarî şirket, mağaza adlarından bahsediyoruz. Hatta sokakların isimlerinden…

İnsan sebepsiz bir fiilde bulunmaz. Bu isimler de bazı sebeplere binaen verildi: isimler yaşamalıydı mesela.  Yabancı isim olsa daha mı iyiydi, kültürümüz muhafaza edilmeliydi, bu sayede yeni nesiller yabancı isim özentisinden kurtarılabilirdi.!

Bunların haklılık tarafları olduğunu, iyi niyetle yapılmış olmalarını yargılamak haddimiz değil. Ancak Medîne isimli bir apartmanımız değil de Medîne-i Münevvere’ye biraz benzeyen, onun kokusunu hissedebileceğimiz bir sokağımız, evimiz hatta bir odamız olsaydı. Bir şehrimiz demiyoruz sadece bir odamız diyor ve keşke ile bir ah çekiyoruz. Ama Medîne şimdilerde peygamber ile nurlanan “münevvere” sıfatından yoksun bir şekilde çarşı adı, Pazar adı, market adı, giyim markası adı olarak karşımıza çıkıyor.

İsimler tabelalarda yaşamaz. Biraz daha ileri gidelim. Tabelalar bazı isimleri öldürür. Dînî bir terimi ya da tarihimize malolmuş bir büyüğümüzü tabela haline getirerek “sıradanlaştırabilir” hatta öldürebiliriz. Özellikle sahabîler söz konusu olduğunda daha da titiz olunması gerekir. Çünkü onlar aramızda ahlakları, imanları, cesaretleri, fedakârlıkları, ilim hevesleri ve sevgili Peygamberimize (sallallahu aleyhi ve sellem) bağlılıkları ile yaşarlar. Dünya bütün cazibesi ile kendisini davet ettiği halde bir iş adamı ona iltifat etmiyorsa aramızda yaşayan bir Hz. Ebu Bekir var demektir. Şirketinin isminin, tabelasının değil dünyaya bakışının “İslâmî” olması önceliklidir. Sabah namazlarında ışıkların tamamının kapalı olduğu, komşuların ancak asansörde birbiri ile karşılaştığı, “emr-i bi’l-marufun” yerini her tür itikâdî sapma ve amelî fıska karşı saygılı olmak diye özetleyebileceğimiz “liberal” bakışın aldığı apartmanın adını mesela selamet koyalım. Evet evet selamet apartmanımız olsun. Az önceki cümlenin içinden çıkardığımızda muhteşem bir kavramdır selamet. Selâm ile aynı kökten desek yeterlidir herhalde. Ancak tekrar cümledeki yerine koyduğumuzda bu yaşadığımız apartmanların selamet neresinde. Tabi ki adında.